Şebnem Aybar: “İçime düştükçe yazıyorum.”

Şubat 22, 2018

Şebnem Aybar: “İçime düştükçe yazıyorum.”

Söyleşi: Berna Kuleli

Şebnem Aybar’la İstanbul’un sabah saatlerinde bahardan ödünç aldığı öğleden sonra kışa verdiği güneşli bir İstanbul gününde ikinci romanı Şemşi Pasa Paşazı’nı konuştuk.  Sohbetimiz boyunca kitabın kahramanı Leyla bizi uzaktan izledi. Onun en yakın arkadaşı Nadin ara sıra hınzırca güldü. Kitabı okurken 70’li yıllardaki çocukluk, 80’li yıllardaki genç kızlık günlerime gittim geldim. Ara sıra Göztepe tren istasyonundan bindiğim trenin kapılarının üzerindeki altında plaj yazan istasyon isimlerini okudum. Ara sıra onlardan birinde Süreyya Paşa mıydı yoksa Kartal Nizam Plajı mı  hafızam beni yanıltıyor, onlardan birinde ilk yüzme öğrendiğim günler gözlerimin önünde geçit yaptılar. Kitaptaki sahnelemelerle sanki 70’li yılların İstanbul’unda, Büyükada mı yoksa  Heybeliada mı hayır Kınalı diye düşünerek sanki  bir filmin içindeydim.  Oysa Şebnem Aybar ne yıl, ne ülke,  ne yer isimlerini belirtmiş romanında.  Ama romanda o yılların İstanbul’unun bize yaşattığı duygular o kadar gerçek ve net ki bu duygular kitaptaki satırlardan okuyucuya geçiyor. Âşık olmak, genç kızlık arkadaşlıkları, ilk aşkının heyecanını en yakın kız arkadaşınla paylaşmak, “O”nun için akan göz yaşlarınla Taksim Kadıköy dolmuşlarında eve dönmek. Özellikle bunları  yaşayan biri olarak kitabı okurken faklı karakterler, farklı anılar canlandı kafamda. Ama Leyla’nın evlendikten sonra yaşadığı ülkenin adı verilmese de okuyucu  o ülkeyi tanımlayıp, Leyla’nın orada hangi duygularla yaşadığını  hissedebiliyor.

Şemşi Pasa Paşazı’nı ben bir kadının ilk aşkından başlayarak romanın sonuna kadar yaşadıkları ile  birey olmayı deneyimlemesi olarak okudum. Bunu kitaptaki tüm kadın kahramanları düşünerek söylüyorum.

Bu roman yüzüne hüzün çökmüş gerçek bir karakterden yola çıkarak yazıldı. Aslına bakarsan romanı kadının birey olması endişeleri ile yazmadım; yani öyle bir endişem yoktu yola çıkarken. İlk aşk ve bize kattıkları, bizden aldıkları ile ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. Ama sonra işin şekli değişti. Asıl anlatmak istediğim, bir kadının  ilk aşkını,  ilk çıktığı değil ilk aşık olduğu adamı hayatı boyunca diğer adamlarda aramasının hikayesi. Bu bir hipotez.  Benim böyle bir hipotezim vardı bu romanı yazarken.  Bir adamda  başka bir adamı sevmek. İlk aşktan sonra karşına çıkan her erkekte onu arıyorsun. İlla bir huyunu, saçının şeklini, içki içişini, dişlerinin beyazlığını, bir şeyi, bir şeyi. Hep bir şeyi arıyorsun. Ama bakıyorsun karşına çıkan adamlar ilk aşkın ile alakası olmayan adamlar. Onun sana yaşattıklarını arıyorsun. Sanırım, ömrün boyunca babanda, ilk aşkında arızalı olan her haltı  karşına çıkan adamlarda tedavi etmeye çalışıyorsun. Sanki tedavi ettiğin zaman tamamen istediğin gibi bir adam çıkacak karşına. Benim hipotezim buydu, bunu doğrulamak için roman yazdım. Bir süre sonra ise yarattığım karakteri yönlendirememeye başladım. Yani şöyle  söyleyeyim; benim karakterime ben bir kalıp çizdim. Yürü Leyla nereye gidiyorsan git dedim. Önce biz beraber yürüdük,  bak dedim ben bunu ispatlamaya çalışacağım.  Fakat kitabın ortasından sonra Leyla beni yönlendirmeye başladı.  Onun canı ne yapmak isterse onu yaptı.

Romanında özellikle betimlemelerle oluşan çok yaratıcı, duygusuyla birlikte  kulağa da hoş  gelen cümleler var. Örneğin  “Ama ben ağlarken bana “sana zayıflık hiç yakışmıyor” gibi buzlukta yatmış balık donukluğunda teselliler vermeyeceksin” gibi. Senin için yazma süreci nasıl gelişiyor? Bunları bir yerlere not mu alıyorsun? Günde belli saatlerde sadece romanına konsantre olup dışarıdaki hayata kapanıyor musun?

Düzenli yazan biri değilim. Her gün beş saat yazacağım diye bir disiplinim yok. Her zaman yanımda küçük not defterleri  taşırım bir de kurşun kalem (niyeyse?). Aklıma aniden gelen bir cümleyi, kelimeyi falan ona not ederim. Örneğin geçenlerde nüfus müdürlüğüne gittim. Orada sıramı beklerken  üçüncü kitabımın girişini yazdım. Yani göl evi, ıssız ada, dağ kulübesi gibi yerlerde mümkün değil yazmam. Evde biri yokken de yazamıyorum daha doğrusu ses yoksa. Etrafımda ya ses ya insan olmasını tercih ediyorum. Yalnızlık dikkatimi dağıtıyor.  İlk romanımı yazarken, hiç unutmam bir seks sahnesi yazıyorum. Sevgilimin arkadaşı gelmiş, salonda maç seyrediyorlar. Ben balkonda sandalye tepesinde, bilgisayarın kablosu balkonda priz olmadığı için salondakine takılı ve maçın tüm gürültüsü o aralık kapıdan girip balkonda. Ve ben mest! Şemşi Pasa Paşazı bir  buçuk senede çıktı  ama bu kitabı yazarken talihsiz şeyler yaşadım. Şehirler değiştirdim, aşklar değiştirdim. O dönem zor bir dönemdi. Kitabın ortalarına gelmiştim bilgisayarla birlikte tüm yazdıklarım gitti. Ona moralim bozuldu. Bir sene yazamadım. Bir dönem evsiz kaldım. Gündüzleri evde bulunmamam gerekiyordu ve bilmediğim bir şehirde yaşıyordum. Sabah dokuzda  evden çıkıyordum  akşam altıya yediye kadar  kitapta sözünü ettiğim kafelerde yazıyordum.  Son yetmiş seksen sayfa böyle çıktı. İçime düştükçe yazıyorum. Akışa bırakıyorum. Hiç bir şey için acelem yok, her şey zamanında oluyor.

Biz romana, Leyla’ya onun ilk aşkı Liman’a, en yakın arkadaşı Nadin’e dalmış konuşup bir yandan çayımızı yudumlarken  bir çocuk yaklaşıyor yanımıza.  Ondan mendil almıyoruz ama Şebnem masamızdaki  keki ona veriyor. Bak bıçakla kestik diyor. Peçete arıyor ona peçete ile vermek için.

Hikâyelerini o kadar içten ve samimi anlatıyorsun ki kahramanlarını hayatın içinde yaptığın gözlemlerden yarattığın ve özgürce yazdığın çok belli. O yüzden de romanın çok rahat okunuyor.  Ayrıca adayı romanın bir bölümünde mekân olarak seçmen ve romanının kurgusunu Leyla’nın bugünü ile geçmişinden parçalar vererek yazman kitaba ve Leyla’nın o adı verilmeyen ülkede yaşadığı esarete nefes aldırmış.  

Aslına bakarsan adaların hiçbirini tam bilmem. Evet tabii ki gitmişliğim vardır ama Sedef Adası hariç hiç birinde ne yaşadım, ne de üç saatten fazla kaldım. Bir tek Sedef Adası.  O adayı rahmetli eşim çok seviyordu ve bir evimiz vardı. Sırf onun hatırına orada nasıl yaşadım bir allah bir ben bilirim. Benim ada fobim vardır. Hiç hoşlanmam adada yaşamaktan. Yani istediğim zaman bir  yerden gidebilmeliyim, vapurun saatine, denizin rüzgârına bağlı olduğumu bilmek benim asabımı bozuyor… Yani sözün kısası kitaptaki ada hayal dünyamın adası. Belki de bu tuhaf fobimi tedavi etmek için bu romanın geçtiği mekânı ada yaptım. Ama gün sonunda yendim mi bu saçma şeyi, hayır tabii ki… Her ne olursa olsun yazmak ruha iyi gelir, tedavi eder ama.  Ben iki kitapta da ruhumun pisliklerinin temizlendiğini sanıyordum. Artık bundan sonra dilediğimce yazabilirim, karakterin içine iyice girebilirim diyordum. Ama  üçüncü romanda bir an geldi  yazamamaya başladım ve baktım ki benim tedaviye ihtiyacı olan başka bir halim daha varmış. O da vicdan. Değer verdiğim bir konudur vicdan. İnsanın insan olması için gereken üç şeyden biridir. O zaman vicdanı sorgulamak istedim.  Baktım bunu yazmazsam ikinci romanımın devamı olarak düşündüğüm üçüncü romanımı yazamayacağım. Vicdanı sorgulamaya başlayan başka bir şey yazmaya başladım. Üçüncü romanımın duygusu vicdan yani.  Şemsi Pasa Paşazı’na hâkim duygu ise hayal kırıklığı, hüzün ve coşkudan birazcık bir kıpırtı. Hüzün, çerçevelere sığmayan bir duygu. Aslında her insani duygu öyle ama hüzün apayrı. Acı, kabullenme, bilgelik, yaşanmışlık, umut ne ararsan var içinde ve o duygunun insan suretine kattığı o belli belirsiz Mona Lisa halini seviyorum. “Geldi, geçti ama kokusu kaldı. Kalan beni gülümsetiyor”. İşte sevdiğim hali bu hüznün. Şemşi  Pasa  Paşazı  ikide  merhamet yazacağım. Ama dediğim gibi, ikinciye sırf vicdan yazmam lazım dediğim için ara verdim.

O zaman Leyla’yı bindiği gemi başka rüzgârlarla başka limanlara mı taşıyacak?

Şemşi Pasa Paşazı’nda ilk aşkı ve sonrasındaki ilişkilerinde  yaptığı yanlış seçimler üzerinden bir kadının gerçeğini ve kendini bulması anlatılıyordu. Kitabın sonunda Leyla’yı bir vapura bindirdim. Ve herkes bundan sonra kendi hayalini kursun istedim.  Ama sonra birdenbire Leyla’nın vapurdaki görüntüsü gözümün önüne geldi. Onu orada bırakmak istemedim. Ve yine yaşanmış bir hikâyeden yola çıkarak oradan devam etmek istiyorum. Leyla’nın yolculuğu bitmedi yani.

Sen bir de roman yazma atölyesi yapıyorsun. Orada nasıl bir çalışmanız var?

Evet. Yeşim Cimcoz Yazıevi’nde Roman Yazma atölyesini yürütüyorum. Roman yazmak için yola çıkmış ama bir yerlerde ya cesaretini kaybetmiş, ya yazdığı içine sinmeyen, ya “nereden nasıl başlayacağım “endişesinde olan katılımcılar çoğunlukta atölyemizde. Daha önce hiç yazı geçmişi olmayandan, iki tane roman yazmış olana kadar herkesle çalışıyoruz. Planlı programlı bir atölye müfredatı yok açıkçası. O gün hava neyse onu soluyoruz diyeyim. Ama memnuniyet yüzdesi doksan dokuz.

Kitabının kapağında benim korse olarak okuduğum göğüsleri bantlanmış çıplak bir kadın var. Bantın üzerinde hayat yazıldığı gibi okunmuyor diye bir not düşmüşsünüz. Tıpkı çoğumuza olduğu gibi sanki cinsellikle ilgili yasakları, tabuları ve kendimize koyduğumuz engelleri anlatıyor bu çalışma. Bu kapak fotoğrafını nasıl seçtin?

Elena,  hem fotomodel hem de fotoğraf sanatçısı.  Öz çekim de çalışıyor. İlk romanımın kapağı için onunla çalışmıştık. İkinci romanımda da onunla olmak istedim.  Hem fotomodellik yaptığı hem de kendi çektiği fotoğraflara bayılıyorum. Bu görseli Elena’nın web sitesinde gördüğümde vuruldum. Kitabın özetini çiz desen, ancak bu çizilir dedim. Yani bu görsel benim kitabım için çekilmedi ama romanın anlatmak istediklerine çok uydu. Kadının belini sarmalayan korse değil, içi boş ve kapağı açılmış bir kafes.

O zaman şöyle düşünebiliriz, bizi sarıp sarmalayan toplumsal meli, malılar içimizi boşaltan bir kafese dönüşüyorlar. Biraz da senin okuduklarından, seni etkileyen edebiyatçılardan bahseder misin?

Bu aralar roman okuyamıyorum. Daha çok mesleğim ile ilgili psikoloji ile ilgili kitaplar okuyorum. Şamanlıkla ilgili kitaplar okuyorum. Duygu olarak beslendiğim hiçbir şey okuyamıyorum. Ne zamanki ben ciddi ciddi yazmaya başladım bütün kitapları editör gibi okumaya başladım. Hatta filmlerde bile kurgudaki hataları görmeye başladım. Ama genelde kimleri okumayı seviyorsun dersen,  Rollo May, Amin Maalouf, Leyla Erbil, Şebnem İşigüzel, Chuck Palahniuk, Aslı Erdoğan, Hakan Günday şu an aklıma gelenler.

Bak benim şöyle bir hayalim vardır. Öyle bir öykü yazayım ki, insanlar onu ellerine alıp bir cam kenarında bir divana otursunlar, bir bardak ılık çay içerek okusunlar. Tıpkı çocukken benim Sait Faik öykülerini okuyup kahramanlarını hayalimde canlandırmam gibi. Şemsi Pasa Paşazı’nı da  böylesi bir keyifle okudum.  

Çok teşekkürler böyle hissettirebildiğim için mutlu oldum. Kitaplarımla ilgili yorum almayı, eleştiri almayı çok seviyorum. Heyecanlanıyorum  methiyeleri ya da yapıcı eleştirileri dinlerken. Bir dahaki sefer  yazarken onlar aklımda kalıyor.  Çok değer veriyorum ben okuyucu yorumlarına. Yazarken okuru baş tacı edeceksin, bu en büyük ilkelerimden biridir. Okuyucu kesinlikle aptal değildir.  Hiçbir şekilde mantık hatası yapamazsın, anında elinden bırakır kenara koyar seni.  Sen istediğin kadar yaz kitap, bu seni bir yere kadar tatmin eder ama asıl keyif, o kitapla hiç tanımadığın birilerinin hiç görmediğin evlerine, kitaplıklarına, yatak başlarına, cam kenarlarına girmek, onlara dokunabilmek, “evet bak yalnız değilmişim”i hissettirebilmek. Okuyuculardan gelen mailleri gözlerim yaşararak okuyorum bazen. İyi ki diyorum, iyi ki…

Biz de seni okumayı, senin karakterlerinle arkadaş olmayı, bir an önce eve gideyim de bakayım Leyla bugün neler yapmış duygusunu yaşamayı seviyoruz. Hep yaz sen ve biz hep seni aynı tatlarla okuyalım.

Bak ne güzel, ben bu kitabı yazarken seni tanımıyordum. Ama şimdi sen okumuşsun, kitabı konuşuyoruz ve sen bu kitapla örtüşen anılarını anlatıyorsun ve paylaştığın duygular var. Bunun nasıl muhteşem bir haz olduğunu anlatamam. Beni inanılmaz iteliyor işte bu sohbetler. “Yaz kızım Şebnem!”  diyorum. Yaz kızım!

Sevgili Şebnem sana bu samimi sohbet için çok teşekkürler.

edebiyathaber.net (22 Şubat 2018)

Yorum yapın