Sessiz bir ölümün romanı: Kuşlar Yasına Gider | İlker Doğan

Ağustos 15, 2019

Sessiz bir ölümün romanı: Kuşlar Yasına Gider | İlker Doğan

Ölümü düşünebilenlerimiz azdır. Konuşabilenlerimiz daha da az. Bu düşünce biraz cesaret istiyor. Bütün mutlulukları anlık hazlara bağlı olan bizler için ölüm, akla gelir gelmez hemen def edilmesi gereken bir karabasan. Hemen halının altına süpürülmesi, sümenaltı edilmesi, yokmuş gibi davranılması gereken bir heyula. Hatırlandıkça bize daha çok yaklaştığını düşünüyoruz onun. Bu yüzden ölüm konusunda şaka yapanların ağızlarına vuruluyor, sus, ağzından yel alsın, denilerek konuşma hakları ellerinden alınıyor bizim ülkemizde. Oysa bir korkunun, kendisiyle yüzleşilmedikçe daha da büyüyeceğini, giderek bütün bünyemizi sarabileceğini aklımıza getiremiyoruz.

Bu durum bana Stefan Zweig’ın Korku adlı uzun öyküsünde geçen bir sahneyi hatırlatıyor. Öykünün bence en can alıcı sahnesi olan bu kısımda, iki kardeşten küçük olanı, büyük olana alınan oyuncağı kıskanıp onu saklıyor, kaybediyor. Diğer çocuk da haliyle ağlıyor, curcuna çıkarıyor. Aradan bir gün geçince küçük çocuğun günahı ortaya çıkıyor ve babası bu çocuğu şimdiye dek yapmadığı kadar sert bir şekilde cezalandırıyor. Karısı ona itiraz edince adam şöyle cevap veriyor: Onu cezalandırmak bir iyiliktir. Eğer onu cezalandırmasaydım, sürekli bana ne ceza verilecek diye korkup duracaktı.

Ölümün konuşulmaması gerektiğini düşünenlerimiz, şu küçük öyküdeki erdemi göremiyor. Ömrümüzün her saniyesinde, gittiğimiz her yerde Azrail’in bizi takipte olduğunu inkar etmenin başka bir açıklaması olamaz diye düşünüyorum. Çünkü bir sonraki paragrafa geçerken bile kalp krizi veya beyin kanaması geçirmeyeceğimizin bile bir garantisi yok.

Ölümden söz edebilenlerimiz ise genelde başkalarının ölümünü konuşuyor. Yakın veya ünlü birinin ölümü. Yahut haberlerde görülen ve feci şekilde ölen birinin. Çünkü her zaman başkalarını kocası ölür bizim memlekette. Bu yüzden kendi ölümümüzden veya en sevdiklerimizin ölümünden bahsedilince bizi hafakanlar basıyor, bizim için dünya daralıyor, karanlıklar çöküyor ömrümüze. Sus, Allah gecinden versin, deyip konuyu kapatıveriyoruz.

Hasan Ali Toptaş da başkasının ölümünden bahsediyor Kuşlar Yasına Gider’de. Bu, sessiz sessiz ama hızlı bir şekilde gelen bir ölümün hikayesi.

Hasan Ali Toptaş’ın üslubuna az çok aşinayım. Bu üslup, metnin başında sizi bırakmaz, ancak sizi ağına düşürdüğünde artık siz onu bırakamazsınız. Size harikulade şeyler anlatmayabilir, filmlerdeki o yüksek hazzı size yaşatmayabilir; ama bütün bunlara rağmen ortalama bir okurun bir Hasan Ali Toptaş metnini yarıda bırakması uzak bir ihtimaldir. Harikulade olaylar yoktur belki ama ufak tefek olayların aslında ufak tefek olmadığını görürüz bu metinlerde. Toptaş’ın kalemi, bu ufak tefek olayları bir cerrahın neşteri gibi yarar ve içlerindeki anlamı güneş gibi çıkarır ortaya. Ayrıntılardan kaçtığımız ve her şeyi yusyuvarlak görmeye çalıştığımız şu yeni hayat tarzında bu büyük bir kıymeti haizdir bana göre. Ve buna hepimiz ihtiyaç duyarız. Çünkü ayrıntıları göremediğimizde hayatı bir duraktan diğer durağa akan çok hızlı ve yorucu bir yolculuk olarak görmeye başlarız.

Kuşlar Yasına Gider, bir ölümün soğukkanlı bir anlatısıdır kabaca. Öykü, başından sonuna kadar durağan bir çizgiye sahip, inişli çıkışlı bir kurgu yok. Yazarların ustalığı işte böyle durumlarda ortaya çıkıyor. Toptaş’ın kalemi bu kadar durağan, hatta fazlasıyla sıradan olan bir öyküyü sıradanlıktan çıkarıp ona bir harikalık bahşetmiş. Bunu, öykünün hiçbir yerinde sıkılıp sayfa numarasına bakmaya yeltenmemenizden anlıyorsunuz.

Anlatılan bizim öykümüz değil, ama her an bizim öykümüz olmaya aday bir öykü. Sürekli alt veya üst komşumuzun kapısını çalan, ara ara yakınlarımızı hatta bizi yoklayan, yakından şahit olanlarımızın daha hazırlıklı olduğu bir öykü. Evet, bir yakınımızın ölümünü görmek bizi daha hazırlıyor bu gerçeğe. Kuşlar Yasına Gider’de, bir oğlun, babasının ölümünü ağırbaşlı olarak izleyişi anlatılıyor. Roman boyunca babasıyla ölüm kelimelerini aynı cümle içinde görmek istemeyen bir oğlun ve ailesinin öyküsü bu.

Roman hakkındaki eleştirileri okuduğumda, romanın atmosferinin çok övüldüğünü gördüm. Gerçekten de bu atmosferin, başlı başına değerlendirilmesi gerekir. Romandaki diğer unsurları çıkarsak, sadece bu atmosfer bile bunu nitelikli bir eser yapmaya yeter bana göre. Ankara’dan Denizli’ye yapılan ve arkası gelmeyen yolculuklar, kapalı, karlı, soğuk bir hava, taşra yolunda anlatıcıyı sürekli takip eden at, hemen hemen bütün yolculuklara eşlik eden türküler, kasabada sadece anlatıcıya görülüp kaybolan küçük çocuk, evin girişindeki erik ağacı ve asma…

Aslında anlatıcının anlattıklarıyla yazarın biyografisi örtüştükçe (yaşı, memleketi vs.), kitabın bir otobiyografik roman olduğunu, hatta neredeyse hatırat olduğunu düşünmüştüm. Ancak yazar bir röportajında bunun aksini söylüyor. Bunun yanı sıra kitapta da anlatıcının yazar olmadığını göstermek için birkaç yerde adeta uyarı levhası konmuş (Anlatıcının kendisi hakkında yazılan bir kitaba dair eleştirilerinin olduğu bölüm).

Kitap hakkında şimdiye kadar yazanlardan farklı olarak ben şunu düşündüm kitabı okurken ve bitirdikten sonra: Kendi kültürümüzü bu kadar derinden yansıtırken evrensellikten de taviz vermeyen bir romandı bu. Şahsen böyle kitapları kendim yazmış gibi gururla okurum. Amerika’da, Japonya’da, Çin’de, Hindistan’da basılsa (belki de basılmıştır) zevkle okunacak olan böyle eserleri bence bütün Türk edebiyatseverler olarak ayrıca sahiplenmeli ve bunları Türkiye’den çıkarıp uluslar arası çapta duyurmalıyız. Böylece, dünyada sürekli kavga-gürültülerle, insan hakları ihlalleriyle hatırlanan Türkiye’nin yerini; nitelikli edebiyat ve sanatı çok rahat bir şekilde üretebilen bir Türkiye alabilir. Bu şüphesiz yapılıyor, fakat kötü imajımızı iyiye çevirmeye ne kadar yetiyor, burası tartışmalı.

İlker Doğan – edebiyathaber.net (15 Ağustos 2019)

Yorum yapın