Pelin Temur, David Harvey’in “Paris, Modernitenin Başkenti” adlı kitabı üzerine yazdı: Anlatılan senin hikayendir!

Nisan 17, 2012

Pelin Temur, David Harvey’in “Paris, Modernitenin Başkenti” adlı kitabı üzerine yazdı: Anlatılan senin hikayendir!

Yer: Paris

Tarih: 1830-1871 arası

Kahramanlar: Çamaşırcı kadınlar, pansiyon sahipleri, kiracılar, zanaatkarlar, işçiler, öğrenciler, fahişeler, öğretmenler, arsa sahipleri, spekülatörler, barikatlarda savaşanlar, flaneur, Balzac, Baudelaire, Flaubert, Zola, George Sand, Daumier, Thiers, Haussmann, Saint Simon, Varlin, Proudhon, Marks ve diğerleri…

“Moderniteye dair mitlerden biri de onun geçmişle kökten bir kopuş oluşturduğudur.” David Harvey’in, Paris, Modernitenin Başkenti kitabında, müthiş bir ayrıntı zenginliğiyle etrafında dolaştığı soru bununla ilgili: Modernite gerçekten bir kopuş mudur? Yoksa Sanit Simon kaynaklı ve Marks’ın içtenlikle benimsediği alternatif modernleşme teorisinde olduğu gibi, hiçbir toplumsal düzen, zaten var olan durumunda kuluçkada bulunmayan değişimleri gerçekleştiremez mi? Var olan durum, yeninin özelliklerini içinde taşır mı? Yeni’ye dair işaretler tespit edilebilir mi? Sanat ve özelde edebiyat bunu mu yapmaktadır? Bu ara oldukça fazla insanın kafasını meşgul eden ve dönüp tarihe, edebiyata tekrar bakmalarına neden olan bir soru bu. Çünkü bu soruya verilecek yanıt, tarihi algılayıştan, güncel politika ve yaklaşım geliştirmeye ve dünyayla ilişkimizi düzenlemeye kadar bir çok alanda ciddi değişikliklere neden olacak etkide. Belli ki Sel Yayıncılık‘ın Düşünsel serisi de bu sorunun peşinde. Aydınlanma ve Burjuva Devrimi dönemine uzun uzun bakıyoruz bir süredir Sel Yayıncılık’la. Özellikle bu dönem, bugünü anlamak için çok önemli. Harvey’in 1848 ayaklanmalarının hemen öncesinden Komün barikatlarına kadar geçen sürede, hayranlık uyandıracak kadar ayrıntılı bir bakışla Paris’i  yeniden inşa ettiği kitap da bu çizgiye uygun bir seçim.

David Harvey, tüm insanlık için “kurtuluş” vaat eden Fransız Devrimi sonrasında İmparatorluk kucağında ufalanan hayalleri ve enternasyonalizmin taze nefesiyle 1848 ve 1871’de bir kez daha barikatlara koşan Paris’i anlatıyor. Katmanları tek tek açan bir arkeolog hassasiyetiyle, Komün’e ilerleyen Paris’i, edebiyat tarihinin en güçlü yazarlarının romanlarında baştan kurduğu o şehri, Balzac’ın deyişiyle “yüz bin romanlı şehir”i, bir kent tarihçisi olarak, onlar kadar hassasiyet ve sadakatle yeniden inşa ediyor. Ne kadar tanıdık bir şehir! Tanıdıklığı sadece tarifini dönemin yazarlarından bol bol okumuş olmamızdan değil. Kentsel dönüşüm furyasıyla oradan oraya aktarılan şehirlerde yaşıyor oluşumuzdan. Şöyle bir sahnede “Paris’i içinde ışıkların parıldamaya başladığı Seine Irmağı’nın iki kıyısı boyunca kıvrılıp yatmış gördü. Gözlerini Vendome Alanı’nın sütunu ve İnvalides’in kubbesi arasına, girmek istediği kibar çevrelerin yaşadığı yere dikti. Yiyecek gibi baktı. Bu uğuldayan kovana, balını daha şimdiden çeker gibi olan bir bakış atarak şu görkemli sözleri söyledi: ‘Şimdi çık ortaya!’”diyen bir Rastignac’ımız yoksa da, bir tepeden İstanbul’a bakıp yumruklarını sıkarak “Ah ulan İstanbul! Sen mi büyüksün ben mi!” diye bağıran film kahramanlarımız oluşundan.  Üretimin tamamen dışarı sürüldüğü bir pazarlama ve tasarım merkezi olarak düzenlenen büyük kentlerde yaşadığımızdan. Emeğin yeniden üretim maliyetini düşürdüğü için gecekondulaşmaya önce göz yuman, sonra merkezin genişlemesiyle bu gecekonduları “kentsel dönüşüm” adıyla şehir dışına bir kez daha sürüp yeni yeni gettolar yaratan, “tarihte eşi görülmemiş bir gelişim” ile “tarihte eşi görülmemiş bir sefalet”i birlikte üreten şehirlerde, sürekli bu yakan ikiliğin manzaralarına bakmak durumunda kaldığımızdan. Merkezi fuar, çevresi yalıtılmış barınma alanları olarak düzenlenmiş modern kentler… “Burjuva iktidarında bir sermaye şehrine dönüşen Paris” bizim için fazlasıyla tanıdık. Televizyonlarda dakika başı rastladığımız lüks konut reklamlarının fonundaki yerlerinden sürülen insanların, şantiye çadırlarında yanan işçilerin çığlıklarını siz de duyuyor musunuz? Aynı çığlıklar dönemin Paris’inde de yankılanmış. Bir yandan uluslar arası fuarlarla tüketim desteklenir, mal stoklamış tüccarların fahiş fiyatlarına rağmen kafe lüksleri devam ederken; Emma Bovary’nin katıldığı davetten hatırladığımız, zengin sofra kültürü gelişir, Paris bir baştan bir başa toplu ulaşım ağlarıyla örülürken bir yandan da yoksulların kedi köpek, altmış sent fiyatla fare ve hatta hayvanat bahçesinden çalınmış bir fili yediği, fırıncıların una katakomplardan çıkarılan insan kemiklerinin tozunu kattığı (Harvey’in burada yaptığı “atalarını yiyen sıradan insan” göndermesi müthiş! Hele Marks’ın ölmüş kuşaklarla ilgili ünlü alıntısıyla düşünüldüğünde.) bir Paris. Bir yandan bu sefaletle kemiğe dayanan, bir yandan da enternasyonalizm ve kurtuluşun, bir kez daha, kendi ellerinde olduğuna dair  fikirle bilenen bıçağın, bulvarların ardındaki sokaklarda an an parlayışı. Komün barikatlarından ve işçi kooperatiflerinden 1. Enternasyonal’in kürsüsüne kadar dolaşan bu yeni soluğun Mayıs 1871’de,  50.000 ölü ve 7.000 sürgünle “burjuva toplumunun rahminde ortadan kaldırıldığı” bir Paris…

Balzac, Flaubert, Baudelaire ve Zola’yı insan-mekan ilişkisi üzerinden okuyarak ve karşılaştırarak başlıyor Harvey kitabına. Bu yazarların eserlerini “bir edebiyat eleştirmeni değil de bir şehir planlamacısı olarak” okuyor. 1848 ve sonrasında sancısı çekilen “yeni” neydi? Hangi hazırlayıcılara, işaretlere sahipti ve geleceği şekillendirecek hangi mirası üretiyordu? Bu yazarların -hatta Marks’ın da- bu sorular eşliğinde okunduğunda, farklı bir ışık altında görülebileceklerini söylüyor Harvey. Ana izlek olarak “1848’den sonra gerçekleşen radikal dönüşümler önceki yılların düşünce ve uygulamalarında ne ölçüde ve hangi biçimlerde belirmiştir?” sorusunu koyuyor ve bu soru etrafında edebi ve gündelik ayrıntılarla dolu bir kent kuruyor. Balzac’taki Paris’le Flaubert’dekini karşılaştırıyor, Baudelaire’in “Bir Işık Halkasının Yitirilmesi” şiirini, daha önce Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor‘da Berman’dan okuduğumuz yorumuna göndermeler de yaparak okuyor, Goriot Baba, Madam Bovary, Duygusal Eğitim, Oyun Bitti, Nana ve daha bir çok romanı insan-mekan ilişkisi bağlamında ve yeninin sancısını tespit etmek için okuyor. Özelikle Goriot Baba ve Duygusal Eğitim‘e sık sık dönüyor.

Rus edebiyatı için Gogol’un paltosuna yapılan göndermeyi, sanırım Fransız edebiyatı için Balzac’ın pansiyonuna yapabiliriz. Fransız edebiyatı -tabii 1830’lardan sonrası için söylenebilir bu- Balzac’ın pansiyonundan çıkmıştır. Balzac, “1848’den sonra yaşanan görünürdeki radikal kopuşun ardında yatan derin sürekliliği kavramamıza yardımcı olmuştur.” Flaubert ve Baudelaire’ın görüşlerinin Balzac’a olan üstü kapalı bağlılığı, aynı sürekliliğin edebiyat alanında da sürdüğünü gösterir. Harvey’in tespitiyle, Balzac, “sinoptik” bakışıyla, mekan ile insan arasındaki bağı gözümüzün önüne serer. Mekanın tarifi, içinde yaşayan insanın da tarifidir henüz. Flaubert’de bu bağın kopmuş olduğunu görürüz. Tarif edilen mekandan içinde yaşayan insan hakkında bir fikir edinmemiz pek mümkün olmaz artık. Balzac ve onun dönemindeki pek çok kişi, doğru ya da yanlış, kenti sahiplenip onu kendilerine ait kılabileceklerine inanıyorlardı. (…)ancak 1848’den sonra kente hakim olan ve onu kendi özgül çıkarları ve amaçları için biçimlendiren Haussmann ve imarcılar, spekülatörler ve sermayedarlar, piyasa güçleri oldu ve toplumun çoğunluğunu bir kayıp ve mahrumiyet duygusu içinde bıraktılar. Flaubert de bu koşulu edilgen bir biçimde kabul edenlerden biriydi.” Flaubert’de kent bir fon görevi görür. Bağımsız bir sanat yapıtı olarak değerlendirilebilir ancak “bilinçli bir varlık” ya da “politik beden” olarak karakterini kaybeder.  Baudelaire ise “gelip geçici, ele avuca sığmaz, koşullara bağlı  moderni sonsuz ve değişmez olanla uğraşan sanatın diğer yarısı ile birlikte kavramak” için bitmez bir arayış içindedir. Ancak “1848 barikatlarının bir yanından öbür yanına nasıl kolayca geçiyorsa aynı tutarsızlıkla bir o tarafa bir bu tarafa sendelemiştir.”

Harvey’in  kitabını sadece bir edebiyat okuması olarak almak haksızlık olur. Her ne kadar ağırlıklı olarak Balzac, Flaubert, Baudelaire ve Zola olmak üzere dönem yazarlarında mekan-karakter  ilişkilerini, kendi deyişiyle,  dikkatli bir şehir planlamacısının gözünden okumak son derece ilginç olsa da,  Harvey’in Paris’e ve dönem edebiyatına bakışı bir şehir planlamacısının mekana bakışıyla sınırlı değil. 1830’lardan Komün yıllarına kadar şehrin yapısındaki kökten değişiklikler, işçilerin durumu ve şehre dağılışları, günlük yaşam için gerekli olan para, iş kolları ve cinsiyete göre ücret miktarları, oda ve ev kiraları, kadınların, zanaatkarların durumu, işçi dernekleri ve kooperatiflerinin işleyişi, Parislilerin hafta sonlarını nerelerde geçirdikleri, omnibüslerde ne durumda seyahat ettikleri, şehirde şöyle bir dolaşmaya çıkanların gittikleri yerler, beslenme alışkanlıkları,  hizmetçilerin zengin eş bulma çabaları, kapıcıların şehir hakimiyeti, taşra-Paris çekişmesi Komün zamanında kurulan barikatların Paris üzerinde dağılımı ve bölgelere göre yoğunlukları ve daha bir çok ilgi çekici ayrıntıyla dönemin Paris’i gözlerimizin önünde tekrar kuruluyor. Emma Bovary’nin, Rastignac’ın dolaştığı bulvarlar, o bulvarların bir sokak gerisinde neler olup bittiği Daumier’in müthiş çizimleri ve dikkatli bir arşiv taramasından elde edilen haritalar, tablolar ve grafiklerle verilmiş. Tüm bunları gördüğünüzde, dönemin yazarlarına neyin ilham verdiğini, romanlarında yarattıkları sosyal ortamın gerçekte nerelerden beslendiğini de anlıyorsunuz.

Harvey, bu kitabı hazırlarken amacının “İkinci İmparatorluk döneminde Paris’in nasıl işlediğini, sermaye ve modernitenin nasıl belirli bir yerde ve zamanda bir araya geldiğini, toplumsal ilişki ve politik tahayyülün bu karşılaşma sonucunda nasıl hareket kazandığını yeniden kurmak” olduğunu söylüyor. Ve insanı hayrete düşüren bir ayrıntı zenginliğiyle dönemin Paris’ini gözlerimizin önüne seriyor. “Dönem” dediğimizse hafife alınacak gibi değil. 1848 ayaklanmasından çıkmış, 1871 Komününü kuracak olan, burjuvazinin 1848’deki ihanetini henüz tüm canlılığıyla zihninde taşıyan işçi ve zanaatkarların akla ziyan bir sefalet içinde yaşadıkları, Enternasyonal’in kurulduğu, Komünist Manifesto‘nun yazıldığı, yani Fransız Devrimi’nin inşa ettiği ulusalcı binaya enternasyonal pencerelerin açılmaya başlandığı bir dönem. Fuarlarla tüketimin ve kaçınılmaz olarak üretimin de evrenselleştiği, işçi sınıfının evrensel bir solukla ayağa kalkmaya çalıştığı bir dönem. Paris ve dünya için bu yıllar, Marks ve Engels’in “Dünyanın tüm işçileri birleşin!” dedikleri yıllar. Fransız işçilerinin 1. Enternasyonal’de okudukları bildiride “Biz bütün ülkelerin işçileri, insanlığı iki sınıfa, cahil sıradan halk ile bolluk içinde yüzen şiş göbekli mandarinler sınıfına ayıran bu ölümcül sistemin barikatlarına karşı birleşmeliyiz. Kendi kurtuluşumuzu dayanışmayla kendimiz yaratalım!” dedikleri yıllar. Dönemin neredeyse tüm kentlerinde dolaşan hayaleti takip eden Marks’ın Kapital‘e şu cümleyi yazdığı yıllar: Anlatılan senin hikayendir.

Bugünün hikayesi daha anlatılmadı, çünkü henüz kuruluyor, ama hayalet buralarda bir yerde. İnsan Paris’e bakınca bunu görüyor. 

Pelin Temur – edebiyathaber.net (17 Nisan 2004)

Yorum yapın