Polat Özlüoğlu: “Kırmızı rengi bu coğrafyanın kadim rengidir.”

Şubat 18, 2016

Polat Özlüoğlu: “Kırmızı rengi bu coğrafyanın kadim rengidir.”

polat-ozluogluSevgili Polat Özlüoğlu’yla “Günlerden Kırmızı” kitabı üzerine yaptığımız söyleşi, yüreklerdeki acılara ışık tutacak denli güçlü bir yazın diliyle verimlenmiş. Sanki fotoğrafı çekilmiş birçok karakterden oluşuyor kitaptaki öyküler. Yaşama, insana dair duygular tüm çıplaklığı ile karşımızda.

Yaşamın kıyılarında geziniyor, bütün öyküleriyle okuru hızla metinlerin içine alıveriyor. Soluksuz okunan bir kitap…

Biraz kendinizden söz ederek başlayalım mı Polat Özlüoğlu, neler yaparsınız, günlerinizi nasıl geçirirsiniz? Hem çalışıp hem de yazmak zor mudur? Yazmaya nasıl zaman ayırabiliyorsunuz?

İşimden arta kalan zamanı elimden geldiğince okumaya ve yazmaya ayırıyorum. Bu yüzden günlerim kitap okuyarak ve öykü yazarak geçer. Öykülerimi genelde hafta sonları yazıyorum. Öyküyü yazdıktan sonra ise benim için zorlu bir süreç başlar. Öykü üzerindeki çalışmam günlerimi, gecelerimi bazen haftalarımı alır. Hem çalışıp hem yazmak zor tabii ki ama bir şekilde hayatımızı idame ettirmek içinde çalışmalıyız. Necip Fazıl Kısakürek, Ümit Yaşar Oğuzcan gibi ben de bankacıyım.

Uzun öyküler yazmayı seviyorsunuz sanırım. Pekiyi bu öyküleri bu kadar derin nasıl anlatabiliyorsunuz? Öyküde yoğunluk için neler söylersiniz?

Evet uzun öyküler yazmayı seviyorum. Çok kısa öykü yazamıyorum. Ne kadar çabalasam da öykünün içindeki bir olayın ya da bir kahramanın peşinden ben de gidiyorum, metnin içine okuru peşimden sürüklemeyi seviyorum galiba. Derinlikse metinde kullandığım dilden kaynaklanıyor bence. Bir öykünün olay örgüsü, kurgusu, çatısı ve kahramanları ne kadar gerçek ya da gerçekçi olursa olsun kullandığı dil sizi sararsa o öyküdeki derinlik de o kadar yoğunluk kazanır. Zor öyküler yazmayı seviyorum. Okurla birlikte o yoğunluğun içinde gözlerim kapalı ilerlemeyi seviyorum. Okurla görünen gerçeklerden ziyade görünmeyen, yüzeyin altında saklı kalan üstü örtülmüş gerçekleri kazımayı seviyorum.

Kırmızının öykülerinden yola çıkarsak sizin için önemi nedir?

Kırmızı rengi bu coğrafyanın kadim rengidir. Asırlardır bu topraklar kırmızıya bulanmış, mahkum olmuştur, memleketimizin dört bir yanının kan akmayan bir santimetre karesi yoktur. Kırmızı aynı zamanda yoğun ve aşırı duygusal bir renktir, aslında aşkın rengidir. Ancak bu kitaptaki öykülerden yola çıkarsak kırmızı benim için acıyı, isyanı, ölümü, kayıpları, kaybedişleri, direnişi temsil ediyor. Kırmızı beni acıtan bir renk uzun zamandır, maalesef canımı yakıyor. O yüzden Günlerden Kırmızı.

Yazarken kendinizi nasıl duyumsarsınız? Mutlu mu özgür mü yoksa umutlu ya da yazdığınız karakterlerin yaşamlarına göre üzgün, tedirgin, onlara karşı sorumlu mu? Karakterlerinize acır mısınız, onlar için neler söylersiniz biz okurlara? Kitabınızda sizi en çok hangi karakter üzdü, sevindirdi ya da hangi kahramanınızı yüreğinizde daha çok yaşattınız?

Yazarken yalnızlığa sığınırım. Uzun zamandır mutlu bir öykü yazamıyorum. Mutlu sonla biten bir öyküm ne zamandır yok. Mutlu bir insan değilim belki de. Bu ülkede ölümsüz, şiddetsiz, saldırısız mutlu bir güne ne zaman uyanabileceğimizi kestirmek gerçekten zor. Gördüklerimden, tanık olduklarımdan, okuduklarımdan, seyrettiklerimden mutlu değilim, içine sürüklendiğimiz darboğazdan, savaştan, katliamlardan, yoksulluktan, susturulmaktan mutlu değilim. Pisi pisine yaşamaktan, ölümün bu kadar kıyısında durmaktan, küçücük çocukların kıyılara vurmasından, sokaklara salınmasından mutlu değilim. Karakterlerimin yerine koyarım kendimi. Onlarla birlikte nefes alırım, onlarla birlikte yürürüm kalemin ucunda, ıssız sokaklarda, onlarla dayak yer, onlarla kurşunlanırım, el yordamıyla onlarla birlikte ilerlerim. Karakterlerime acımam, çünkü acımak için yazmıyorum hiçbiri acınacak karakterler değiller, hepsi gerçek, hepsi direnen, isyan eden insanlar, kimi açlık grevinde, kimi sokakta, kimi barikatlarda, kimi ölümü göze alarak direnirler hayatın acımasızlıklarına. Onlar benim kahramanlarım. İçimde hep umut var ancak yazarken onlarla kaybolduğum da oluyor. Ama yazarken özgür hissederim. Ne okurun, ne de dışarının baskısı altında hissetmem kendimi, kimseye karşı sorumlu değilim, benim sorumluluğum vicdanımadır. Çünkü içimden geldiği gibi yazıyorum. Hiçbirinin baskın gölgesi yoktur sayfalarda. Hepsi yaşayan, gerçek kahramanlardır.

Sen Yoktun Daha, gerçekten beni çok etkiledi. Bu öykünün sizde bıraktığı etkiyi biraz anlatır mısınız?

Bu öykü aslında son yazdığım öyküdür ve kitaba en son giren öyküdür. Ancak yazdıktan sonra öyküyü defalarca okudum. Uzun süre öykünün içinde isimsiz kahramanla ben de dolaştım. El ele ilerledik metnin içinde. Öyküde işkence gören, tecavüze uğrayan ve hamile kalan kahramanın açlık grevine başlayarak hem kendi canına hem de karnında taşıdığı cana kıyma kararı bir nevi intiharı seçmesi benim yazmak istediğim bir son değildi ama bir şekilde yazmak zorundaydım. Yazmasaydım kahramana ihanet etmiş olacaktım. Benim de başta kurguladığım bir son değildi bu, ancak öyküyü yazarken bir şekilde bunun benim kararım değil kahramanın seçimi olduğunu anladım ve bilinç akışı yöntemiyle yazdığım bir öykü olduğu için de kalemimi geri çekmedim, onun kararına saygı duydum ve yazdım. Zor bir metindir. Okuyup da diğer öyküye geçmek zordur. Ben de bu öyküden sonra bir süre yazamadım.

Yazma serüvenini, yazarken yaşadığınız duyguları biraz anlatır mısınız? Yazmanın sizin için önemi nedir öncelikle? Örnek aldığınız öykücüler var mı? Neler okur Polat Özlüoğlu?

Yazmak benim için büyülü bir serüven. Yazarken kendimi özgür hissediyorum. Hiçbir ideoloji, düşünce, önyargı ya da kalıbın içinden bakmıyorum, bakmamaya özen gösteriyorum. Yazarken içime kapanıyorum. Tabii ki büyük öykü ustalarımızın rehberliği her metinde devam etmektedir. Ama günümüz öykücülerini de takip ediyorum. Hatta her yeni çıkan öykü kitabını da okuyorum. Son dönemde beğendiğim isimler arasında Yalçın Tosun, Sema Kaygusuz, Sibel Öz, Mehmet Erte, Ahmet Büke ilk anda aklıma gelenler.

Öyküler kadar kapaktaki resim de ilginç. Okuru kendine hemen çekebilecek bir görünüm var kitabın kapağında. Başarılı olduğunu düşünüyorum. Öyküleriniz kadar derin bu resim de! Sanırım bir şeyler söylemek istersiniz bu konuda.

Kapak konusu çok soruluyor gerçekten, akılda kalıcı ve herkesin beğendiği bir tasarım. Kapakla ilgili epey bir çaba harcadık kardeşimle. Kapağın tasarımı kardeşim Leyla Özlüoğlu’na ait. Ancak yayınevi ile biraz zorluk yaşadık kapakla ilgili neyse ki editörüm Sibel Öz sayesinde bu kapakta karar kıldık. Bence kitabın ismine, içeriğine, ruhuna tercüman olan bir kapak. Sonuçta ne kadar siyasi gerçeklere ayna tutan öykülerden oluşsa da kitap, içindeki öykülerin edebi yönü ağır basan metinlerden oluşuyor.

gunlerden-kirmiziYazma aşamasından sonra basım aşaması gelir ki en sancılı anlar da o zaman başlar. Siz nasıl bir deneyim yaşadınız, okurlarımızla paylaşır mısınız?

Benim serüvenim biraz daha farklı oldu. Öyküleri dosya haline getirdikten sonra birkaç yayınevine gönderdim ve beklemeye başladım. Bazı yayınevleri altı ay gibi süre verdiler. Ancak NOTABENE bir aydan az bir zamanda döndü. Benim için de çok şaşırtıcı ve ani oldu. Editörümle iletişim kurduktan sonraysa her şey çok çabuk gelişti.

Sizi neler etkiler? Öykü yazmak için nasıl bir ortam ararsınız? Olaylar mı? Yaşadıklarınız mı? Gözlemledikleriniz mi?

Beni her şey etkiliyor yazma serüvenimde. Okuduklarım, seyrettiğim filmler, gördüklerim, duyduklarım, bu coğrafyada başımıza gelen, gelmesi olası olaylar, gazetede bir haber, haksızlık, hukuksuzluk, şiddet, baskı her şey etkiliyor. Öykü yazmak için bir masa ve bir sandalye yeter, kalabalıkta, kafede, evde her yerde yazabiliyorum.

Öykülerinizi yazarken baştan tasarlayıp planlar yapar mısınız? Nasıl gelir öyküler size? Karakterlerinizi oluştururken, kurgularken o yazma dünyasını anlatırsanız belki yazmaya yeni gönül verecekler açısından yararlı bir söyleşi de yapmış oluruz böylece.

Öykü yazarken genellikle hiçbir şey tasarlamadan otururum defterimin başına, belki konu belirlenmiş olur. Soma ya da Cumartesi Anneleri ile ilgili öykü yazarken kafamda konu vardı ama karakterler yazarken düşer kalemimden sayfalara, bazen de sadece bir isimden yola çıkarak, ‘Mükafat’ mesela, ‘Köşe Yastığı’ öyküsü bir isimle doğmuştur. Ama bazen küçük notlar alıp da yazdığım öyküler mevcuttur.

Marquez’in öykülerini düşündüm ikinci öykünüzü okurken. Bilinç akışı, gerçeküstülük için neler düşünürsünüz? Bence büyülü gerçeklik de var bu ikinci öykünüzde. Düşüncelerinizi almak isterim. Son yıllarda bilinç akışıyla yazmak epey özenilir bir tür oldu. Siz öykülerinizin ışığında bize biraz ipuçları verir misiniz?

Marquez’i, Borges’i okumaktan büyük keyif alırım. Gerçekle düşün, büyünün kol kola gözleri kapalı ilerlediği metinler okumak ve becerebilirsem de yazmaktan haz duyarım. ‘Varla Yok’ öyküsü yıllardır içimize diken gibi batan bir gerçeğin, kayıpların, Cumartesi Annelerinin hikayesidir. Bu kayıpların gün yüzüne çıkarılması için yılmadan bekleyen, mücadele veren, umudunu hiç kaybetmeyen yüzlerce annenin öyküsüdür. Canımızı yakacak derecede gerçek ancak bir yanıyla da gerçek olamayacak kadar imkansız, inanılması güç bir bekleyiş öyküsü. Düşünürken bile tüylerim diken diken oluyor.  Öyle bir çaresizlik ki ilacı yok. Bilinç akışı ile ilgili de ben öykü dilinde her tekniği kullanmaya çalışıyorum. Yeni yeni teknikler denemek hoşuma gidiyor. Ve bilinç akışıyla da kahramanın bilinçaltından hareketle kendi bilinçaltımın derinliklerinde gizlenen kapıları da aralamama yardımcı oluyor.

Sizce, kurgu ve hikâyeyi (gerçekle düşü) birbirinden ayıran en önemli fark nedir? Öykülerinizi kurgularken neler düşünürsünüz? Belki de karakterleriniz kurguyu alır götürür, ne dersiniz? Onlara siz mi hükmedersiniz yoksa onlar kendi öykülerini mi yazdırırlar size? Sımsıcak bir diliniz var, insanın acılarını okura aktarıyorsunuz. Yaşıyoruz adeta okurken, sizce de böyle mi?

Ben gerçekle düşün kol kola olmasından yanayım metin içinde. Yazarken kurgu üzerine fazla düşünmem benim için önemli olan bu öyküyü bana yazdıran sorudur. Neden yazıyorum? Bu kitaptaki öykülerde kurguladığım dünya zaten bildiğimiz, yaşadığımız, hepimizin başına gelen ya da gelebilecek toplumsal olaylarla bezeli, bazen görmezden geldiğimiz, bazen unuttuğumuz, bazen kaçtığımız, bazen de içinde kaybolduğumuz gerçek bir dünya. Ben gerçekleri yazıyorum, üzerinde yaşadığımız toprakların çocuklarını yazıyorum. Geziyi, Maraş’ı, Soma’yı, Dersim’i sınırlarda yaşananları, kayıpları, Cumartesi annelerini yazıyorum. Tabii ki bütün bunları yazarken kullandığım dile çok önem veriyorum. Oluşturmaya çalıştığım öykü dili bu yüzden bu kadar acıtıyor okuyanı, bu yüzden kitaptaki metinler hemen okunup sindirilecek metinler değil. Zor bir metin ve yüzleşmek zorunda bırakan bir dil mevcut. Okurlardan geri dönüşler oluyor bu zorluk konusunda. Kitabı bir kerede okuyup bitiren çok okurum yok. Bu güzel bir şey benim için. Maruz kaldığımız ölümleri, acıları, zorlukları, genel geçer egemen medyanın ve oluşturulan suni toplumsal hafızanın yok saymaya çalıştığı bu toprakların gerçeklerini bu kitapta bulabilirsiniz.

Anlattığınız öyküler konu itibariyle birçok yazar tarafından işlendi ama sizin anlattıklarınızla yazınımız yeni bir öykü anlayışıyla, bakış açısıyla karşılaştı, sanki yeniden, özgünce oluşmuş. Bunu nasıl bir çalışmaya borçlusunuz?

Sanırım bunu öncelikle sağlayan değerli hocam Selda Uzunkaya. Onun metin üzerine getirdiği eleştirel bakış açısı ve yol göstericiliği metindeki boşlukları su yüzüne çıkarıyor ve metin içinde daha bilinçli yürümeme yardımcı oluyor. Yazınımızda yaratmaya çalıştığım fark üzerine söyleyebileceğim tek şey ben yazdığım metnin içindeyim, dışından bakamıyorum ve yazarken de kelimelerle kurduğum dünyanın içinde ben de karakterlerle el ele, omuz omuza ilerliyorum, ben de saklanıyorum, koşuyorum, korkuyorum, ya da düşüyorum. Bu yüzden öyküde daha gerçek bir dil inşa ettiğime inanıyorum. İçerden bakıyorum. Biraz da vicdani bir borç ödüyorum bu öykülerle.

Tabii genel olarak edebiyattan konuşursak sizce bir öykünün, romanın iyi ya da kötü olduğunu metin mi yoksa kullandığı dil mi gösterir? Siz öyküye romana nereden bakarsınız? Öykü sizin için ne ifade eder? İleride roman da yazmak ister misiniz?

Benim için konu, olay, karakterden ziyade öncelikli olan dildir. Kullandığınız dil özgünse metin zaten sağlam bir zemine oturur ve kurgu bozulmaz. Bu yüzden romanda da, öyküde de beni ilk sayfalardan itibaren kitaba bağlayan dildir. Daha sonra metnin bir sorusu olmalıdır. Metin okura soru ya da sorular sordurmalıdır. Cevap vermek zorunda değildir, öyle bir yükümlülüğü yoktur. Ama sorunu dile getirmesi gerekir. Kahramanlar da ne kadar gerçekçi olursa öykü de o kadar okura dokunur. Olay örgüsü zaten olmazsa olmazdır. Roman çok uzak bir ihtimal gibi geliyor bana. Şu anda yazmayı düşünmüyorum. Öykü yazmayı seviyorum.

Son olarak yeni çalışmalarınız var mı? Yepyeni bir öykü anlayışı getireceğinizi düşünüyorum. Bize neler yazdığınızı, yazacaklarınızı, en önemlisi de yeni bir kitap ufukta görünecek mi, neler demek istersiniz?

Öykü yazmaya devam ediyorum. İçimde biriken bir sürü öykü var. Elimde olsa ve tabii imkanım olsa sabahtan akşama sadece okuyup yazabilsem ancak böyle bir durumum yok. Katıldığım öykü atölyesi ve işlik toplantıları mevcut. Dolayısı ile okuma ve yazma serüvenim sürüyor. Şunu söyleyebilirim ki neredeyse her hafta bir öykü yazmaya çalışıyorum. Okumak ve yazmak bir öykücünün en iyi yoldaşıdır bence. Okumadan yazamam diye düşünüyorum.

Bu güzel söyleşi için teşekkürler.

Söyleşi: Umut Sağlam – edebiyathaber.net (18 Şubat 2016)

Yorum yapın