Savaşa dair olmayan bir savaş hikayesi: Taşıdıkları Şeyler | Şule Tüzül

Temmuz 22, 2019

Savaşa dair olmayan bir savaş hikayesi: Taşıdıkları Şeyler | Şule Tüzül

Vietnam Savaşı’na dair onlarca film izleyip kitaplar okuduktan sonra aynı konuda bir roman daha okumak pek cazip gelmeyebilir. Sırf bu nedenle, Tim O’Brien’ın Taşıdıkları Şeyler isimli romanı, üyesi olduğum bir okuma grubunda seçilmeseydi benim de okumayı tercih edeceğim bir kitap olmayacaktı. Okumaya başladığımda ise, kitabın ilk sayfalarında çok iyi bir edebiyat eseri ile karşı karşıya olmanın heyecanı ve sevincini yaşadım. Savaşı bu kadar iyi anlatan bir romanı okurken duyabileceğiniz sevinç nasıl karmaşık duygular içerebiliyorsa o kadar karmaşık bir sevinçti benimki de elbette. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Taşıdıkları Şeyler, alışıldık savaş romanlarına hiç benzemiyor. Tim O’Brien, savaş kavramını hem çok farklı açılardan gündeme getiriyor hem de kurgu ve gerçeğin buluştuğu sıra dışı bir alan yaratarak anlatıma farklı tarzda bir güç kazandırıyor. Yazım tarzı da çok farklı. Konu ve karakterlerin aynı olduğu farklı öykülerin birleşmesinden oluşan bir roman Taşıdıkları Şeyler. Romanda art arda sıralanmış bölümlerin her biri ayrıca isimlendirilmiş, her birine bağımsız bir öykü olarak bakabiliriz. Kitap ismini romanın ilk bölümünün/öyküsünün isminden alıyor.

Yazar bu öykü bölümlerin bazılarında romanın geçtiği zaman ve mekândan günümüze geliyor ve okuru kendi yazı masasına davet ediyor. Hangi öyküyü nasıl oluşturduğunu, nerede kurgunun nerede gerçeğin kullanıldığını, bunun nedenlerini anlatıyor. Öyküleri oluştururken, sadece savaş deneyimlerinin değil, yazarın çocukluk ve gençlik dönemlerine ait yaşadıklarının, duygularının öykülere nasıl yansıdığını, öykünün gidişatını nasıl etkilediğini de söylüyor. Tüm bunları yaparken bir yandan kitabın bir öyküsünü daha yaratmış oluyor, diğer yandan farklı biçimde bir edebiyat dersi veriyor. Taşıdıkları Şeyler bir roman olduğu kadar, edebiyat ve yaşamın masaya yatırıldığı, kesişim alanında nelerin olabileceğini ya da olamayacağını anlatan bir kitap aynı zamanda.

Bu kadar iyi bir edebi esere imza atan Tim O’Brien kim peki? Savaşı nasıl bu kadar farklı ve bu kadar iyi anlatabiliyor? O’Brien pek çok Amerikalı genç gibi, gayet sıradan ve keyifli bir yaşam sürerken, 1968’de kolejden mezun olduğunda, henüz 22 yaşındayken, Vietnam Savaşı’na çağrılıyor. Savaştan sağ dönmeyi başaran gençlerden biri. Savaşın savaşa katılanlarda bıraktığı ruhsal tahribatın boyutu düşünüldüğünde, herhangi bir savaştan sağ olarak eve dönmenin şans mı lanet mi olduğu sorusunun cevabını vermenin ne kadar zor olabileceğini de anlıyoruz Taşıdıkları Şeyleri okuduğumuzda. O’Brien, savaştan sonra bir süre Harvard Üniversitesi’ne devam ediyor, bir süre muhabirlik yapıyor, sonra da kitap yazmaya başlıyor. Savaşın duygusal hasarını ancak yazarak hafifletebildiğini kitabın son öyküsü Ölülerin Hayatları’nda anlıyoruz. Yazar, “hikayeler bizi kurtarabilir,” diyor bu öyküde. Kitap şimdiye kadar iki milyon okura ulaşmış.

Kitabın ilk öyküsü Taşıdıkları Şeyler’de, savaşta askerlerin sırt çantalarında, üstlerinde taşıdıkları şeylerden yola çıkılarak son derece başarılı bir savaş tasviri yapılıyor. Eğer söz konusu savaşsa, askerlerin çantalarında, ceplerinde, sırtlarında taşıdıkları şeylerin ağırlığı, yüreklerinde ve ruhlarında taşıdıklarının yanında hafif kalıyor. Ağırlığı ölçülemeyen şeyler taşıyorlar: korku, aşk, “taşıdıkları şeylerin korkunç gücüne duyulan sessiz saygı”, kendi canları, başkalarının canlarının sorumluluğu… Savaşta taşınan soyut şeylerin bile somut bir ağırlığı olduğunu anlatıyor bu öyküde O’Brien.

Yağmurlu Nehirde isimli öyküde ise, başka bir soyut kavramın ağırlığını öğreniyoruz. Savaşa gitmeme kararını vermenin, savaşa gitmekten daha cesurca bir hareket olduğunu, bu cesareti gösterememenin ağırlığının ne kadar büyük olduğunu okurken adeta kendi sırtımızda hissettiriyor O’Brien. Savaşa katılmak kadar savaşa katılmayı reddederek neredeyse bütün dünyayı karşısına alma yükünü taşıyamayan bir askerin hikayesi anlatılıyor bu öyküde. Bu açıdan bakıldığında asıl korkaklık savaşa katılmaktır; savaşı destekleyen koca bir sisteme karşı gelmeye cesaret edememektir çünkü. Bu öyküde savaşa katılanların savaşa giderken yüklendiklerinin ağırlığı anlatılırken, savaşın savaş alanının dışında hayatımıza sızan hasarlarına tanık oluyoruz.

Savaşa katılmış bir yazarsanız “Bir hikâye size erdemli geliyorsa ona inanmayın,” der. “Ahlak diye bir şey yoktur. Erdem yoktur.” der. Savaşa katılmış bir yazarın aksini söyleme şansı yoktur. Hayatı yaşanılır kılan mucizelerden, iyilikten, güzellikten, insani değerlerin yüceliğinden, ahlak ve erdemden bahsederek savaşı anlatması mümkün değildir çünkü. Bunların hepsi safsatadır savaşa katılmış biri için.

“Özünde, belki, ölümün bir başka adıdır savaş, fakat her askerin size söyleyebileceği gibi -doğruyu söylüyorsa şayet- ölüme yaklaşmak beraberinde hayata yaklaşmayı da getirir.”

Gerçek Bir Savaş Hikayesi Nasıl Anlatılır? isimli bölüm/öykü, yine bir yandan savaşı anlatmaya devam ederken diğer yandan “yazma”ya dair ders veriyor. Savaşı anlatan bir kitapta kurgu ve gerçeğin nasıl iç içe geçmesi gerektiğini bu bölümde şöyle gerekçelendiriyor O’Brien: “Savaşta belirlilik duygusunu, dolayısıyla hakikat duygusunu yitirirsin, bu yüzden gerçek bir savaş hikayesinde hiçbir şeyin tam olarak doğru olmadığı rahatlıkla söylenebilir.” Çünkü savaş söz konusu ise öykü gerçekliği olay gerçekliğinden daha doğrudur. Çünkü savaşı ancak öykü gerçekliği ile anlatabilirsiniz, olay gerçekliği savaşı anlatmaya yetmez. Öykülerde insan bakamadığı şeylere bakabilir, yüzleşemediği şeylerle yüzleşebilir, cesur olmayı başarabilir. Gözünün önünde arkadaşınızın nasıl öldüğünü, karşı cepheden birini nasıl öldürebildiğinizi olay gerçekliği ile tam olarak anlatmanız mümkün değildir. Belki sadece öykülerde insan kendisi olmayı başarabilir. Çünkü sözcükler fark yaratabilir. Bu bölümde yazılanları bir kitabın edebiyat eseri mi değil mi olduğunun kriterleri de olarak okuyabiliriz kesinlikle. Kitap yazmaya heveslenen herkesin kendine sorması gereken soruları içeriyor bu bölüm. Sözcüklerin fark yaratmadığı herhangi bir metne edebiyat eseri diyebilir miyiz mesela?

Kitabın edebiyat tadını Türkçeye taşıyan harika çevirisi için Avi Pardo’ya, çok başarılı bulduğum kapak tasarımı için Nazlım Dumlu’ya ve iç tasarım için Adem Şenel’e, kitabı Türkçe’ye kazandıran Siren Yayınları’na okur olarak teşekkürü borç biliyorum.

Taşıdıkları Şeyler, her ne kadar savaşı anlatsa da kitabı sadece bir savaş romanı olarak değerlendiremiyorum. Bu yaklaşım, kitaba haksızlık olur. Savaş romanı dediğimizde Taşıdıkları Şeyler’in kapsamını çok sınırlamış oluyoruz. Evet, roman temelde savaşı anlatıyor ama savaşla sınırlı değil anlatılanlar, savaşın hatta hayatın ve ölümün çok ötesinde şeylere dair bir roman Taşıdıkları Şeyler.  Tüm bunların yanı sıra edebiyat dediğimiz ucu bucağı sınırsız bir dünyayı da anlatıyor yazar bu romanda. Bu kitabın neden farklı bir savaş romanı ve neden çok iyi bir edebiyat eseri olduğunu, dolayısıyla kitapta neyle karşılaşacağınızı yine Gerçek Bir Savaş Hikayesi Nasıl Anlatılır?’da yer alan şu cümleler özetliyor: “…. gerçek bir savaş hikayesi hiçbir zaman savaşa dair değildir. Güneş ışığına dairdir. Nehri geçmek, dağlara yürümek ve korktuğun şeyler yapmak zorunda olduğunu bildiğin zaman şafağın nehrin üzerine yayılış biçimine dairdir. Sevgiye ve belleğe dairdir. Hüzne dairdir. Cevap yazmayan kız kardeşlere ve hiçbir zaman dinlemeyen insanlara dairdir.”

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (22 Temmuz 2019)

Yorum yapın