Sonra, sesine kapılıyorsun… | Feridun Andaç

Temmuz 10, 2018

Sonra, sesine kapılıyorsun… | Feridun Andaç

“Umut bizi hep yarı yolda bırakır,

Keder ise asla

Bu yüzden bazılarımız tercih ederler

Bilinen kederi bilinmeyen kedere

Umut bir yanılsamadır onlara göre

Onlar kedere aldanmamışlardır.”

 Juan Gelman

Say ki gözlerinle hiç görmedin. İşitmedin sesini. Dokunmadın, yanmadı parmak uçların. Nefesin nefesine karışmadı. Geceyi uzatmadınız. Sabah hiç gündoğumunuz olmadı…

Say ki yeni bir alfabe kurmadınız. Uzaklıkları yakın eden sözler yoktu aranızda.

Çöldü hayat.

Sessizlikti bakışlar.

Özlemediniz hiç… Bekleyişlerin sevinciyle taşmadınız.

Say ki “iyi ki varsınız” demediniz hiç!

Orada, sessizlikte, geceye inat gündüz düşlerine vermediniz kendinizi.

Baudelaire vari bir sıkıntı yaşamadınız, kaçmadınız kendinizden.

Sizi zamanlara bölen, günlere taşıyan, göklere çıkaran, geceleri unutturan kenti terk etmediniz…

Oraya da iz düşürmüştü madem; çöl başka yerlerin tufanı, çoraklık  başka dillerin iklimiydi.

Giden gözdün madem, görmeyi öğrenen bakıştın; şimdi bütün ırmaklar bir zaman magması yaratmak için akıyor okyanuslara kavuşmak için.

Gene de sen; buruk, ezgince bir öyküyü okumaya vermiştin kendini.

Kendi zamanının sürgünü Guillermo Rosales’in o kırgın dille yazdığı sürükleniş öyküsüne kaptırıyorsun duygularını.

Oradan, onun öyküsünden önüne açılan kapılara varıyorsun. Hatırlattıklarına dönüyor, bilmediklerini görüyor, hissetmediklerini hissediyorsun birden.

Biliyordun ki; entelektüel öfke insanı hiçbir zaman yalnız bırakmıyordu.

Sese ses olmanız, söze sözle yetişmeniz yetmiyordu.

İnsan, yazarak cennetini kurarken; başkalarının da cehennem olabileceğini görebiliyordu.

Ağuntu zamanı dediğiniz nedir?

Belki de kendinizi en özgür hissettiğiniz bir ânı size taşıyan acının süzüntüdeki hali. Yani, buna ruh süzüntüsü diyebiliriz. İçe çekilen, bir sizin bilebildiğiniz bir de karşınızda, ötenizdeki erişilmezlik burcunda salınanın bakışında yer eden zaman.

Evet; ayrıksı duran sözü alıp kendi kıyısının ta ötelerine taşıyan bu anlatıcının, Rosales’in sözlerine tutunuyorsun. Ama önce ona dair edilen sözlerin labirentlerinde geziniyorsun bir süre.

Sürgünlüğün yaşattığı bozgun, yabancılaşma… İşte o sürüklenişin tutundurduğu yazmak uğraşı… Gene de yetmeyen, yetindirmeyen bir şeydir.

Rosales’in ruhunda yaşadığı medcezir, onu koptuğu yurduna daha çok bağlar. Ama öfkeli bir bağlanıştır bu.

Onun sürüklenişi Guillirmo Cabrera Infante vari olmasa da; ezinçler yumağı içinde geçen günlerinde biriken bir öfkeyle yazar. Adeta şunu der, sorgular: İnsana bu düşkünlük, aşağılanma, yerinden yurdundan edilme reva mıdır?

Onda nefreti, öfkeyi var eden itkinin kaynağı salt Küba’dan atılmışlık, sürgünlük değildir. Geldiği kapitalist düzen de insanı ufalar, hiçleştirir.

O, insanı aşağılayan her şeye öfke duyar.

Ve iyimser bir bakışı yakalayabilmek için yüzünü hayata, yaşanan bir âna dönmek gerektiğini bilen bir anlatıcıdır her şeye rağmen:

“Güzel bir sabah. Uzun zamandır ilk kez mavi gökyüzüne, kuşlara, bulutlara bakıyorum. Kahve içmek, sigara yakmak, gazeteye göz atmak, hepsi zevkli bir şey oluyor ansızın.”

Evet, yazarken de, düşünürken de, yaşarken de ansızın gelen bir bakışla yol alırsınız. Sonra, bir duygu sarmalı belirir içinizde. Başınızı kaldırır bakarsınız. İki uzak, yaban göz.

Kendi zamanıyla sözlenmişçesine sözler eder size. Ne taşıdığı alevin farkındadır, ne de yarattığı cehennemin.

Sesine tutulursunuz bir geyik avcısı gibi.

Yalnızca ses…

Kedere iyi gelen belki de bu. Tek gerçeğimiz. Hangi sürgünde yaşarsanız yaşayın…

Rosales bunu biliyor, hissediyor, derinden yaşayarak yazıyordu da… Ta ki, o son nefesine kadar…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Temmuz 2018)

Yorum yapın