Sabahattin Ali: Türk edebiyatının Kafka’sı | Hasan Saraç

Eylül 7, 2015

Sabahattin Ali: Türk edebiyatının Kafka’sı | Hasan Saraç

SABAHATTIN ALI“Muhakkak ki, bütün insanların birer ruhu vardı ama birçoğu bunun farkında değildi.”

25 Şubat 1907 günü Osmanlı Piyade Binbaşısı Selahattin Ali’nin bir çocuğu dünyaya gelir. Edirne’nin bir kazasında doğan erkek evladına Sabahattin Ali adını koyar babası. Yeni doğan bebek bir melek kadar masumdur elbette. Ama içine doğduğu dünya öyle değildir. Sinsidir, kahpedir, kalleştir. Ne yazık ki yanlış yerde, yanlış zamanda doğmuştur küçük Sabahattin.

Ve bunun bedelini de genç yaşta hayatıyla ödeyecektir.

“İçimizde şeytan var. Can kırıkları var. Nefret var. Yalanlar var. Bir yanımız bizi çoktan terk etmiş, kaçıyor. Melankoli ve hüsran var. Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa.”

1921 yılında emekli olan Binbaşı Selahattin, Marquez’in meşhur albayı gibi bir mektup bekler aylar boyunca. Ancak bir türlü gelmez o mektup, ülkemizin o zorlu kurtuluş mücadelesi yıllarında emekli maaşları bile bazen ödenememektedir. Küçük Sabahattin, Balıkesir Öğretmen Okulu’nda parasız yatılı öğrenci olarak geçirir o sıkıntılı yılları. Ardından İstanbul’a gider ve 1926 yılında Öğretmen Okulu’ndan mezun olur. Sonrasında Eğitim Bakanlığı’nın sınavını kazanıp eğitimine iki yıl da Almanya’da devam eder. Bu deneyim, yıllar sonra yazdığı Kürk Mantolu Madonna adlı eşsiz eseri kazandıracaktır Türk edebiyatına.

Öğretmenlik yaparak yaşamını sürdüren Sabahattin Ali, derin bürokrasinin soğuk yüzüyle ilk kez 1932 yılında, bir ev toplantısında okuduğu bir şiirin jurnallenmesiyle tanışacaktır.

Kesişen hayaller, gerçekler, yazgılar…

1883 yılında Prag’da doğan Kafka “Her devrim gün gelir buharlaşır, ardında yapış yapış bir bürokrasi kalır” demişti bir keresinde. Neyse ki bizim devrimlerimiz çok daha başarılı olmuş, buharlaşmamıştı ama “yapış yapış bir bürokrasi” yine de kalmıştı geride. Fütürist bir yazar olan Kafka, kara mizahını sonuna kadar konuşturmuş, Dava ve Şato adlı iki roman yazmıştı, adına bürokrasi denilen o meşum labirent üzerine. Bu eserleri absürd, paranoyak ve distopyan olarak tanımlar Batılı Edebiyat eleştirmenleri. Oysa hakkında neden bir dava açıldığını bilemeden oradan oraya koşturan Josef K, ya da bürokrasinin labirentlerinde yolunu aramaktan bitap düşen K’nın başına gelenler, Sabahattin Ali’nin yaşadıkları yanında hiç kalırdı. Kim bilir, belki Kafka bile hayal edemezdi bu kadarını.

Okuduğu eleştirel bir şiir yüzünden hapse atılan Sabahattin Ali, üç ay sonra çıkan bir afla salınıverse de artık sicili zedelenmiş, damgalanmış, sakıncalı olmuştur. Bu “bozuk sicil” hayatı boyunca onu sinsice izleyecek, her fırsatta ona bir darbe daha vuracaktır.

1935 yılında, sevdiği kadınla evlenir, iki yıl sonra da Filiz Ali adını koydukları bir kızı olur. Herkes kadar mutlu olma hakkını böylece kullanmıştır sakıncalı yazar. Artık özgürce düşünmenin, daha da pervasızcası, bu düşünceleri dile getirmenin bedelini ödeme zamanı gelmiştir.

icimizdeki-seytan-608590-Front-1Sabahattin Ali’nin, yeni baskısı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan İçimizdeki Şeytan (1940) adlı eserinin özsözünde Selim İleri şöyle der yazar için:

“Sabahattin Ali adını nereden işitmişsem işitmiştim. Eserlerini bulmak olanaksızdı. Bana, Sabahattin Ali’nin tıpkı Nazım Hikmet gibi memlekete zararlı bir insan olduğunu söylediler… Yalnız ‘memlekete zararlılığın’ boyutu kişiden kişiye değişmiş olmalı ki, Sabahattin Ali’yi bazan ‘vatan haini’, bazan ‘vatan haini bir komünist’ falan gibisinden damgalanışlarla tanımıştım…”

Kafka’nın ‘sarsalayan’ darbesinden, Sabahattin Ali’yi ‘öldüren’ darbelere…

“Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi sarsalamıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?” demişti Kafka. 1937 yılında Kuyucaklı Yusuf adlı eserini yazan Sabahattin Ali en çok da bu suçu işlemiştir. Ezilenlerin yaşadığı acıları, maruz kaldığı sömürüyü dile getirmiş ve gücü elinde tutanların Anadolu insanına tepeden bakar tavrını eleştirmiştir. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde başarıyla yansıtır.

Kuyucaklı Yusuf’un basılmasından sonra çok sert eleştirilere hedef olur Sabahattin Ali. Çok darbe alır, yıkılmaz belki, ama elinden memuriyeti alınır. Yalnız, savunmasız, ortada kalır.

“Etrafımız o kadar çirkefle dolu ki, temiz kalmak için tek çare kendi dünyamıza çekilmek ve muhitle, hiç olmazsa manen, alakamızı kesmektir.”

Aklı, mantığı böyle diyordu Sabahattin Ali’nin, ama o tam tersini yapıyor, hiç durmadan sesini yükseltmeye devam ediyordu. “Dünyada her felaketin içinden en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak, hiç sivrilmemektir” diye konuşturuyordu roman kahramanlarını, ama kendi öğütlerini kendisi tutamıyordu.

Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi… İnsanlar benden inanma kabiliyetini almışlardıdiye yakınır Kürk Mantolu Madonna adlı eserinde. Bu sözleri söyleyen hayali bir roman kahramanı değil, kendisidir. Hayata bakışını ise şu sözlerle tanımlar romanın bir başka yerinde:

“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.”

Ayakta kalabildiği son güne kadar üretmeye, yazmaya devam etti Sabahattin Ali. Şiirler yazdı. Pek çoğu yıllar sonra bestelendi. Öykü kitapları yazdı. Derlemeler, çeviriler yaptı, ama çıkardığı dergilerde edebi bir üslupla da olsa, içinde yaşadığı çarpık düzeni eleştirmeye devam etti.

“Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. Hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki ve paye ile ahenk içinde yaşamıyor. Kafaları, zekâ itibarıyla olsun, yarım yamalak bilgileri itibarıyla olsun, merhamete muhtaç bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti…” diye konuşturuyordu müzik öğretmeni Bedri Beyi, İçimizdeki Şeytan’da.

Kurk-Mantolu-Madonna_9530_1Bu kadarı da fazlaydı artık. Mevkilerini her ne pahasına olursa olsun koruma derdine düşmüşlerin bu sözlerin altında kalmaya niyeti yoktu. Gün geldi, yine tutuklandı, yine hapse atıldı. Ancak yirmili yaşlarda bir bekâr değildi artık. Bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ve bir kızı vardı. Bu kez çok ağır geldi Sabahattin Ali’ye mahpushane duvarları.

Zülfü Livaneli’lin besteleyip söylediği Leylim Ley’de:

Yedi yıldır uğramadım yurduma
Dert ortağı aramadım derdime
Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil yüreğine sor beni

diye seslendi sessiz, tepkisiz kalan insanlara.

Sezen Aksu’dan dinlediğimiz Dağlar Dağlar’da

Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır

diye haykırdı uzaklara, yankısını duyamasa da.

Ahmet Kaya’nın seslendirdiği “Geçmiyor Günler” de

Dışarıda mevsim baharmış
Gezip dolaşanlar varmış
Günler su gibi akarmış
Geçmiyor günler geçmiyor

diye ağıt yaktı içi kabardıkça.

Son olarak 1948’de Paşakapısı Cezaevi‘nde üç ay yattı Sabahattin Ali. Hapisten çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başladı. Fazlasıyla sakıncalıydı artık. İşsiz kaldı, yalnız kaldı, yatacak yatak, yazacak yer bulamadı.

Sanki başına gelecekleri görmüş gibi,Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi… Ölsek ne olacak sanki… Onlara ne? Ben onlar için neyim?” diye yazmıştı beş yıl önce Kürk Mantolu Madonnada. Artık yolun sonuna geldiğini hissediyordu.

Bu baskıya daha çok dayanamayacağını anladığında ülkesinden kaçmaya karar verdi. Kendisine yardımcı olması için de Ali Ertekin adında bir adamla anlaştı. Ordudan atılmış bu astsubayın derin devletin adamı olduğunu, istihbaratçılarla iş birliği yaptığını nereden bilecekti?

Franz Kafka kırk bir yaşına günler kala Polonyalı sevgilisi Dora Diamant’ın kollarında, Viyana’daki bir sanatoryumda can vermişti. Sabahattin Ali ise Ali Ertekin adlı meczup tarafından “milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle, 2 Nisan 1948 günü, başına indirilen bir odun darbesiyle Bulgar sınırında öldürülmüştü. O da Kafka gibi kırk bir yaşındaydı.

Cansız bedenleri birbirlerinden çok uzakta toprağa karışsa da, bu iki büyük yazarın ruhlarının sonsuzlukta rastlaşıp dost olacağını düşlemeden edemiyor insan.

Hasan Saraç – edebiyathaber.net (7 Eylül 2015)

Yorum yapın