Postmodernizmin paradoksu: Direniş | İsmail Gezgin

Temmuz 17, 2013

Postmodernizmin paradoksu: Direniş | İsmail Gezgin

“Beni emperyalizmin uşağı olmakla suçluyorlardı,

oysa ben sosyalizmin kategorilerini yeniden ele alıyordum…

‘Satılmış’ olmakla suçlanıp hakarete uğramayı

hak etmeyecek kadar uzun süre

hapis cezası almış biriydim…”

A. Negri

Dünya dönüyor, eskisinden de hızla yuvarlanarak dönüyor ve insanın ürettiği en büyük ikinci kültür sona yaklaşıldığını gösterecek alarmlar veriyor. İlk alet yapımının üzerinden 2,5 milyon, ilk tarımsal faaliyetin üzerinden yaklaşık 10 bin yıl geçmişken, dünyanın üzerinde yaşayan türlerden sadece birisi olan insan, yeni bir istasyona gelmiş durumda. Değişen doğa koşulları, kalabalıklaşan insan nüfusu, gelişen teknoloji periyodik biçimde yaşamın, insanlararası ilişkilere bağlı olarak değişmesini zorunlu kılıyor. Geleneksel tarım kültüründen Aydınlanma’nın hakikatine ve Postmodernliğin yıkıcılığına devinim giderek artıyor. Dünya her döndüğünde biraz daha güneşten uzaklaşmasına karşın, yıllar daha hızlı akıp gidiyor. Hiçbir geleneğin sürekliliğini, sürdürülebilirliğini mümkün kılmayan bir hızla dönüyor, dönüşüyor her şey. Artık ebeveynlerin çocuklarına aktaracakları bir deneyim bile söz konusu değil. Hatta hızla dönüşen hayat koşullarında biraz duraksadığında insanın kendi yaşam tecrübeleri bile devre dışı kalıyor. Yenilikleri, devinimleri anlamak, duraksayan insan için imkânsızlaştı…

Bu hızlı devinim, çok şeyin yanı sıra insanın kendi öz biyolojik gerçekliğinden uzaklaşmasına yol açtı. İçindeki, ölümden kaynaklı eksikliğinin yerini dolduran kapitalizm, bir sürü biyolojik canlıdan bir makine yarattı. Kristeva’nın deyimiyle insan doymak bilmeyen pleonexia’ya döndü; hep daha fazla şeye sahip olma arzusu, tatmin edilmesi imkânsız iştah. Uygarlığın özellikle de kapitalizmin insanı getirdiği bu nokta, kalabalıkların harmonik bir ilişki sağlaması için iktidarın kendini sürekli olarak yenilemesini de beraberinde getirmişti. Kapitalizmin tüm nimetlerinden yararlanan iktidar, yaşamın her alanına sirayet etmiş, biyo-iktidara ve totalitarizme dönüşmüştür. Tebaasının ne yiyeceğinden, nasıl bir evde yaşayacağından, nasıl sevişeceğinden, kaç çocuk yapacağına kadar uygulanan biyo-politikalar iktidarın egemenliğini biyolojik alana taşımayı başarmıştır. İnsanların bireysel özelliklerini yitirip çoğunluğa uymaya zorlanması, normatif düzene uyum sağlayamayanlar için yaşamı cehenneme çevirmiştir. Kapitalizmin nihai noktası plaza kültürü ise bu işleyişi kolaylaştıran unsurların başında gelmiştir. Bu politikalar ölümden başka bir şey getirmemektedir; herkesin kalabalıklara karışarak yok olması arzusu, iktidarın güç arzusudur. Bu, iktidarın egemen bir makine olduğunu ve onun doğası gereği aşkın olduğunu işaret eder gibi göstermekle beraber, iktidarın da en zayıf noktasını ortaya sermektedir.

En azından Antonio Negri, Porselen Yapımı: Politikanın Yeni Bir Grameri İçin (çeviren Elyasa Koytak, yayımlayan Monokl Yayınları) adlı eserinde M. Foucault’nun iktidar kavramına atıfta bulunarak, “kapitalist iktidarın toplumun bütününe yayılmasının aslında itaatsizliğin toplumsal yayılmasının karşılığı olduğunu” ileri sürmektedir. “Esasen toplumsal gerçekliğin sermaye tarafından gerçekten kapsanmasıyla tanımlanan bu dünya, hiç şüphesiz ilişki imkânlarını donduruyor ve etkisizleştiriyorsa da, direnişe, bir güç olarak özgürlüğe veya yeniliğin kuruluşuna bir şey yapamıyor.” Gerçekten de kapitalizmin daha fazla hacim kaplayabilmek için biyo-politikalara ihtiyaç duyması kaçınılmaz gibi görünüyor. İnsanları bireyler olarak değil de inşa edilmiş nüfuslar olarak yönetme arzusundaki iktidarın en büyük silahı ise refahın artırılmasıdır. Bireyin ve eğitilebilir bedeninin fark edilmesi iktidarın biyo-politika için kendini dönüştürmesine yol açmıştı. Böylece yaşam iktidarın idare alanının bir parçası haline gelmiştir. Ancak iktidarın yaşamı tümüyle kıskaca alması, yaşamın aktörlerinin de iktidara karşı güçlü bir tepki potansiyelini taşımaktadır… Negri çalışmasında Foucault’ya atıfla şöyle der: “İktidar yaygınlaştıkça, her türlü toplumsal ilişkiye nüfuz ettikçe ve bunun sonucunda eski ikili sınıf ilişkileri yerini, her zamankinden daha incelikli, daha görünmez ve daha etkili bir iktidar analitiğine bırakarak ortadan kalktıkça, karşıtlık da toplumsal dünyanın bütününe yayılır ve toplumsal dünyayı oluşturan bütün doku birimlere sirayet eder…

Bununla birlikte bazı kavramların da değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Tepkilerin eski eylem biçimleriyle devam etmesini bekleyemeyiz. Çünkü üretim ve emek gibi kavramların da postmodern kapitalist dünyada yeniden ele alınmaları gerekmektedir. Örneğin eskiden emekçi denildiğinde bedeniyle üretim sürecinde yer alan insanlar akla gelmekteydi. Oysa bugün bu kavramın içine bilişsel üretim süreçlerinde bulunan zihinsel emekçiler de dahil edilmelidir. Bu durumda iktidarın sömürgeleştiren politikalarına karşı oluşacak tepkilerin içeriği de bir hayli değişecektir ki son iki ayda başta İstanbul’da olmak üzere Türkiye’de gerçekleşen eylem çeşitliliği ve içeriği bunun güzel bir örneğidir.  Bu yüzden NegriBizim şimdi postmodernin yeni direniş dünyası olarak tanınması üzerine çalışmamız gerekiyor” demektedir.

Elyasa Koytak’ın harika çevirisiyle yayımlanan ve Paris’te verdiği dersleri içeren bu çalışmada Antonio Negri, Modernlikten Postmodernliğe geçişte kimi kavramları yeniden düşünmeyi hedeflemiş ve özellikle günümüzün Gezi Direnişi gibi postmodern eylemlerini iki binli yılların başında öngörmüştür. Sel Yayıncılık tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlanan, H. Lefebvrenin Kentsel Devrim ve Gündelik Hayatın Eleştirisi I-II kitaplarıyla birlikte günümüzü anlamaya yarayacak önemli kitaplardan birisi Porselen Yapımı. Antonio Negri, kitabın ismi konusunda da şunları söylemektedir:

Bütün endişe ve kuşkularımı bir kenara bırakıp isim olarak sonunda Porselen Yapımı’nı tercih ettim, benim meşhur sakarlığımı bilenler bu imgeye güleceklerdir… Bu derslerin ortak bir nefes kadar, ümitleri, girişimleri, beklentileri ve hareketleri kırılganlaştıran ve garip dünyamızdaki bütün varoluşları sarsan bir fırtınayı da içerdiğini sanıyorum. Büyük bir rüzgâr bu: Yüzlerimizi tokatlamasına rağmen geçip gittikten sonra geride berrak bir gökyüzü ve yeniden canlanan bir doğa bırakan ve böylece yeni bir yaşam ve mücadele için gereken kuvvetlerin ortaya çıkmasını sağlayan bahar rüzgârları gibi.

İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (17 Temmuz 2013)

Tüm Yazıları>>>

Yorum yapın