Şimdi hangi zamanın gülüsün | Feridun Andaç

Eylül 11, 2018

Şimdi hangi zamanın gülüsün | Feridun Andaç

-Fulya’ya, acı’ya itirazı

olan öğrencisine.

Aramızdaki zaman bizi geçitsiz kılıyor madem, söze dönmeliyiz yüzümüzü. Avutan değil, sağaltıp yol aldıran… Bağlanmanın dilini öğreten söze dönmeli…

Bir mitos yaratarak arınmayı seçiyoruz her zaman; dahası acıdan kopuşun, bunun tekrarına dönmemenin tek yolu  tabulaştırdığımızın verdiği sızıyı sağaltmak…

İşte bu da bizi yaratısal olanın iklimlerine yöneltiyor. Yani yüzümüzü döndüğümüz her bir şey bir çağrı gibi gelip hayatımıza iz düşürüyor.

Yaşamsal olan, insani olarak da bizi sarmalayan ve gecemizi gündüzümüzü karantinada yaşamaktan alıkoyan yazmak gerçekte istenileni değil, kendince isteneni kurmak için bir yol.

Bu yazı yolu size birtakım önermeler sunar. Yani ya yaşadığını yazmak ya da yazdığını yaşamak gibi iki belirgin hattın o yol uğraklarınızdan biri olması için kapılar açar.

Yazıda başlama noktası ile varış/bitiş noktası diye bir şey yoktur. Bunun belirleyicisi yaşama enerjiniz, kendinizi hayatla ve yazıyla nasıl ilişkilendirdiğinizdir. Bunlarsız bir ütopya bile değil, yaban ve uzak ülkedir işaretlerin dili.

Enerjiyi var eden iki nesnenin karşılaşıp sürtünmesi, tıpkı demirin taşa sürtünürken çıkardığı kıvılcım gibi, zerrecikler halinde bölümlenişi… Tizleşin ışık huzmesiyle çıkan ses, dönüşen sızı… Sonra, tıp tıp diye akan ılık kan; görülmeyen yani… Acı böyle bir şey, içe işleyen; içe akan sızı…

Yazmak/yaratmak için tüm benliğinizi “acı”dan geçirmeniz diye bir şey yoktur. Ama bunu yaşamak, hissetmek sizi öyle bir kıyıya sürükler ki; orada bir devinimle mutasyona uğrayanın ne olduğunu pek de fark edemezsiniz. Zamanla biriken, toprağın altında uğuldayan yanardağın güherçilesini andıran magmayla devinen, taşan, ığıl ığıl akıp duran söz…

Ki, o söz her dem gelmez; her dem yaşanmaz, her dem öylesine çağıltılara bulanmaz…

Evet, acı yaratıcıdır. Ama yıkıcı acı da vardır, sizi bileyip çelikleştireni de…

Şu sözleri okuyunca, bir ân duralıyorum:

“Acı, bir takım farkındalıklar yaşatıp, insanı ve buna bağlı yaşadığı hayatı önce değiştirip akabinde dönüştürse de, yani sözcükleri çıkarma noktası, yaratma noktası olsa da, acıdan beslenerek yazmak onu bir daha yaşamak yaşatmak gibi, ki buna çok katılmıyorum.

Neden insan sürekli acı ve melankoli içinde yaşamak istesin ki? Seçim şansı bizde olduğuna göre bellek derinliklerinde gizli veya değil mutlaka coşku, neşe, aşk, kahkaha da vardır. Evet, aslında yazanın kendi içine de yaptığı bir yolculuk yazmak, yazarken keşfettiği derinlikteki bilinmez ülkeler gibi. Yazdıkça yazıyor olmanın gezdikçe gezmek istiyor olmaktan farkı da yok belki de…”

Kuşkusuz yaşadığınız her türlü acının sizi taşıdığı bir kıyı var. Oraya uzandığınızda derin bir karanlığa da düşebilirsiniz, veya tam tersi bir şeyi uğraş edinerek, hatta bir yerlere giderek bundan uzaklaşmayı, bunu sağaltmayı seçebilirsiniz.

İşte bu noktada yazmak bir seçimdir. Bunun gibi diğer sanatsal uğraşlar da öyledir.

Bizim baş edilemeyen acı dediğimizin yaşamda sürekli kedere dönüşmesi, bir bakıma yas hali… Ötesi umutsuz sürükleniş… Oysa acıyla bilenmiş bilinç yazmaya yöneldiğinde yaşananı yeniden hatırlamak/yaşamak gibi bir kaygı taşımaz. Bir tür akkorlaşma halinde gördükleriyle yepyeni bir yaşama ahengi yaratmaya yöneltir onun bilincini. İşte orada neşe de vardır keder de. Ahenk dediğimiz de yaşamın seslerini, renklerini buluşturan magmadır. Yazıda yaratıcılık için bu gerekli, üstelik kaçınılmaz olan.

Ay karanlık

Böyle zamanlarda sıklıkla yinelediğindi bu.

“Atomun doğru çizgiden sapması,” Marx’ı okurken karşına çıkmıştı.

Aslında karşılaşmayı yaratan da bu. Çekim gücünün itimidir işte yani doğasal/fiziksel bir durum. Öyle durup dururken oluşagelen bir şey değil.

Yaşama kurgusu da o ivmeden doğar. Bir itim, eylem, devinim sonucunda oluşan…

Tek-benleşmek arzusu yıkıcılık getirir. Öyleyse gitmek, çoğalmak gerek. Çünkü doğaya dönünce yüzünüzü orada hiçbir şeyin tek olmadığını gözlersiniz.

Varolabilmek, ayakta kalabilmek, nefes alabilmek için öteki-ben’ine gitmek kavuşman gerek.

İşte burada başlar seçici yanın.

Gelen, dokunan her sözün kıyısındasın şimdi.

“Varın içinizden geçen zamanın gülü olun,” diyerek bir elveda mektubu yazmaya soyunmuştum bile çoktan. Onun yer yer sayıklama ânlarını, iniş çıkışlarını sapma olarak görüyordun. Ama artık kaldırmak istemiyordun onca duygu yükünün getirdiği acıyı.

Sözcüklerin bile isyan kıyısına varmıştı.

Tek-yanlı bakış, sanrılı duygusuzluk halleri, öteleyiş ve değersizleştirme…

Zaman örselemesinden başka nedir ki?!

Bu zihin bulanıklığı aranızdaki kara örtü. Ve gelip her şeyi örten, iyice karartıp acıyı çoğaltan.

Aranızda yaratılan  o demirden çemberin sıkıp durduğu kendi olma haliniz, bir zaman sonra can salı kıyısına itiyor sizi. Benliği solgunlaştıran öte sözlerle karşılaştıkça kopuşların barınağına iniyorsunuz birlikte farkına varmadan. İnsanın insandan göçü de işte böyle başlıyor.

Kopuşlar…

Bağlantıları yitirmeler…

Bellek kanamalarına yönelmeler…

“Unutuş” deseniz de; orada öylece savrulmalı yaşıyor olmayı bilmek… hattâ her ân bunu hatırlamak… Sonra da dönüp şunları sormak kendine:

“Nedir onda olmayan, sende yok olan; birbirinizde karşılığını bulan/bulmayan ki, bu kıyılara vardırdınız birbirinizi…”

Şunu aktarıyordu Marx okuduğu kitabında, Cicero’dan:

“Epikurus, en iddialı olduğu fizik konusunda tam bilgisizdir. İşin çoğu Demokritos’a aittir; ondan saptığı, ya da  düzeltme yapmaya kalkıştığı yerlerde, onu bozar, berbat eder.”

Birbirinize bakan, dönük hayatlarınız biraz da böyledir. Bildiğini sanmanın yanılgıları, tanıyor olmanın pişmanlıkları iç içe. Sonrasında kırgınlıklar, içdenizlere çekilmeler.

“Gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü doğruluk kuyunun ta dibindedir.” (Demokritos).

İşte bunu da kazıdığınızda, altından “acı” çıkar.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Eylül 2018)

Yorum yapın