Salâh Birsel’in tiryakilik yaratan denemeleri: “Paf ve Puf” | Hülya Soyşekerci

Kasım 22, 2013

Salâh Birsel’in tiryakilik yaratan denemeleri: “Paf ve Puf” | Hülya Soyşekerci

4320_salah_birsel“Bugün 14 Kasım 1979 Perşembe.

Salâh Birsel 60 yaşının palamar ve demirini tam bugün koparmıştır. Sancaklarını çekip şenlik edecek takati pek foslamıştır ama size son bir reçete çıkaracaktır:

-En büyük yorum, olayın kendisidir.” (“Paf ve Puf” s. 137’den)

Paf ve Puf adlı kitabın içindeki Yorum Yok başlıklı denemesinde, kasvetli bir kasım gününü,  parlak ve renkli üslubuyla şenlendirerek okurlarına seslenen Salâh Birsel, 1970’lerden; gençlik yıllarımdan bu yana en sevdiğim deneme ve günce yazarlarından biri. O yıllardaki okumalarımda, Salâh Bey Tarihi üzerinden İstanbul’un geçmiş zaman derinliklerine uzanmak; yaşadığım kente Salâh Birsel’in gözlüğünden bakmak harika gelirdi bana. Genç bir okur ve edebiyat meraklısı olarak, onun o inanılmaz keyifli üslubuna kapıldığım anlarda, daha önce duymadığım sözcüklerin yazı dilinde kazandığı canlı renklerin, beni çevreleyen dünyayı bütünüyle doldurduğunu hissederdim. Elbette, Salâh Birsel’in aynı zamanda edebiyatımızda yergi ağırlıklı ironik şiirlerin ustası olduğunu da unutmaz, şiirlerine ilgimi esirgemezdim.

Salâh Birsel bence eleştirel aklın, sorgulayıcı bakış açısının, yoğun düşüncenin ve kültürel derinliğin en önemli edebi adreslerinden biri… Onun kendine özgü sıra dışı üslubunun oluşturduğu düşünsel dünyaya girdiğiniz anda, daldan dala, konudan konuya gayet doğal geçişlerle ilerleyen harika bir deneme güzelliğiyle karşılaşırsınız. Hoşsohbet bir anlatıcının dilindeki söz büyüsüyle kendinizden geçer; yazarın argo sözcükleri yazınsallığa dönüştürme gücünden etkilenirsiniz.

Salâh Birsel’in 1001 Gece Denemeleri, Salah Bey Tarihi ile yan yana okunması gereken klasikleşmiş eserlerdendir. Onun her denemesi, tam anlamıyla bir kültür hazinesi niteliği taşır.  Salah Birsel denemeleri çoğu zaman güler yüzlüdür, ironiye ve yergiye çokça yer verilse de, asıl olarak insanın yüreğini içten içe ısıtan bir “humour” vardır bu denemelerde.

Salâh Birsel’in Paf ve Puf adıyla ilk kez 1981’de yayımlanan ve 1001 Gece Denemeleri kapsamında yer alan kitabı da ilgiyle ve keyifle okunan sekiz deneme yazısından oluşuyor. Bu kitabında öncelikle yazarın sohbetle deneme arasında bir sarkaç gibi salınan üslubundan etkileneceğinizi şimdiden belirtelim. Yazar, okuduğu kitaplardan süzdüğü bilgileri, eğlenceli, keyifli bir anlatımla dile getiriyor. Salâh Birsel’in denemelerini okurken, farkında olmadan pek çok bilgi ve hayat tecrübesini de dağarcığımıza katmış oluyoruz. Eğer deneme türü bir eğitim yöntemi olarak kullanılsaydı, bu konuda ülkemizdeki en başarılı, ilginç ve etkili kullanımın belki de Salâh Birsel’de olduğu sonucuna ulaşırdık. Onun denemelerinde bilgi ve iletilerin metnin dokusuna sindirilmesindeki yaratıcı boyut, insana şapka çıkartacak türdendir.

Paf ve Puf’taki denemelerden de yine pek çok şey öğrendiğimizi fark ediyoruz; ansiklopedi karıştırıp kuru bilgiler edinseydik, bize hiçbir zaman böylesi bir okuma keyfi veremeyeceğini derinden duyumsuyoruz. Bütün bu denemeleri okurken yazarın çok fazla sayıda kitap okumuş olduğunu keşfediyor ve onun sunduğu süzülmüş bilgilerin insanda zihin açıcı etki yarattığını görüyoruz.

Paf ve Puf; deneme türünün Salâh Birsel’in yaratıcı ellerinde aynı anda hem bilgi aracına, hem de sanatsal bir ürüne dönüştüğünü bir kez daha kanıtlayan bir kitap. Bilgiler, denemelerde özgür bir akıl ve derin bir yorumla kaynaşıyor. Metinlerdeki fikir örgüsünün yanı sıra karşılaştırma, kanıtlama ve çıkarsamalar,  bilinç taşıyıcı ve ufuk açıcı nitelikte. Salâh Birsel, bu kitabında, öteki eserlerindeki gibi, konuşma dilini ustalıkla yazı diline dönüştürüyor ve asla sıradanlığa düşmüyor.

Paf ve Puf “Ve Huuuurrya İşkencelere” başlıklı bir denemeyle başlıyor. Bu metinde yüzyıllar boyunca insanın insana zulmü, katliam ve soykırımlar, işkence ve her türlü kasıtlı /planlı cinayetler, edebiyat ve tarih penceresinden, dikkatli bir bakışla dile getiriliyor. Yazarın, bütün o korkunç ve kötülük dolu olayları anlatırken sadece “insan” ve “insanlık” tarafında yer aldığı görülüyor. Salâh Birsel kitaplar ve hayat arasında mekik dokuyarak insanın öldürmekten, işkence etmekten ve acı çektirmekten zevk alan sadist boyutunu örnekler üzerinden gösteriyor bizlere. Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk’ünün sayfalarında Sani Bey’in işkence aletlerini ürpertiyle incelerken, usta bir geçişle Kafka’nın Ceza Sömürgesi içinde soluk almaya başlıyoruz. İnsan aklının, çeşitli zulüm makineleri tasarlamak için kullanılması karşısında hayretlerimizi gizleyemiyoruz bir yandan. Salâh Birsel edebiyatın kurmaca dünyasından, tarihin sert ve acımasız gerçeklerine dümen kırarken okurunu hiç şaşırtmayan ustalıklı söz manevralarıyla daldan dala atlıyor, okurun ilgisini de peşinden sürüklüyor. Kızılderililerden, Nazilere, Karın Deşen Jack’tan Korkunç İvan’a, Kazıklı Voyvoda’dan Kral Neron’a… tarihin tanık olduğu birçok ismin gerçekleştirdiği katliam, soykırım, cinayet, kötülük ve işkenceleri dile getiriyor. Özellikle Naziler ve Hitler dönemini yoğun biçimde anlatan ve örneklerle genişleten yazar, insanlık tarihine damgasını vuran bu olgunun “işkencebilim” adlı bir kavramda toplandığını savlıyor; kimilerinin, zulmü bir bilim halinde dönüştürdüğünü, zekâsını kötülüğe kullandığını açık ve net gerçekler halinde ifade ediyor. Bir “öteki” ve “düşman” yaratarak, o düşman üzerinden kendini var edenlerin, bu şekilde şiddet ve kötülüklere kılıf uyduranların, gerçek yüzlerini gösterip, onları insanlığın yargısına havale ediyor. Yazar, iyice “rafine” ve “bilimsel” işkencelerin en aşağı noktasında dibe vuranların insanlık dışı uygulamalarını anlatırken, ironik bir üslubu yeğliyor; doğrudan anlatmak yerine kara mizaha sığınarak dile getiriyor kan donduran tarih olaylarını. Salâh Birsel’in üslubu, yaşanan olayların sertliğini yumuşatıyor; yazar, korkunç sahneleri, ironi ve kara mizahın içinden geçirerek aktarıyor. Böylece, okura bir tiyatro oyununu izlercesine belli bir mesafeden bakma olanağı sağlıyor.

Paf-ve-Puf_168907_1Türkiye Nasıl Kalkınır? adlı denemede Salâh Birsel, 19. yüzyıl sonu yazarlarından romancı Ahmet Mithat Efendi ile gazeteci Ahmet İhsan üzerinden, toplumumuzun Avrupalılaşma çabasını dile getiriyor. Dönemin Avrupa kentlerini gezen, kültürel ortamlarında adım adım dolaşan bu yazarların gezi izlenimlerini anlattıkları kitapları dikkatle inceleyen Salâh Birsel, o tatlı, keyifli, akıcı diliyle, kendi okuma yolculuğunu paylaşıyor. Ahmet Mithat’ın Avrupa’da Bir Cevelan’ı ile Ahmet İhsan’ın Avrupa’da Ne Gördüm? adlı kitaplarının sayfalarında karşılaştığı ilginç olaylara ve ayrıntılara yer veriyor; bazı bölümlerden seçtiği ilgi çekici alıntıları deneme metnine katıyor. Ahmet Mithat Efendi’nin Eyfel Kulesi’nin asansörünü çok hoş bir üslupla anlattığı paragrafı okurken, Salâh Birsel’in yazınsal seçimine hayran kalıyoruz. Salâh Birsel bu yazarlar ve kitaplarının yanı sıra, o dönemde Avrupa kentlerinde, Paris’te, Cenevre’de, Viyana’da yaşayan Osmanlı aydınlarına dikkatimizi çekiyor; onların hayatlarından ilginç kesitler aktarıyor. Özellikle Cenevre’nin Jön Türkler’in merkezi durumunda oluşuna yer verirken, bu aydınların toplumla ilgili yenilikçi fikirlerini dile getiriyor.

Bir edebiyat tarihi kitabının sayfalarında çoğu zaman sıkıcı ve tatsız bilgiler halinde duran bu bilgileri Salâh Birsel ilginç ve renkli bir tarzda sunuyor; o dönemin fikir akımlarına geniş yer veriyor. Özellikle Prens Sabahattin’in bireye önem veren, cesaret ve girişimciliği savunan, özgürlükçü ve bilimsel düşüncelerinin altını çiziyor.   “Doğrusunu söylemek gerekirse; Türkiye’nin nasıl kalkınacağı üzerine laf kesenler ibadullahtır. Belki bunlar arasında Prens Sabahattin’e ayrı bir yer ayırmak doğru olur. Çünkü o, konuya bilimsel açıdan yaklaşmıştır. Sabahattin Bey, bilimsel çözümleme ve toplumsal yasalara dayanmayan genel kuramlarla bir memleketin düzelmesine olanak bulunmadığını açıkça söylemiştir.” (s.49) diyor. Bu denemesinde Salâh Birsel’in Türkiye’nin kalkınması hakkında kendine özgü eleştirel düşüncelerine de yer verdiği görülüyor: “Burada yine dikkat isterim. Türkler de Tanzimat’tan bu yana özgürlükçü ve çağdaş bir toplum olmak, yani Batılılaşmak için ne yapmak gerekeceğini kestirememişlerdir. Kestirenlerin çoğu da ya başka uluslara öykünmekten kurtulamamışlar ya da memleketteki bağnazları ürkütmemek için-Türkiye’de birilerini ürkütmemek eğilimi pek yaygındır- Batılılaşmayı İslam’ın temeline oturtmaya çalışmışlardır.” (s. 48)

Salâh Birsel’in çağdaş bir aydın olarak Ali Süavi’ye yer verdiği sayfalar, toplumsal devrimci ve yenilikçi fikirlerle dolu olmasıyla dikkati çekiyor. Ayrıca, Namık Kemal’den başlayarak Ziya Gökalp’e kadar o dönemin aydınlarının düşünceleri sayfalarda ilginç detaylarla yer alıyor.  Diyebiliriz ki, daha ilerideki dönemlerde yeni Türkiye’yi şekillendirecek olan çağdaş ve yenilikçi düşüncelerin kaynakları, 19. yüzyılda Osmanlı’daki fikir akımları üzerinden dile getiriliyor bu denemede.

Paf ve Puf’un en ilginç denemelerinden biri de Fantoma Geliyor adını taşıyor. Bu metinde Salâh Birsel ile birlikte, polis romanları dünyasına dalıyoruz. Polis romanlarını seven yazarlardan başlıyoruz; mesela André Gide, Guilomme Apollaniere ve François Mauriac gibi yazarların polis romanına merakları, bu kitapları yutarcasına okumaları dikkatimizi çekiyor. Bu yazarların en sevdiği polis romanı yazarlarına ve en çok hoşlandığı polisiye roman kahramanları konusuna da girince Salâh Bey’in ışıltılı ve renkli üslubuyla kanatlanan cümlelerin peşine takılıyor, keyif ve ilgiyle okumaya devam ediyoruz. Polis romanlarının püf noktalarını iyice öğrendikten sonra polisiye kurgu ustaları Edgar Allan Poe’dan Arthur Conan Doyle’a, Agatha Christie’den George Simenon’a pek çok yazarı yakından tanıyor; bu yazarların romanlarında yarattıkları müfettiş ya da hafiye tiplerinin özelliklerine geçiyoruz.

Bu kahramanların (mesela Agatha Christie’nin kahramanı Hercule Poirot ile Sir Arthur Canon Doyle’un hafiyesi Sherlock Holmes’un)  karşılaştırmalarının yapıldığı sayfalarda, polisiye edebiyatın temel kavramlarını, başlıca kurgu ipuçlarını, polisiye kurgunun zekâ, mantık ve sezgi isteyen boyutlarını, kahraman yaratmanın püf noktalarını derin bir bakış açısı ve engin bir okuma kültürü üzerinden kavramış oluyoruz.. Bu denemede bence en çok ilgi uyandıran noktalardan biri de polisiyenin edebiyat dışı olduğu şeklindeki yanlış algıya Salâh Birsel’in itibar etmemesi; tam tersine, bu konudaki önyargıları yıkan bir tutum içinde yazması…

Padişah Olma Sanatı’nda yine tarihin derinliklerine dalıyor, bu kez de renkli, deli dolu şair tiplerini tanıyoruz. Namık Kemal ile Ziya Paşa arasında Harabat adlı Divan edebiyatı antolojisi dolayısıyla oluşan anlaşmazlığın arka planında, Şair Nevres’in şiirlerinin antolojiye alınmasının olduğunu öğreniyoruz. Günümüzde şairler arasında geçen edebiyat tartışmalarına benzeyen bu olayı Salâh Birsel’in kaleminden okumak, farklı bir yorum penceresi açıyor zihinlerde. Salâh Birsel, sadece olayı aktarmakla yetinmeyip kendi düşüncelerini dile getiriyor: “Görüyorsunuz, edebiyat alanında değerlendirme söz konusu oldu mu, duygusallıktan kurtulmaya pek olanak yoktur. Ondan yakınanlar, kendilerinin de duygusallığı kapı dışarı etmek zorunda olduğunu düşünmezler. Bir iki tanesini hesaba katmayacak olursak, Cumhuriyet’ten bu yana düzenlenmiş edebiyat tarihlerinin, güldestelerin kahve köşelerinden apartılmış yargılar, dostluklara kucak açan yer domatesi düşüncelerle dolu olduğunu söyleyebiliriz.”  (s.88) Bu denemede, padişah II. Abdülhamit’in aydınlara yönelik baskı, sansür ve sürgün uygulamalarına yer veren Salâh Birsel, Napoleon’un bir sözünü yorumsal bir tarzda değiştirerek; “Krallar erkleri, erk koltuklarını severler. Ama bir sanatçı gibi severler. Bir musikici kemanını nasıl severse onlar da onu öyle severler. Ondan sesler, uyumlar çıkarmak isterler.” şeklinde ifade ediyor ve böylece okurda derin düşünceler uyandırıyor.

Eldorado adlı denemesinde insanın kendi türüne uyguladığı kıyım, katliam vahşet ve şiddetin korkunç boyutlarını yine gözler önüne seriyor yazar. Aztekler ve Mayalar’ın barbarlığa uzanan kendi kapalı dünyalarını anlatıyor; Amerika’nın keşfi sonrasında “beyaz adamın” inanılmaz vahşetini de ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Salâh Birsel, Yüzbaşı Jack adlı bir katliamcı altın arayıcısının sözünü aktararak, müthiş ironik bir yaklaşımın altını çiziyor ve insanın insana zulmü konusunda bizi bir kez daha düşündürüyor:

“ – İnsanoğlu, yüreğinin isteğini yerine getirmek için de öldürür.

Hay ağzını öpeyim, bütün öldürücüler, bütün hacamatçılar, bütün kana susamışlar, bütün zorbalar da bunu yapmıştır. Ama dikkat edin. Yüzbaşı Jack bize şunu da fıslayacaktır: -Gönlünden geçeni öldürmek, sevginin ta kendisidir.” (s. 108) 

Kitabın en ilginç denemelerinden biri İlginç Bir Salyangoz adında olanı. Burada, Salâh Birsel, en sevdiği uğraşı olan ve denemelerinin atar damarında dolaşan “okumak” eylemi üzerine kalem oynatıyor: “Yaşamın boyunca binlerce kitap devirmedinse hiçbir şey okumamış sayılırsın. Aralık aralık, yasak savmak, bir toplulukta utançlı duruma düşmemek ya da geceleri uykuyu egavlamak için fıştıklanan kitaplar, okuma sınırı içine girmez.” (s.109) diyerek okumanın bir yaşam biçimi olmadıkça gerçek okuma olamayacağını ifade ediyor. Yazar günlüklerinden hareket eden Salâh Birsel, onların okuma serüvenlerine, kitaplar hakkındaki düşüncelerine ortak ediyor bizleri. Özellikle Virginia Woolf’tan, Anais Nin’den, Henry Miller’dan… örnekler veriyor; bu yazarların tutkulu olduğu yazarları ve kitapları öğrenerek, onların okuma yaşantılarını yakından görmemizi sağlıyor. Çeşitli okuma biçimlerini, özellikle eleştirmen okumasının derkenarlı inceliklerini de dile getiriyor Salâh Birsel. Yazarlar, yapıtlar, başyapıtlar, kahramanlar arasında yine keyifli ve bilgi dolu bir yolculuğa çıkıyoruz Salâh Birsel’in satırlarında.

Bütün büyük yazarların çok erken yaşlardan itibaren okuma tutkusuna kapıldıklarını ve her fırsatta okumaya önem verdiklerini örnekler üzerinden dillendiriyor yazarımız. Okuma tutkunu yazarlardan biri olan Jack London’ın,  Moby Dick’i okuma sürecini şöyle anlatıyor: “London, 17 yaşında, Sophie Sutherland gemisiyle üç aylığına, kuzey denizlerine fok avcılığına çıktığında Moby Dick de yanındadır. Gece vardiyası sona erince, öteki gemiciler fosur fosur uyumaya koşarken o, elindeki kitabı pruva direğine dayar, bir elinde mum, öteki eliyle sayfaları çevirir. Gün açılıncaya değin Moby Dick’i okur. Kimi zaman bunun yerine Jacobs’un deniz öyküleri, Flaubert’in Madam Bovary’si, Tolstoy’un da Anna Karenina’sı alır.” (s.113) Genç kitap kurdu ve geleceğin yazarı Jack London’ın kitap okuması, bir film sahnesi gibi gözümüzün önünde canlanıverir böylece.

Bizdeki kitap kurdu yazarlardan da bahseden Birsel, “Başımızı eğik düşürmemek için size üç maratoncu daha tanıtacağız. Dünya böylelerini ne duymuş ne de görmüştür. Bilge Karasu, Enis Batur ve Selim İleri’den söz ediyoruz. Üçü de mangalda kül bırakmazlar.” (s.114) dedikten sonra ayrıca Füruzan’ı anıyor. “Yeniden okuma”nın da önemini vurguluyor Salâh Birsel: “Gerçek okumak, okumak değil, yeniden okumaktır. Emile Faguet’ye kulak verecek olursak, yeniden okumanın yeniden yaşamak demek olduğunu anlarız. Faguet ayrıntılardan tat almak, biçemin güzelliğine varmak için de yeniden okumak gerektiğine inanır.” (s.117)  Yeniden okuma konusunda kimsenin Alain’le boy ölçüşemeyeceğini belirten Salâh Birsel; Alain’in, Balzac’ın çoğu kitabını 100 kez okuduğunu; kitaplığının da sadece 30 kitaptan oluştuğunu dile getiriyor. Kültür taşıyıcısı kitapların ülkemizde değerinin pek bilinmediğini yine o renkli üslubuyla ifade ediyor: “Bütün bunlardan şu anlaşılmaktadır ki, kültür denilen o zıpzıp süvari, Fransa’nın, dolayısıyla da bütün Batı’nın dip bucağında yuvalanır. Türkiye’deki 150 yıllık ilerleme çırpınmaları ise kafalarda kültür ya da ekin rüzgârları estirmeye, düşünceyi başköşeye oturtmaya, insanın içindeki sevgi tellerini tımbırdatmaya yeterince hava basamamıştır. Denilebilir ki, Cumhuriyet çağındaki kitap okuma oranı, Meşrutiyet’ten baskın değildir.” (s.121)

Yorum Yok adlı denemesinde kedi tutkunu bir Fransız yazarın (Paul Léautaud)  dünyasını, onun yazdığı günceler üzerinden anlatıyor Salâh Birsel; bu yazarın evinin her yerinde kedilerin cirit attığını, en sevdiklerinin yazarın yastığının üstünde onunla birlikte uyuduklarını, bahçesinde ölen kedilerinin gömülü olduğunu yine o çekici ve karşı konulmaz üslubuyla dile getiriyor. Léautaud’un tiyatro eleştirilerini topladığı kitabını köpeklerine ve özellikle kedilerine adadığını belirten yazarımız şöyle devam ediyor: “Çünkü yazılarının, özellikle de günlüğünün ellerini, ayaklarını onların eşliğinde havalandırmış, aferinlerin dolunayına onların hırhır ve mırmırlarıyla merdiven dayamıştır. Léautaud yoksullar, ezilenler, horlananlar karşısında yürekceğizinin zarpadak yarıldığını duyar ama, genel olarak insanları, ne olur ne olmaz diye, kendi ilgi alanı dışında tutar.” (s.122) Bu denemesinde de okura “ey okur” nidasıyla seslenen Salâh Birsel, Paul Léautaud’dan “monbeyimiz” diye söz ediyor. Kendi gerçeklerine dört elle sarılan bu yazarın evde sürekli oturan, hareketsiz biri olduğundan, daha çok kafasını ve ellerini kullandığından bahsediyor ve bu sıra dışı edebiyatçı hakkında şunları yazıyor: “Kendi gerçeklerine dört elle sarılır, önyargıları, toplumun yalan ve dolanlarını da-en büyük erdem budur-umursamaz. Yığınların hoşuna gitmek için yazı yazmaya hiç dümen kırmamıştır.” (s. 131) Onun, yazdıklarına yorum katmadan olduğu gibi anlatan bir günlükçü olduğunu da belirtiyor Salâh Birsel.

Son deneme, kitaba adını veren Paf ve Puf başlığını taşıyor. Önce sanat tarihine uzanarak ressam Bruegel’in Renoir’ın, Pissaro’nun, Monet’nin ve daha birçok ressamın tablolarında ressamın durduğu yer ve görme biçimlerini analiz ediyoruz Salâh Birsel ile birlikte.  Bu ressamların bir pencereden bakarak bazı eserlerini oluşturduklarını, sanatçının durup baktığı pencerenin tabloda taşıdığı önemi örnekliyor Salâh Birsel. Sonrasında tarih boyunca hayatlarının bir kısmını hapiste geçirmek zorunda kalan yazarların, aydınların ve şairlerin dünyasında, kanatları özgürlüğe açılan pencereler üzerinde duruyor.  “Paf ve puf” her türlü baskı ve şiddet karşısında sığınılan dumanlı bir şeylerdir: “Yazımızın bu noktasına geldiğimize göre paf ve puftan da açmamız gerekiyor. Çünkü, faşoculuğun at oynattığı yerlerde yapılacak tek şey, fosur fosur paf ve puf tüttürmektir.”(s.147) dedikten sonra kendisinin “paf ve puf tüttüren” bir resmini yazısının yanına ekleyerek neşeli ve hoş bir üslupla bu resmini yorumluyor.

Gerçek bir “kelime hokkabazı” olan yazar, bu kitabında da dilimize yepyeni sözcükler kazandırıyor; sıradan görünen kimi sözcüklere inanılmaz bir parıltı ve renk katıyor. Ara sıra “Ey okur” gibi ifadelerle okuruna seslenen,  ilginç ünlemlerle metninde varlığını duyumsatan Salâh Birsel’in bütün denemeleri, gerçek bir okuma şöleni sunuyor; sohbet eder gibi, içten, şakacı, ironik tarzı okuyanda tiryakilik yaratıyor. Paf ve Puf’u okuyup da Salâh Birsel denemeleriyle ilk kez karşılaşanlar, eminim ki bu kitabından sonra onun eserlerine büyük bir ilgi ve merakla yönelecekler…

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (22 Kasım 2013)      

Tüm Yazıları>>>

Yorum yapın