“Son Okur”un izinde okur profili | Selva Trak Ulupınar

Ekim 5, 2018

“Son Okur”un izinde okur profili | Selva Trak Ulupınar

“The Last Reader” (Son Okur) şarkısının sözlerinden etkilenerek “Son Okur”u arayan Arjantinli yazar Ricardo Piglia’nın kaleminden bu kez okura kendini sorgulatan bir kitapla karşı karşıyayız: “Peki kimdir bu son okur? Kör olana kadar okumayı bırakmayan Borges mi, tek isteği aralıksız okumak ve yazmak olan Kafka mı, çatışmaya beş kala ağaca çıkıp kitap okuyan Che Guevara mı?…” 

Arka kapakta yer alan bu satırların ardından bir “sıradan okur” olarak son okura ulaşma çabasındaki sayfaları bir çırpıda okumaya çalışmamak elbette imkânsız. Standart dışı okumalardan, rüyada okumalara dek incelenen okuma eylemi, kitap kurtlarını şaşkınlığa düşürebilecek ayrıntılı dehlizlere uzanıyor.

Edebiyatta okumaktan ziyade okurları ve okur kitlesinin hayali bir hikâyesini arayan Ricardo Piglia, okurun nerede, niçin ve hangi koşullarda okuduğu gibi okur cephesine ışık tutacak sorulara cevap arıyor.

İşin ilginç yanı ise okuma sürecinin sonsuz uzantısı düşünüldüğünde ortaya çıkıyor. Hiçbir zaman tamamlanamayacak bir sürecin peşinde tutkuyla koşan okurun kimi vakit imkânsıza varan arayışları düşünüldüğünde yazarın son okura ulaşma çabası merak uyandırıyor.

Okuduğundan illa ki bir şeyler alma arzusundaki okurla okumayı sadece dinlendiren, huzur veren bir eylem olarak gören okur çeşidine kadar birtakım beklentiler bulunmaktadır ve bu durumda okur – kitap arasındaki alışverişin tatminkârlığı elbette değişkenlik göstermektedir. Bir son okur, ömrünü kendini götürmesini umduğu yere götürecek kitabı arama çabasıyla geçirecektir. Bir diğeri, okuduğu tek kitapla yaşamını, şansını tümden değiştirebilecektir… Son okur bir sona ulaşabilir mi? Son okur gerçekliği söz konusu olabilir mi,  gibi belki de cevabı bilinen soruların ortaya çıkmasını sağlarken bir yandan okurluk kültürünün gelişimine de katkıda bulunuyor Piglia.

Borges’in, “Okumak hem bir evrenin inşasıdır hem de düşmanca dünya karşısında bir sığınaktır.” sözünü hatırlatan yazarın, yeri geldiğinde okuma eyleminin bir savunma yerine geçtiğini belirttiği satırlar, günümüz koşullarında kitabın bu işlevinin ne denli önem taşıdığını hatırlatıyor.

Yazar, okuru yine Borges üzerinden, edebiyatı ters yüz eden gerçekliklerle baş başa düşünmeye bırakıyor: “…roman gerçekten daha gerçekmiş gibi okunmaz; romanın zehirlediği ve bozduğu gerçeklik okunur.” Dolayısıyla Piglia, “Okuma eyleminden hem daha gerçek hem de daha yanıltıcı başka bir şey yoktur.” sonucuna varıyor.

Piglia’nın okuru incelerken okurun çevresini de göz ardı etmemesi, konuyu ne denli titizlikle ele aldığının bir göstergesi: “Okurun sadece ne okuduğu değil, okuyanın kiminle çatıştığı, okumanın anlamını kurmak için kiminle diyaloğa girdiği ve pazarlık ettiği de önemlidir.” 

Okuma serüvenine Borgesle başlayıp Kafka ile devam eden yazar, Kafka’nın yazıları üzerinden o dönemde yaşamış kadın okurun bir tanımlamasını da yapıyor: “Kafka’nın bakış açısından (üstelik sadece onunkinden de değil) kusursuz kadın, yazan erkeğin el yazısını okumaya ve kopyalamaya hayatını adamış sadık okurdur.” Bu durumda Piglia, “son okur” kavramı çerçevesine, yazar sevgililerinin son okuru olan ve büyük bir özveriyle onların metinlerini yazıya geçiren kadınları da alıyor. Böylelikle kadın okurlar, edebiyat tarihi boyunca son okur sınıflandırılmasında yerlerini(!) almış oluyorlar.

Bu konuda, “Savaş ve Barış”ın yedi versiyonunun tamamını kopyaladıktan sonra eserin kendisine ait olduğunu düşünmeye başlayan Sophia Tolstoy’un -bizce son okurdan ziyade trajik okur sınıflandırmasına daha uygun olsa da- örneğini veriyor. Bu durumda akıllara, Sophia’nın kitabın içeriğine katkısının bulunup bulunmadığı gibi bir sorunun gelmemesi mümkün değil.

Bu trajik örneklemelerden bir diğerinin de para kaygısından “Suç ve Ceza” ile “Kumarbaz”ı aynı anda yazmak durumunda kalan Dostoyevski’nin tuttuğu daktilocu kızın başına gelenlerdir. Adamın üretme kapasitesini görmek kadını baştan çıkarmaya yetmiştir. Kadın kendisine dikte edilenleri yazarken baştan çıkmıştır.” 

Fakat bu kadınların tam karşıtı olan bir kadın vardır ki o da kocasının yazdığı tek bir sayfayı bile okumayı reddeden ve “Ulysses”in tanıştıkları günün anısına geçtiğinin farkında bile olmayan Nora Joyce’tur.

O dönemin kadın okurunun bu travmatik durumunu yazar, tek bir cümleyle özetliyor: “Okumayı reddeden ve sadece okumak isteyen kadın. Köleliğin iki türü.” 

Okuma sırasında metne anlam yükleme işlevi de yerine getirildiğinden burada bireyin okur olarak sorumluluğu daha da artmaktadır. Yazara göre entelektüelliğin ortaya çıkışının bir  parçası olan okuma, bu noktada okura yorumun kişiselliği ve okumanın çeşitliliği nedenlerinden dolayı bir kararsızlık algısı da yüklemektedir. Bu noktada yazar, bir kitabın ne kadar okuru varsa o kadar anlamı vardır, düşüncesine vurgu yapıyor.

Bildiğimiz gibi kitaplarda aslında kimi okurlara açıkça görünürken kimilerine kendini göstermeyen bölümler mevcuttur. Anlama ve algılama tamamen kişiseldir. Anlama ve algılamayı, okurun daha önce okumuş olduğu kitaplar dahil pek çok unsur etkiler. Yani okuma göründüğü kadar basit bir iş olmadığı gibi okuma eyleminde birtakım zincirleme unsurlar silsilesi etkilidir. 

Okurun izini sürerken Ernesto Guevara’nın da peşine düşen yazar, Guevara ile Don Quijote arasında bir ilişki de kuruyor. Notlarında, günlük ve mektuplarında Arjantin’e özgü bir halk ağzı kullanan Che’nin konuştuğu dille yazması dikkat çekicidir. Dolayısıyla yazarın Guevara’nın okurluk yönü hakkındaki satırları dikkate değer tespitler içeriyor: “Göstergelerin şifresini çözmekte ısrarlı, sakin bir okurdur. Yalıtılmışlık ve yalnızlık içinde anlamı inşa eden kişidir…Anlamın inşasının ya da anlamı inşa etmenin bir biçiminin saf temsilcisi olarak entelektüelin müstesna figürüdür.” 

Üstelik Che’nin,  sığındığı küçük okulun tahtasında yazan ve ölmeden hemen önce gözüne çarpan “yo se leer” “okumayı biliyorum” cümlesi, tüm bunlar düşünüldüğünde bir film karesini andıran, algıda seçiciliktir.

Kitabında, okur kitlesinin eleştirildiği satırlara da yer veren Piglia, bir zamanlar, tutkuyla sürekli okuyan insanların (genellikle kadınların) gerçekdışılıkla içli dışlı olarak görüldüklerini hatırlatıyor. Bu tarz okurun bir başka olumsuz yönünün de “Madam Bovary semptomu” olarak nitelendirilen ve okuduklarını yaşayamadığında içine düştüğü hayal kırıklığı ve huzursuzluk duygularının ortaya çıkması durumunu öne sürüyor. Erkek yazarların gözünden bu rahatsızlık özellikle kadın okurlarda(!) ortaya çıkıyor: “İronik bir formül geliştirmemiz gerekirse: Kusursuz erkek okur modeli bekârdır, Dupin benzeri yalnızdır; kusursuz kadın okur modeli de Bovary modeli bir sadakatsizdir.” 

Tüm bunlar düşünüldüğünde ise “Gazeteler romanlara tezat olarak eril okura sahiptir”, kanısının hakim olduğu dönemler iyi ki geride kalmış, dedirtecek kadar iniyor yazar edebiyat tarihinin derinliklerine… Gazetelerin herkes için olduğunun, yaratıcı okuma ile haber yazısı okumanın farkının ve zihnin yaratıcılık anlarında gazete okunmaması gerektiğinin bilinmediği dönemler… İyi ki geride kalmışsınız.

Yazarın son okuru arayışı bu kez “Robinson Crusoe” ile farklı bir yöne sürükleniyor çünkü alışılagelinmiş belli bir mekânda ve kolektif okuma şeklinin Robinsonla birlikte yerle bir olduğunu görüyoruz: “Robinson yalıtılmış okurun kusursuz modelidir. Tek başına okur ve okudukları bizzat ona yöneltilmiştir. Tam öznellik yalıtılmışlıkla gerçekleşir ve okuma bunun metaforudur. İdeal okur toplumun dışında olandır.”

Bir okur olarak Robinson’da dikkati çeken bir unsur daha vardır ki sağlam kurtarabildiği tek kitap olan İncil’i okuyarak ıssız adada psikolojik destek bulması ve kim olduğunu bu kitap sayesinde keşfetmesidir. Farklı bir açıdan düşündüğümüzde, bu durumda İncil, Robinson’da bir kişisel gelişim kitabı etkisi yaratmıştır da diyebiliriz. Okuma eyleminde her okur, metinden kendi dünyasına yarayacakları, kendince en mükemmel olanları çekip almaz mı sonuçta?…

Ricardo Piglia, eserinin sonuna yaklaşırken Nabokov’un bir cümlesiyle ideal okurun mantık çerçevesinde tanımını aktarıyor: “İyi okur, hayranlık duyulacak okur, kendisini kitabın kişileriyle değil de kitabın yazarıyla özdeşleştirir.” 

Ve Son Söz’den: Felsefe yarışında en yavaş koşabilen ya da finale son varan kazanır,” diye yazmıştır Wittgenstein. Son okur da açıkça olmasa da bu programa uyar. Onun okuması daima eski modadır ve daima sınırdadır.

Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (5 Ekim 2018)

Yorum yapın