Sorular sorarak yaşamak, yazmak | Feridun Andaç

Ocak 8, 2019

Sorular sorarak yaşamak, yazmak | Feridun Andaç

Bir okumadan başka bir okumaya geçerken sıklıkla yaptığımdır.

İnsan varoluşunun anlamı da biraz bu sorgulamalardadır.

Bir günü önceki güne benzetmemek, yaşanan bir ânı/zamanı anlamlı, değerli kılabilmek için kaçınılmaz olandır bu.

En azından benim için yaşamak böyle bir şey.

Yer, mekân okumalarına yüzümü dönerken (“Hong Kong↔İstanbul: Şehri Şahsileştirmek”), okumamın bir ucu  “Foucault’yu Okumak”a (Jean Baudrillard), diğer ucu “Hakikat ve Gerçeklik”e (Otto Rank), öteki ucu da  nice zamandır yazadurduğum “Benim İstanbul Çağım” metnine kadar taşındı.

Yola çıktığım patikamın yol işaretleri, yönsemeleri vardı elbette.

Bu hem doğasal/fiziksel, hem de ruhsal/düşünseldi.

2019’u karşılarken, sabahın erinde evimin yakınında Alemdağ-Reşadiye arasındaki ormanlık alanda keşfettiğim patikayı adımlamaya yönelirken; beni hatırlayışlara taşıyan belleğimin  bu evecen haline set çekmek için, kulaklığıma el atıyor, önce Gabriel Fauré’nin “Pavane”  ezgisini dinlemeye veriyorum kendimi.

Gözüm sabahın ağaçları saran sisi ve çiyinde.

Ezgi adımlarımın ritmini bedenimin her yerinde hissettiriyor.

Doğa bana yaşama illüzyonu gibi geliyor. Bir ân kendimi bir çiy tanesi gibi hissediyorum.

Eşofmanım, yürüyüş ayakkabılarım, başımdaki yün bere, eldivenlerim beni korumaya yetmiyor. İçimde beliren ürperti sözcüklerin ve şu ezginin tınısından olsa gerek.

Yol üzerindeki bir kahvede mola veriyorum.

“Sabahın ve yılın ilk çayı size,” diyor garson.

Küçük not defterim, ucu yontulmuş avuç  içine sığabilen kalemim gene yanıbaşımda.

Bu benim iflah olmaz tutkum. Bunlarsız patikaya  çıkamazmışım gibi geliyordu bana. Mola verince, bunu daha iyi anladım.

Kendime/size yazarken, yazarak/düşünerek yarattığım alanda sizin varlığınızı da akkorlaşan çiy tanesi gibi görüyorum.

Evet, çiye dokunamazsınız!

Bilirsiniz ki, o hafif bir dokunuşla büyüsünü de alır gider.

Bunu da, ben, çocukluktan beri, bir peri kızı öyküsüne benzetirim.

Bir ormanda fundalıkların arasından ansızın karşınıza çıkan, görmenizle bir ay tutulması hali yaşatan. Kimileri buna “ay çarpması” da der.

Peri kızının öyle her yerde her zaman herkese görünmediğinden söz edenler; işte bu ay çarpması halini yaşayanları da “deli” diye nitelendirirler.

Bu rastlaşmanızı birine anlatırsanız, inandıramazsınız. Onun uzun saçlarından, gözlerinin güzelliğinden, süzerek bakışından ve bir elinin ters durduğundan söz etseniz de güler geçer çoğu kişi.

“Aklını kaldırmış,” sözü buradan gelmeli belki de!

Yaklaşırsınız, göz göze gelirsiniz, parmak uçlarınız saçlarına uzanır ve onun sureti bir ânda silinir…

Zihnimde yol işaretlerini belirleyerek yeni bir patikaya yöneldim… Hatırladığım bu peri kızı öyküsüne kendimi o kadar inandırdım ki; gerçekten de, sabahın şu çiyleri açılmadan, şu bodur ağaçların arasından bir yerlerden o iki güzel iri gözün karşıma çıkabileceği sanısına kapıldım.

Freud’un “uygarlığın huzursuzluğu”nu yaşatan yerin çok uzağındayım.

Küresel köye dönüşen İstanbul’dan kaçıp, o merkezin çok uzağındaki bakir kalabilen bir köye yerleşmiştim.

Bu sabah yürüyüşlerime yeniden dönerken, ister istemez içinde ve dışında olduğum zamana dair düşlerimi/düşüncelerimi yazabildiğim yeni defterler de açmıştım kendime.  Yılın ilk yürüyüş hattında, bunlardan biri yerine küçük “akıl defteri”mi yanıma almam “ihtiyatlı olma”mdandı.

Suner/Rank/Baudrillard kitapları masamda yan yana not alınan defterlerle duruyordu.

Biliyordum ki onları okurkenki karşılaşmalarım benim kendi “yazı adam”a dönmemi  sağlayabileceği gibi, oradaki  değirmenimin suyunun da akmasına neden olacaktı.

Ama bu yürüyüş gerekti bana.

Sorular sormak için değil yalnızca; ruhumu arındırmak için biraz, biraz da sizi o fundalıkların arasında görebilme umuduydu belki de beni yola düşüren…

Bilmem bu sızımı da anlatabildim mi yılın bu ilk gününde.

1 Ocak 2019, Alemdağ

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Ocak 2019)

Yorum yapın