Şeyleşmenin gölgesinde bir sanattır yaşamak | Arzu Eylem

Ocak 18, 2017

Şeyleşmenin gölgesinde bir sanattır yaşamak | Arzu Eylem

016_birgunubitirmesanatiGeorg Lukács, biçimsel rasyonelliğin ve meta üretiminin uzantısı olarak tanımlar şeyleşmeyi. Şeyleşme, insan ilişkilerindeki nesneleşme ve yabancılaşmayı aynı anda anlatır. Bu, bir bakıma hem anlamın hem de özgürlüğün yitimi… 

“Sadece bir kişi bile varsa, benim gibi şaşırıp duran, ona ulaşmak istiyorum…” (s.105)

Banu Özyürek’in Bir Günü Bitirme Sanatı şeyleşmenin gölgesinde yazılmış bir öykü kitabı. Dünya böyle bir yer, insan insana şey, zamansa külçe gibi ağır. “Yaşamak” bir oyalanma hali, dolayısıyla “beklemek”ten ibaret. Beklemekten kopabildiği sürece yaşam, yaratıcı bir eylem.

Böylesi hisleri çağıran Bir Günü Bitirme Sanatı bir yıldan uzun süre önce okurla buluştu. Geç kalmış bir yazıyla selamlıyorum onu. Dönemin ruhunu daha doğrusu ruhsuzluğunu yakalayıp konuşturması, belki de pek çoğumuzun düşünüp dile getirmediği hisleri öyküleştirmesi açısından samimi ve cesur bir kitap çünkü. Bırakalım sevmeyi –ki sevmek uzun bir kelime- sev(e)memenin,  görmezden gelmenin, dokunmamanın, duymamanın yaraya dönüştüğünü biliriz. Ama gururumuzdan mıdır yoksa kibrimizden mi, hiç konuşmayız üzerine. Bir Günü Bitirme Sanatı birbirimize eylemsizliğimiz sebebiyle akmayan zamanın dışavurumu. Çünkü zaman donuk, hayat sıkıcı ve yaşamak sanat artık.

Yalnızlıkla baş etmenin bir yolu olarak yazma eylemi öykülerde önem kazanıyor. Yazarın yazma sebebi biraz da bundan belki. Banu Özyürek, günümüzde yazmanın bir tutkudan çok bir var olma hali oluşunu sık sık ima ediyor. Yaşadığını hissetmek, zamana baş kaldırmak gibi yazmak onda. Tutkuya dönüşeceği, araç olmaktan çıkacağı günü bekliyor. Banu Özyürek yazıyı araçlaştırmıyor elbette, öykü anlatıcılarının üslubuna gönderme yapıyor. Çünkü onlar şey

Tüm öyküler benanlatıcıyla yazılmış. Neredeyse üslup olarak tüm anlatıcılar aynı. Yazarın kurgulanmış ben’lerinden doğmuş gibi kitap. Samimiyeti güçlendirmek için anlatıcı ile yazarı iç içe geçirmiş olabilir Özyürek. Şeyleşmenin gölgesinde yaşamaya çalışan kadın anlatıcılar, zaman zaman ısrarla yaşamın acı gerçeklerine şaşırarak direniyor. İnanmak istemiyorlar, böyle sürdürüyorlar monologlarını. Her biri kendisine karşı işlenen ilişki suçlarına karşı yok etme stratejisi kuran kadınlar. Elbette kurgularını hayata geçirmeyip kesif bir küskünlüğe dönüşüyor parlamaları. Parlama, öfke değil, nefret değil: Varoluşlarını onaylayacak bir mimik, bir söz beklemelerinden kaynaklı sinir hali.

Kitaba adını veren ilk öykü, beklemeyi sanata dönüştürüyor. İncinmiş egonun zayıflığını dile getirme çabası ve bu çabanın beyhudeliği, eylemsizliğe ve monologa dönüşüyor. Oldukça konuşkan bir öykü okuyoruz. Dostluğun namümkün arkadaşlığın zor olduğu, ilişkilerin stratejik adımlarla ilerlediği bir zamanda kendini sevemeyen kadın anlatıcının günle yani zamanla imtihanına eşlik ediyoruz. Ayak parmaklarını seyrederek, sadece başparmağına bakarak, yalnızlıkla konuşarak vakit öldüren kayıtsızlık, ölmek istiyor aslında. Öykü, Semra’ya sesleniş gibi dursa da, derindeki ben’i sevmek içinse öteki’ye duyulan ihtiyacı anlatıyor.

“Tanrı, insanı yalnız yaratmamalıydı! İçine bir insan daha koymalıydı.”  (s.13)

Anlatıcı bu cümleye açıklama getiriyor hemen. Parçalanmış benlikten bahsetmediğini, harici bir Semra’ya gerek kalmasın diye esaslı bir ikinci insana işaret ettiğini vurguluyor. Kendi içindeki öteki’ye ulaşamayan, kendisi için olamayan anlatıcı, dışarıdan bir elle içine konacak ve kendisini onaylayacak diğeri’ni istiyor. Öteki, kendimizi oluşturduğumuz, varlığımızı keşfettiğimiz bir “şey” oysa şimdilik. Semra ilgisizliğiyle öteki olamıyor. Anlatıcı ki zaten biri veya birileriyle yaşamaya yatkın değil, tahammülsüz, aslında biraz dikkatli okunduğunda zamanla baş edebilse sorun da değil onun için pek çok şey. Kendisini merkeze alan bir dünyası var. Ama illa Semra’ya seslenecek. Kendi istediği gibi olacak olan bir Semra’ya… Çünkü o olmadan bir ben mümkün değil. “O” ve “ben” öykünün bir yerinde bir araya geliyor ama buluşamıyor. Bu sadece ikisinin sorunu değil, yaşam tüm zamirleri aynı boşluğa bırakmış ve kimse birbirinin varoluş hikâyesinde özne değil.

“Diyelim ki dünyanın en iyi insanını buldum ve onunla buluştum. Ne olabilirdi ki? (s.16)

Evet, ne olabilir ki? O gitmeler gitmek, buluşmalar buluşmak değil ve konuşmak geviş getirmek bir nevi. Yoksunluk şiddetin, nefretin, tahammülsüzlüğün hatta belki cinayetin sebebi… Bu yüzden her şeyin ve herkesin tehlikeli hale gelmesi söz konusu. Suçlu “o” iken sanki “ben” sütten çıkmış ak kaşık mı? Değil! Ve “ben” bu yüzden yazarca, yokluğu yaratıcılığa çeviriyor ve suç işlemekten kurtuluyor.

“Ah, ölüm bile yaşamak için çevrilen bir oyun. Lanet olsun hepimize.”(s.33)

Sonraki öyküler farklılığını ele verse de ironik dili ve üslubuyla “ben”in bir başka yönünü gösteriyor. İlk öyküden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki, parçalanmış benlik, bir oyun olarak kitabın geneline yayılıyor. Şeyleşme bir bakıma aynılaşmayı da getirdiğinden, “ben”ler birbirine benziyor. Banu Özyürek’in özellikle bu seçimi yapıp yapmadığını bilmiyorum ama okur bir bakıma yazarın bilinçdışını keşfe çıkansa, ben böyle okudum kitabı diyebilirim.

“M.’nin 78. yalanı”, “M.’nin 79. yalanı”, “Yara”, “Annem için küçük bir cinayet”, “Cinayet kim ben kim” ve “Sarabande” farkındalığın dönüşümünü barındıran öyküler. Yalan, kayıtsızlık ve haksızlık karşısında içine konuşan kadınlarla sürüyor hikâyeler fakat bu defa ötekiyle ya da ötekilerle bir şekilde belli belirsiz bir değişim yaşıyor anlatıcılar. Şeyleşmenin getirdiği ilişki ağından çıkmaya çalışıyorlar. Şaşırarak ve kabullenmeyerek…

“M.’nin 79. yalanı”nda anlatıcı, içindeki cüce kadını yutuyor ve az cinayet işlemeye karar veriyor: “…iyi bir ölü ol, yalansız, artık…” diye sesleniyor M.’ye. Böylece kendini görebilmek için yine edebiyatı ayna kılıyor ve yalancı öteki’yi öldürüyor. Tabii ki sembolik bir ölüm bu. “Yara”da mesleki yabancılaşma sevgiyle sorgulanıyor. Muayene sırasında doktora kalbini açmak isteyen anlatıcı sonunda ona “ayı” diyor. Tıbbi yara manevi alana yayılıyor. Az evvel de söylediğim gibi, bu defa anlatıcılar dünyanın kötücül yanını biliyor ama kabullenmiyor oluşlarıyla karanlığa ironik delikler açıyor.

“Çamaşırlarım olmadığı için herhalde kendimi çok yalnız hissediyorum.”(s.63)

“Annem için küçük bir cinayet” iki kadının, anlatıcıyla ilk ötekisi olan annesinin, başkalarıyla sessiz savaşımını anlatıyor. Anlatıcı, dünyanın iyi bir yer olmadığına emin lakin çaresiz. Çünkü haksızlığın dili pabuç.

“…annem hakkını istemeyi bilmeyen surat, ben kendi kendime dolanıp duran dildim.” (s.66)

Basit bir sorunu bile çözemeyen anne ve kızın öyküsü, hem bize birey olmaya dönük bir altmetin sunuyor hem de aslında hiç de basit olmayan bir duruma gönderme yapıyor. Annesini mutlu etmek ve kurtarmak isteyen anlatıcı, aynı zamanda kendini de kurtaracak. Bencilliğin ölümle sonlanması, korkunun yerini cesarete terk etmesi gerekiyor. Anlatıcı yapabileceğini bildiği her şeyi zihninde yaşıyor ama bir dolu engel yığıyor kendisine. Belki de gerçek engellerdir bunlar ama asıl onu engelleyen hakkını istemeyi bilmeyen surat… yani ben’in öteki sureti. Ki “Cinayet kim ben kim”de aynı anlatıcı, kanunlar dünyanın etrafında dönerken cinayet işleyemeyeceğini söyleyerek inkâr eder kurmaya ve çıkmaya çalıştığı kendisini.  Yine yolu edebiyata daha doğrusu sanata düşer.

“Tek başarım, bu hikâyenin bir edebiyat dergisinde yayınlanması…” (s.72)

Acının sanata kaynaklık etmesi, kaçışa dönüşmesine bile razıyızdır aslında, “şey” olmaktansa.

“Sarabande”de anneye bir de anneanne ekleniyor. İlk ötekisine ulaşamayan ben, ötekinin ötekisinde kendini bulmayı istiyor. Ama arada sadece “patlıcan ve kıymadan bir yol” var yani ortaklaşamayan dünyalar. Bu da ilişkilerin tarihsel boyutunu sunuyor bize. Ne varsa geçmişten bugüne geliyor, kapıya dayanıyor ve her şey olmaya yaklaştığında ölüyor, sanki.

“Unutulmuş peruk”, “Öpse ya beni”, “Şey’i beklerken” ve “Bilen duyan kıvrılan varsa” kendini kalabalıkta ve yabancıda görme hallerini yansıtıyor.  Yan yana sözünün ayrı yazılması gibi, sevginin yokluğu fiziksel bir görünümden öteye taşıyamıyor birliktelikleri.

“Unutulmuş peruk”ta, unutkanlığı daha doğrusu bir anlık boş bulunmayı affedemeyecek denli önyargılı ve acımasız insanlar görüyoruz. Neyse ki anlatıcı yine farkında şeyleşmenin.

“Herhalde aynı kotu kırk kere katladığı için insanlara sevgisini yitirmişti.” (s.85)

“Şey’i beklerken”de, kendisindeki eksikliği başkalarına kibirle bakarak alt etmeye çalışan anlatıcı, “…sevgili devşirmek” tasvirini kullanıyor.

Samimi anlatımı, dünyayı çıplak bırakan cesur cümleleriyle, Bir Günü Bitirme Sanatı, dünyaya fırlatılmış insanların bunalma halini zamanın ellerinden alıp, sevgisiz ilişkilere teslim ediyor. İnsanlık yaşama borçlu kalıyor. Tüm ötekileri beriye çağırıyor. Çünkü birlikte yaşamayı ve sevmeyi öğrenmemiz gerekecek. E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı’nda durumu şöyle özetlemiş:

“Aşırı hassas yalnızlıklarımız, ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi…”

Banu Özyürek de yeniden icat etmiş kişilerini, bizi, herkesi… şeyi şeyden etmek için. Ne demişti Cemal Süreya: “beklemek gövde gösterisi zamanın…”

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (18 Ocak 2017)

Yorum yapın