Refik Durbaş, kendisinin izini sürmekte çocukluğuyla | Duygu Özsüphandağ Yayman

Ocak 4, 2016

Refik Durbaş, kendisinin izini sürmekte çocukluğuyla | Duygu Özsüphandağ Yayman

refikdurbasMücadeleyle, emekle yoğrulan insanların arasından geldiğinden midir, yoksa o insanları yazdığından mı; hayatın izi sürülüyor Durbaş’ın kaleminde. Gazetecilik ile şairlik, kâh omuz omuza kâh birbirinden rol çalarak yürüyor.

“Ömrümü soruyorsun şimdi bana:

Ömür, bir merdiven değil midir

her basamağında çocukluğun ayak izi olan…”

Refik Durbaş’a ömrünü sorduk. Kolay değildi bir şairin, hele ki gazeteci bir şairin onca girintili çıkıntılı yolları bir çırpıda özetleyivermesi. Ama kolaydı da çünkü Refik Durbaş’tı ifade eden. “Hayatın izini sürmeye gelmişti dünyaya” herkes gibi. Altmış yaşına armağan ettiği “Kırk Dört Sıfır Dört” kitabının ilk şiirinde dediği gibiydi. O yüzden önce çocukluk ülkesinden başladı anlatmaya.

Anne-babası evlendikten sonra İzmir’den Erzurum’a gitmişti. Durbaş, Erzurum’da başladığı ilkokulu, 1954’te dedesinin ölümüyle göçtükleri İzmir’de, Necatibey’de bitirmişti. Salihli’de başladığı ortadan, Karataş’ta mezun olmuştu. Mahalle çocuğu olarak girdiği Namık Kemal’den 1965’te şair olarak çıkacaktı: “Oturduğum ev Halilrıfatpaşa son duraktaydı. Bir köprü, köprünün başında da 181 Sokak vardı. Köprünün altı, dereydi. Yağhaneler’den zeytinyağı fabrikalarının suları akar, Mithatpaşa’da caminin yanından denize dökülürdü. Osman Kibar o evleri istimlâk etti. Ben liseye başlayana kadar o dağlarda uçurtma uçurdum. Telden arabalar yapardım. Pekos Bill, Teksas Tommiks, Mike Hammer okurdum. Geceleri karpuzdan fener yapıyorduk. Mahalle çocukluğu… Aklımda şiir yazmak falan yoktu. Lisede edebiyat hocamız İsmet Kültür bize kitaplar getirdi. Sonra ‘Genç Kalemler’ dergisini çıkarmaya başladı. Derste yazdırdığı kompozisyonları dergide yayınlıyordu; hikâye yazmaya başladım. Mahallede başımızdan geçen şeyleri… Sonra bunları Çocuk Haftası dergisine gönderdim. on sayfa yazıyorsun; dergide çıkıyor, on santim. ‘Şiir yazsam yazmam kolaylaşır’ dedim. Şiir yazmaya başladım.”

Sanat paraya tahvil edilmemişken…

O yıllar henüz, sanatın paraya, şöhrete ve sansasyona tahvil edilmediği yıllar… Gazetelerin şiir yayınladığı, İzmir Radyosu’nda Nahit Ulvi Akgün’ün beğendiklerini okuduğu, sonra bunun gazetede haber olduğu; yani okurun da yazarın da akacak mecra bulabildiği ve bir öğretmenin, bir yaşamı değiştirebildiği (belki de hayatın, kendi şiirini yitirmediği) yıllar. Refik Durbaş’ın yayınlanan ilk şiiri 1962’de Ege Ekspres’te çıkan “Velvele”ydi. Lisede Gündüz Badak ile Evrim dergisini çıkardılar. Basın İlan Kurumu sanat dergilerini, arka sayfasına verdiği ilanla desteklerdi. Evrim, yedi yüz elli liralık bu destekle çıktı ama çok sürmeyecekti: “Anadolu’nun birçok yerinde kültür-sanat dergileri çıkıyordu. Sonra büyük gazeteler Basın İlan Kurumu’na dedi ki; sen bu ilanları sanat dergilerine verme. Biz her gün iki sayfa sanat sayfası yapalım. Böyle bir dümenle dergilerin gelirini kestiler.”

İlanlar kesilince aralarında Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Güven Turan’ın bulunduğu Ankaralı sekiz edebiyatçı, İstanbul’dan Halil İbrahim Bahar ile Günay Altıntaş, Evrim’e destek verdi. “Türk dili ve edebiyatına git, öğretmen ol. Sonra buraya gel. Ben emekli olacağım, benim görevimi sen alacaksın” diyen öğretmeni İsmet Kültür’den etkilenen Refik Durbaş, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanmıştı. İstanbul’a gitti, Evrim kapandı ve yeni bir dönem başladı:

“Soyut dergisinde asıl şiirlerimi yazdım. Beyazıt’ta üniversitenin karşısında Beyaz Saray diye bir han vardı. Alt kısmı kitapçılarla doluydu. Bir sanatçı mahfeliydi. Her hafta Behçet Necatigil, Beşiktaş’tan gelir, Beyazıt’ta oturur, on beş günde bir kafa çekerdi. Öyle bir arkadaş çevresi oldu. 1967’de, ‘60 kuşağı şairleri olarak on beş kişi, onar lira verip Alan ‘67’yi çıkardık. Güven Turan Samsun’dan, Ataol Ankara’dan para gönderirdi. Ancak dört sayı çıktı.”

Şiirli röportajlar

Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Papirüs gibi birçok dergide şiirleri yayınlanan Durbaş, 1967’de Yeni İstanbul’da gazeteciliğe başladı. Durbaş’ın solcu şairlerle dostluğu, hocası Mehmet Kaplan’ı rahatsız ediyordu. Cumhuriyet’e geçip 12 Mart döneminde de tezini sununca, ipler koptu. Hocası, “Ne ulan! Tez mez

yok sana. Komünist gazetede çalışıyorsun” deyince, Durbaş bir daha okula uğramadı.

melihcevdetandayYirmi yıl Melih Cevdet Anday ile çalıştığı Cumhuriyet’ten 1992’de emekli olduktan sonra Sabah’ta kitap ve sanat sayfaları yaptı. Yeni Yüzyıl’ın kültür-sanat sayfasını yönetti. Sabah’ta yazdı. Halen Birgün’de köşe yazarı.

Durbaş’ın gazeteciliği ile şairliği, kimi zaman omuz omuza kimi zaman birbirinden rol çalarak gitti. Mesela Cumhuriyet’teki bir matbaa işçisi çocuğu yazdı, “İkinci Baskı” diye. Ya da haber yaparken şiir üretti: “Kapalıçarşı için Hasan Cemal benden röportaj istedi. Kapalıçarşı’yı üç gün dolaştım. ‘Çarşı-yı Kebir’ diye uzun bir şiir yazdım. Hasan Cemal’in önüne koydum. ‘Gazetede şiir mi olur’ dedi. ‘Röportaj’ dedim. ‘Olmaz’ dedi. Düzyazı haline getirdim, gazetede öyle çıktı. Mesleğimin iyi yanı da oldu kötü yanları da… Bazen şiirde kullanacağım imgeler, gazete yazılarına serpildiği için uçup gitti.”

1981’de evleninceye ve askere gidinceye kadar devletle ilişkisi olmayan, askerliğini yapmadığı için yurt dışına çıkamayan Durbaş, yıllık izinlerini Türkiye gezileriyle geçirdi: “Otobüse binerdim. Nereye gidiyor? Eskişehir’e. Bir gün kalırdım, orada dolaşırdım, yola çıkardım. Otobüs nereye gidiyor? Van’a. Oraya giderdim… Evlendikten sonra karıma dedim ki, ‘Cumhuriyet’te otuz gün -hatta on yılı geçtikten sonra kırk beş gün- iznim var. on beş gün seninle Bodrum’a, Assos’a gideriz, tatil yaparız. On beş gün ben başımı alıp giderim.’ Trene biniyordum Diyarbakır’a, Erzurum’a gidiyordum.”

Hem bu şekilde hem de meslek gereği Türkiye’nin gezmediği yeri kalmadı, Durbaş’ın. Siyaset haberlerini dahi halktan toplar olmuştu: “Mehmet Kemal’den öğrendim onu. Seçim öncesi nabız yoklama haberlerine gönderirlerdi. Muhabirler parti binalarına gider, parti başkanlarıyla konuşur. Mehmet Kemal ile Kırklareli’nde hamama gittik. Sonra berberlerin çok konuştuğunun ve insan sarrafı olduğunun farkına vardım. Bir mahalleye gider, berbere sorardım, hangi parti alacak diye. Parti binalarına gitmezdim.”

“Gerisi sorulmaya”

Refik Durbaş, “ey ezilmişlik! / bir gün ben de ulaşacağım kapılarına. / yoksulluğun o sonsuz panayırını aşacağım” dediği gibi emekten, emekçiden yana ya hep; onun şiiri için, “İlk döneminde İkinci Yeni etkisindeydi, sonra toplumculuğa yöneldi” diye yazılır. Evet, İkinci Yeni etkisiyle başlamıştı şiire çünkü o yıllarda Nazım Hikmet yasaktı mesela. Ama hayır; Refik Durbaş İkinci Yeni’yi, toplumculuk karşısına topyekûn terk etmiyordu:

“Yön dergisi Nazım Hikmet’in şiirlerini yayınlamaya başladı. Zaten halkın içinden çıkmış, çalışan bir adamdım. Hükümet konağının altında üç yıl gazete sattım. Birden o dünyayı keşfettim. Onu da kullandım, İkinci Yeni şiirinde. Divan şiirinin ve halk şiirinin de etkisi oldu. İkinci Yeni’ye bakınca, Sezai Karakoç da var İlhan Berk de ama abuk sabuk bir sürü şiir de çıktı. ‘Şiir anlamsızdır’ diye bir şey uydurdular, bunu da İkinci Yeni’ye mal ettiler. Aslında öyle değil.”

Bazen altı ay eline kalem almadığı oluyor Durbaş’ın. 2004’te ise üç yüz altmış beş şiir yazmış; “Altmış yaşıma armağan” diyerek. “Şiir, bisiklete binmek gibidir. Bir öğrendin mi unutmazsın. Bana şiir yazmak daha kolay geliyor. Bazen yazı istiyorlar. Diyorum ki, şiir olarak yazayım” diyen Durbaş, Melih Cevdet’i anıyor: “Melih Cevdet artık kimseyle görüşmek istemiyordu. Ama şiir yazıyordu ve mesela t’lerin kuyruğunu yapamıyordu.” Durbaş, Dağlarca’nın dediğini düstur edinmiş kendine: “Çocuk ve Allah çıktığı zaman bir genç, ona şiirlerini gösteriyor. Dağlarca, ‘Tanrı sana öyle bir güç verecek ki, sağ kolunu kestiği zaman İstanbul’un, sol kolunu keserse Türkiye’nin, sağ bacağını keserse Balkanların, sol bacağını keserse Avrupa’nın en büyük şairi olacaksın diye anlatıyor. Çocuk bacakları gidince ‘Dur!’ diyor, ‘Başlarım onun şiirine!’ Dağlarca da diyor ki; ‘Benim bir gözbebeğim kalsın, bir de kalem tutacak iki tane parmağım. Yeter ki şiir yazayım.’ ”

Ömrünü sormuştuk Durbaş’a; “kendi izdüşümünü” anlattı.

“Refik Durbaş da belki bu yüzden / çocuk gibi çocuk olan kendisinin / izini sürmekte çocukluğuyla… / Gerisi sorulmaya…” idi; sorulmadı.

Duygu Özsüphandağ Yayman – edebiyathaber.net (4 Ocak 2016)

Yorum yapın