Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un doğuşu | Rüveyda Gürcan

Nisan 7, 2016

Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un doğuşu | Rüveyda Gürcan

pera-palasta-gece-yarisi-kitabi-charles-kingPera Palas’ta Gece Yarısı, Charles King’in, Kitap Yayınevinden çıkan ikinci eseri. Yazar bu kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına uzanan süreçte modern İstanbul’un doğuşunu resmediyor. Çok sesli, alternatif ve mikro bir tarih anlayışıyla kaleme alınmış, roman tadında bir araştırma kitabı sunuluyor okura. Zira, “Devrimlerden söz ederiz, imparatorlukların çöküşünden, savaşlardan, insanların büyük göçlerinden; hepsinin sabit başlangıç ve bitiş tarihleri vardır. Ama kimse hayatını böyle yaşamaz.”

Ekim 1883’te bir Pazar akşamı, birkaç vagonluk bir tren Paris’in Doğu Garı’ndan hareket eder. ‘Orient Express’ adı verilen trenin ilk yolculuğudur bu. Pera Palas ise 1892’de, İmparatorluğun başkentini görmeye gelen Orient Express yolcularına hizmet vermek üzere kurulmuştur. Mermer merdivenlerin arasından bir kuş kafesi gibi yükselen ahşap ve demir karışımı asansörüyle Otel, Şark’a giden yolda Garp’ın son fısıltısı gibidir. İstanbul’un en gözde mahallesi Pera’ya bakmaktadır. Yazara göre, “Bedeli karşılığında her türlü serkeşliğin yapılabildiği bir semttir Pera. Köprüyü geçip Las Vegas’a gitmek gibi bir şeydir.”

Kitabın ismi neden Pera Palas’ta Gece Yarısı? Cevap, kitapta karşılaştığımız bir cümlede saklı. 31 Aralık 1925 akşamı Pera Palas’ta toplananlar ilk kez yılbaşını, gece yarısında, hep beraber kutlamaktadırlar. İstanbullular daha önce hiçbir zaman aynı saati, aynı ayı ve yılı kullanmamışlardır. Cumhuriyet hükümeti hâlâ Hicri takvimi, Rum Ortodokslar Jülyen takvimini kullanırken, Yahudiler özel günlerini Ay’a, Müslümanlar ise zamanlarını namaz vakitlerine göre hesaplamaktadırlar.

King, Türkiye’nin batılılaşma serüveninde önemli bir sembol olan Pera Palas Oteli’nin tarihini anlatırken Pera’nın; Pera’nın tarihini anlatırken İstanbul’un; İstanbul’un tarihini anlatırken de Türkiye’nin tarihini anlatır aslında.

Pera Palas’ta Gece Yarısı, Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesinden Varlık vergisinin uygulandığı 1940’lı yıllara uzanan bir dönemi kapsamaktadır. Okul sıralarında ezberlediğimiz muktedirlerin tarihi rafa kaldırılmalıdır; ajanların, mültecilerin, güçsüzlerin, azınlıkta kalanların tarihidir söz konusu olan. Kitaba ilişkin notların 23 sayfa, arşivler ve özel koleksiyonları hatta ses kayıtlarını da içeren kaynakçanın da 16 sayfa olduğu göz önünde bulundurulursa, okura kapsamlı bir çalışmanın sunulduğu açıktır. Selahattin Giz arşivinden alınan özel fotoğraflarla renklendirilen eser, yakın tarihimize tutulan bir aynadır…

Aynadan yansıyanlara gelince… Kitabın mekânı İstanbul, ülkenin ve dünyanın geçirdiği tüm dönüşümlerin dilsiz tanığı gibidir. Şehir, devrimden sonra Bolşevik Rusya’yı terk etmek zorunda bırakılan Beyaz Rusların istasyonu olmuşken; ikinci dünya savaşı boyunca Nazilerin işsiz bıraktığı Yahudi akademisyenlerin de limanı olacaktır. Eski Rus seçkinleri, Tolstoylar İstanbul’u kısa süreliğine mesken tutacak; o zamanlar genç ve heyecanlı bir muhabir olan Ernest Hemingway “İstanbul’dan bildirecek”tir. “Ajanlar”ın cirit attığı şehrin arka sokakları esrarengiz yeraltı faaliyetlerine sahne olacaktır. Agatha Christie ise 1920’lerde şehre ilk gelişinde, “Tımarhaneye Haydarpaşa Garı’ndan daha fazla benzeyen bir yer hayal bile edilemez” diye yazacaktır!

Sürgün edildiği İstanbul’a 12 Şubat 1929’da ayak basan “Kızılların lideri” Lev Troçki’nin Büyükada’da geçirdiği yıllar, Nazım Hikmet ve Halide Edip Adıvar’ın siyasi mücadelelerine dair detaylar, Struma mülteci gemisi faciası, Pera Palas’ın lobisinde işlenen suikast, Mübadele, Maksim’in kuruluşu, İstanbul’a sinemanın gelişi, Ayasofya’nın tarihi kitapta karşılaşılan muhtelif konulardan sadece bir kısmıdır…

Kitapta pek çok ilginç detaya da yer verilmektedir: 1932’de Kâinat Güzeli seçilecek olan Keriman Halis’i Belçika’da düzenlenen müsabakaya uğurlamak için Taksim Meydanı’na yirmi bin İstanbullu gelmiştir. 1926’da belediye Çarliston dansını yasaklamak zorunda kalmıştır; ama bu yasağın sebebi dansın Müslümanların fıtratına dokunması değil, hastanelere yara bere içinde gelenlerin rekor sayıya ulaşmasıdır.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen önce, İstanbul’da, Osmanlıca on bir, Rumca yedi, Ermenice beş, Ladino ve yerel Yahudilerin konuştuğu diğer dillerde dört gazete çıktığını da öğreniriz kitaptan. Zamanla kaybolan bir çoksesliliktir bu… Kendilerini sultanın tebaası olarak addeden son kuşak İstanbullulardan tangoyu yerlileştiren Müslüman Seyyan Hanım, Ermeni Udi Hrant Kenkulyan, Yahudi Rebetiko sanatçısı Rosa Eskenazi hiçbir zaman birlikte sahneye çıkamamış olsalar da yanık sesleriyle aynı yitip gidenlere ağlar gibidirler. Yunanistan’ın önde gelen futbol takımlarından PAOK’un açılımında hâlâ Konstantinupolis adı bulunmaktadır, çünkü bu takım Osmanlı dönemi İstanbul’unda kurulmuştur; İstanbul’daki bir apartmanın mimarı ise pekâlâ bir Rum olabilir. King’in de ifade ettiği gibi, o dönemde,  Türkiye’de “İnsanlar milliyetçilerin istediğinden çok daha karmaşık hayatlar sürdürmeyi her nasılsa başarıyorlardı.”

Tanpınar’ın iki dünya savaşı arasındaki İstanbul’u anlatan romanı Huzurda karakterlerden biri, “O halde maziyi tasfiye ediyoruz?” diye sorar. Arkadaşı cevap verir: “Elbette… Fakat icabeden yerlerde.” “İcabeden yerlerde” tasfiye edilen mazinin, inkâr edilen bir geçmişin çok sesli dünyasını keşfetmek, ve tarihimizin izbe köşeleriyle yüzleşmek isteyenler için eşsiz bir kaynak Pera Palas’ta Gece Yarısı. Savaşlar, devrimler, sürgünler, siyasi anlaşmazlıklar yüzünden köklerinden sökülen insanlara dair okuyacakları, kuşkusuz, bugüne bakışını da değiştirecektir okurun. Ama elbette, “icabeden yerlerde”…

Rüveyda Gürcan – edebiyathaber.net (7 Nisan 2016)

Yorum yapın