“Savrulanlar” veya arada kalmışların varlık sorunu | Emek Erez

Nisan 30, 2018

“Savrulanlar” veya arada kalmışların varlık sorunu | Emek Erez

Almanya’ya iş gücü olarak gönderilen birinci kuşağın ve onların çocuklarının yaşadığı sorunlar sosyal bilimler, sinema, edebiyat gibi pek çok disiplinin çalışmalarında yer buluyor. Daha çok kimlik, entegrasyon, köken, bellek alanında çalışılan veya anlatıya dönüştürülen bu konu çok yönlü tartışma sunarken, özellikle edebiyat, sinema gibi alanlar meselenin farklı boyutlarına, konunun sadece istatistikle ilgili olmadığına dikkat çekerek, bireyin gündelik sorunlarına, varlık sıkıntısına dönük anlatılarıyla, bu alandaki sorunları daha görünür kılıyorlar. Örneğin; Fatih Akın’ın “Duvara Karşı” adlı filminde ortaya konan birinci kuşak ile ikinci kuşak arasındaki çatışma, kimlik sorunu, arada kalma, yersizlik ve tüm bunların getirdiği “hiçlik” duygusu, bunalım gibi konuları filme taşıyarak, bana kalırsa pek çok açıdan konuyu tartışabilmemizi sağlamıştı. Bu önemli çünkü sinema ve edebiyat metinlerinin okur veya izleyici ile kurduğu doğrudan ilişki, karakterlerle duygusal olarak empati kurmayı sağlamada daha etkili olabiliyor.

Bu bahsettiklerimize edebiyat alanından bir örnek, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan, Deniz Utlu’nun “Savrulanlar” adlı kitabı. Ayrıntı Yayınları’nın yer altı edebiyatı serisinden çıkan kitap, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla “öteki” olan için değişmeyen hatta daha da derinleşen sorunlara, göçmenlere, Türkiyeli işçilere ve bireyin varlık sorununa odaklanmış.  Metnin başkarakteri diyebileceğimiz Elyas ikinci kuşak, hiçbir şeye, hiçbir yere ait hissedemeyen, kendisini her var etmeye çalıştığın da içindeki “hiçlik” duygusunun etkisiyle başarısız olan bir karakter temsili olarak çıkıyor karşımıza. Elyas’ın birinci kuşak ailesi ile yaşadığı çatışma ise genellikle sosyoloji kitaplarından âşina olduğumuz bir konunun, iki kuşak arasındaki farklılığın göstergesi oluyor. Ailesi, özellikle annesi Elyas’ın bir şekilde yaşadıkları yere uyumlanması için gayret ediyor. Hukuk okuyan Elyas’ın okulunu bitirmesi, Almanya’ya ait olması, burada başarılara imza atması gibi kaygıları var. Sanırım bu da yine birinci kuşağın sorunlarıyla ilişkileniyor çünkü kendi yaşadıkları aidiyetsizliğin çocuklarında bir nebze olsun az olmasını istiyorlar. Ancak Elyas karakterinde de gördüğümüz gibi, ki Elyas ailesinden ayrı bir evde yaşasa bile, içerisi ve dışarısı arasındaki kültür çatışması devam ediyor. Kitapta Elyas’ın arkadaşlarıyla kurduğu ilişkiden, bir araya geldiklerinde yaşadığı ifade edememe sorunundan, çoğunluğun dışında olmanın getirdiği konumdan arada kalmışlığı gözlemleyebiliyoruz. Arada kalmış birey için evde ayakkabılar dışarıda çıkarılırken, bulunduğu yabancı ortamda eve ayakkabı ile girmek gibi çok küçük ayrıntılar bile bir şekilde aidiyetsiz hissetmeye sebep olabiliyor. Çünkü burada önemli bir nokta var yerli olmak, yabancı hissetmek.

“Savrulanlar” bu anlamda bireyin “yabancı” hissettiği bir yerde verdiği varlık çabasını özellikle Elyas karakteri üzerinden kurguya iyi yerleştirmiş bir metin. Elyas’ın yaşadığı tüm varoluş sıkıntısının belirleyeni belki de bu. Çünkü ikinci kuşak için ikili bir kültür söz konusu. Evde ve ev çevresinde edinilen kültür, dışarıda okul ve arkadaş çevresinde edinilen kültür. Birey için ve kitap özelinde Elyas karakteri için bunun anlamı parçalanmış bir benlik demek. Ve bireye getirileri, arada kalma, ait hissetmeme ve yalnızlaşma, girdiği her işi bir şekilde eline yüzüne bulaştırma… Kitapta, annesi bir şekilde Elyas’ın Almanlara “yaraşır” olmasını istedikçe Elyas’ın tersi tavır sergilemesi de bunun göstergesi olarak yorumlanabilir.

Kitabın en belirgin hissi yabancılık bu anlamda metnin bu duyguyu okura içtenlikle geçirdiğini söyleyebilirim. Deniz Utlu “yabancı” olma hissini yaşayanın bunu ancak kendi çevresiyle aşabileceğini de anlatısına taşımış. Kitabın anlatısında Cemal Amca ve Elyas’ın ilişkisi buna gönderme yapıyor. Çünkü bir yabancının en önemli sorunlarından birisi güvende hissetmek ve bu hissi kendisine yakın olan, benzer dertleri çekmiş olan ile sağlayabiliyor. Bu nedenle aralarındaki yaş farkına rağmen Cemal ve Elyas karakterinin ilişkisini yabancılık duygusunun biraz olsun eksiltilmesi ekseninde düşünebiliriz. Elyas’ın şu cümlesi de sanırım bunu doğrulayabilir; “Benim şehrim iki caddeden ibaretti. Biri tavukçuya, diğeri ise Cemal Amca’ya götürüyordu.” Tavukçu bu iki yabacı için dışarının güvensizliğinden uzak ortak mekânı temsil ederken, bu iki insan arasındaki ilişki de yabancılık, yersizlik, aidiyetsizlik gibi duygu durumlarını azaltan bir dostluğun göstergesi olarak tanımlanabilir.

“Savrulanlar”ın Türkiye’de geçen kısmında da yine kültürel farklılıklar ve uyum sorunu dikkat çekiyor. Elyas’ın kaldığı otelde terlikleriyle kahvaltıya inmesinin kılık kıyafet yönetmeliği gerekçesiyle sorun yaratması, gittiği çorbacıda kendisine hayvan gözü yedirilip dalga geçilmesi gibi durumlar buna örnek olarak gösterilebilir. Bir göçmenin nerede olursa olsun bir yerli olamayacağına ve ait hissetmeyeceğine, içinde hep bir boşluk duygusuyla var olacağına dair önemli ayrıntılardı bunlar benim fikrimce. Her ne kadar memleket olarak bahsedilen yerde bulunsa bile Elyas için de bu duygu durumundan söz edebiliriz. Ve bunun getirdiği bir diğer sorun da kökensizlik. Memleketiyle arasındaki tek bağ ölen akrabaların bir yığın bürokratik işlemden sonra gömüldüğü mezarlıklar olan bir bireyin çektiği varlık sıkıntısı ve kökensizlik duygusu tartışılmayacak kadar ağır bir durum olmalı ki kitap bu duyguyu Elyas üzerinden oldukça hissettiriyor.

“Savrulanlar” çok farklı boyutlarıyla tartışılabilecek bir metin ancak kitabın bana yansıması daha çok yukarıda bahsetmeye çalıştığım bağlamlarda oldu. Almanya’da birinci kuşak ve ikinci kuşak arasındaki çatışma, bir yerli olamama duygusu, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte daha da derinleşen sorunlar, her anlamda “öteki” olarak kurulmuş ve taşıdıkları ikili kültür nedeniyle parçalanmış benlikler, kırgınlıklar, oradan oraya savruluşlar, çaresizlik hissi, yukarıdan göçmenler için belirlenen politikaların anlamsızlığı ve yetersizliği, dil sorunu ve tüm bunların varoluşa etkisi bana kalırsa bu metni önemli bir noktaya taşıyor. Ve sadece edebiyat çevresi için değil, sosyal bilimlerin farklı alanları için de tartışılabilir kılıyor.

Emek Erez – edebiyathaber.net (30 Nisan 2018)

Yorum yapın