Paul Veyne’nin Foucault’su veya akvaryumunu kıran kırmızı balık | Emek Erez

Ağustos 26, 2014

Paul Veyne’nin Foucault’su veya akvaryumunu kıran kırmızı balık | Emek Erez

images“Ne Freudcu, ne Marksist, ne sosyalist, ne ilerici, ne üçüncü dünyacı, ne Heideggerci olan; ne Bordieu ne de Le Figaro okuyan; ne ‘solcu Nietszcheci’ ne de sağcı olan bu sözde goşist çağına ait değildi, Nietzscheci bir terimle söylersek vakitsizdi.” Bahsettiğimiz yazar elbette Foucault;  hiçbir şekilde kategorize edilemeyen, ne kendi çağına ait ne de bu gün tam olarak anlaşılabilmiş, üzerine belki de yüzlerce cümle kurulmuş bir düşünür, sanırım daha iyi ifade edilemezdi. Geçtiğimiz günlerde Alfa Yayınları tarafından, Işık Ergüden çevirisiyle basılan; Paul Veyne’nin “Foucault Düşüncesi Kişiliği” adlı kitabı; Foucault okuruna literatüre yeni bir kaynak eklenmiş olmasının hazzını yaşatırken, bir dost gözüyle Foucault’yu görme imkȃnı da sağlıyor.

Foucault’nun kavramlarına hȃkim olanlar için Veyne’in gözüyle tekrar bir göz atma fırsatı sunan kitabın, bence önemli yanı; Foucault’nun kendi özneliği ile kuramlarının oluşumu arasındaki ilişkinin kurulmuş olması. Başına buyruk, kesinlikle işi olmayan, tümellerin değil tekillerin peşinde, evrenselin değil yerelin izinde, kuşkucu bir düşünür Foucault, onu anlamanın yolu birazda onu tanımaktan geçiyorsa; Veyne’nin kitabı tam da bu duruma uygun bir metin.

Foucault düşüncesini önemli kılan, döneminde kendisini “ileri” bir noktaya konumlayan diğer düşünürlerden farklı olarak, geçmişe tavır almak yerine her dönemin kendi hakikatleri olabileceğine inanmasıydı belki de. Çünkü ona göre mutlak bir hakikat yoktu hakikatler vardı. Geçmiş bir hakikatler mezarlığıydı ve döneminin düşünürleri o günün “sözde” hakikatlerine inanarak var olurken, Foucault farklı dönemlerin hakikatleriyle ilgilendi. Bunu yaparken genel yargılardan uzak durdu çünkü ona göre asıl hakikat ayrıntılarda, tekilliklerde ve yerel olanda gizliydi. Paul Veyne’nin başka bir makalesinde sözünü ettiği durumdu aslında bu, Foucault; “buz dağının görünmeyen yüzüyle” ilgileniyordu. Her dönemin büyük hakikatleri vardı bu büyük hakikatler “doğru” kabul edilirdi. Ancak Foucault düşüncesinde “doğru” her zaman doğru olmadığı gibi en büyük hakikat, hakikatin yokluğuydu. Söylemler, genel yargılar hakikati belirlerken Foucault yine Paul Veyne’in deyimiyle; “küçük olgularla barış, genellemelerle savaş” prensibiyle hareket ediyordu. Çünkü “Tarihsel” olaylar ne kadar görkemli olsalar da, eleştiri açısından, küçük olgulara, gündelik hȃl ve tavırlara çarpıp parçalanıyorlardı.  Ve bu tutum aslında Foucault’nun kuşkuculuğunu da açıklayan bir durumdu. Veyne’nin aktarımıyla;  ölümünden yirmi beş gün önce kendisine; “hiçbir evrensel hakikat öne sürmediğinize göre, siz bir kuşkucu musunuz?” diye sorulduğunda; “Kesinlikle” cevabını vermişti.

Foucault düşüncesinin en tartışılan noktalarından birisi; “insanın ölümü” peki insan gerçekten öldü mü? İnsan; “Kum üzerine çizilen denizin sildiği bir yüz imgesi miydi?” Veyne’e göre Foucault insan denen varlığa inanıyordu. İnsanın ya da insanlığın bir figür olarak beynimizden silinmesini öneriyordu. İnsan artık bir figürdü çünkü adlandırılmış, kurulmuş, kurumlar gözetiminde disiplin ve ceza uygulamalarına mȃruz kalmış, kendiliğini kaybetmiş durumdaydı. Ancak bu yok oluş, insanın ölümü, tam anlamıyla bir yok oluş değildi. Özneler bireylikler olarak hȃlȃ varlardı ve Foucault bireyin özgürlüğüne inanıyordu. “İktidar, düşünce ve özgürlük her yerde vardır.” Kurulmuş bir özne olsa da özgürlüğü sayesinde tepki gösterebilen ve düşünce sayesinde uzaklaştırabilen aynı derecede özgür bir bireylik durumu da olabilirdi. Bahsettiğimiz özgürlükte elbette Foucault için kesinlikli bir durum değildi. Herkes için mutlak bir özgürlükten değil, özgürlüklerden söz edilebilirdi. Özgürlüğü belirleyen güçtü ve özneler iktidarlara karşı kendilik iktidarlarını kurabilirlerse özgür olabilirlerdi. Çünkü kendisi olabilen öznenin gücüydü özgürlüğünü sağlayan. Foucault’nun insan üzerine düşüncesi onun döneminde yapısalcı olarak değerlendirilmesine de sebep oldu.  Yapısalcılık bir şekilde öznenin inkȃrını gerektiriyordu ve Foucault “insan öldü” demişti. Elbette Veyne’nin aktarımıyla o bu duruma itiraz etti. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Foucault özneleri inkȃr etmiyor tersine onların özgürlüğüne inanıyordu ama bu hiçbir şeyi değiştirmedi. Okullardaki gençler onu onurlandırmak için yapısalcı olduğunu söylemeye devam ettiler.

tmpimage_1406877806.294_1Foucault’nun yaşamıyla ilgili en çok tartışılan durumlardan birisi de İran Devrimi’ni desteklemesidir belki de. Foucault’nun İran Devrimi’ni desteklemesi Veyne’e göre saf bir coşku olarak kabul edilemez. Her isyana kişisel bir önyargı ile yaklaşan Foucault, bu isyanı, halkçı bir özgürleşme hareketi olarak görür. Çünkü Veyne’e göre; onun zihni yeniliğe ve bilinmeyene açık bir zihindir. O “oluşun görkemine duyarlıydı” diyor; Paul Veyne. Ona göre dünyada ilk kez bir İslami hareket patlak veriyordu ve bu olgunun sonuçları henüz bilinmiyordu. Ve Foucault politikada dinsel bir boyut yaratan bu teşebbüsten etkilendiğini belirtiyordu. O Batılıların Rönesans’tan beri unuttuğu politik tinselliği, yaşamı pahasına arayan İranlılar hakkında kedini sorguluyordu.  Ve bunu yaparken şunu ekliyordu; “Fransızların güldüklerini şimdiden işitebiliyorum ama Fransızların haksız olduğunu biliyorum.” Veyne’nin bahsettiği gibi Foucault oluşun görkemine duyarlıydı toplara, tanklara bedeniyle göğüs geren İran halkı onu oldukça etkilemişti. Döneminde bu konuda çok tepki aldığını hatta İranlı göçmenlerin kapısına dayandığını biliyoruz. Ancak Veyne’nin çok güzel ifade ettiği gibi Foucault tek tip bir düşünür değildi. O döneminin diğer Batı merkezli düşünürlerinin aksine, dünyanın “Batı” olarak adlandırılan coğrafyasının dışında, başka yerlerde de umut edilebilecek gelişmelerin olabileceğine inanıyordu.

Bütün bu anlattıklarımıza rağmen Foucault bize bir politika vaaz etmedi diyor ve ekliyor Veyne; “Foucault, politik isyanlarının öncelikle gönül işi olduğunu ukala dostlarından asla gizlemediği gibi, beyin kanamalarının da felsefi bir sorgulamadan kaynaklanmadığını bedduacılarından saklamadı.” Yani O kendi özneliğini katabildiği isyanların militanı oldu. O, görüşlerinin, tavır alış ve müdahalelerinin kendi açısından kişisel bir tercih olduğunu, onları ne doğruladığını ne de dayattığını söylemekle yetiniyordu. Şu cümleleriyle açıkladığı gibi; “Evrensel bir savaşçı gibi kendimi öne çıkarmıyorum. Eğer herhangi bir şeyden yana dövüşüyorsam, aslında bu kavga benim öznelliğimde, benim için önem taşıdığından bunu yapıyorum.”

Foucault’nun dostu Paul Veyne’nin kitabı bize ȃşık, esprili, dost bir Foucault profili de çiziyor. O gizemli anlaşılamayan “bilinci zamansız berrak” bir bireylik temsili. Bize her çağın bir akvaryumu olduğunu ve bu akvaryumun kendi sınırlarımızı görmemize engel olduğunu söylüyor. Veyne’e göre Foucault bir akvaryumda olduğunu bilen, “kırmızı bir balık” ancak o aynı zamanda bu akvaryuma karşı bir samurayın kılıcını kuşanmış bir balık. Belki bizimde sıkışıp kaldığımız akvaryumu kırmak için samuray kılıcı kuşanma vaktimiz gelmiştir ne dersiniz?

Emek Erez – edebiyathaber.net (26 Ağustos 2014)

Yorum yapın