Parçalı denemeler: Geçiyorum zamanın izlerinden | Feridun Andaç

Ocak 14, 2020

Parçalı denemeler: Geçiyorum zamanın izlerinden | Feridun Andaç

Sesin yankısına dönüyorum yüzümü.

Kararan gökyüzü o uğultuyu çekip alıyor. Dinlediğim Barok müziğin getirdiği esinlemeyle gözlerimi alamıyorum kentin solgun görünümünden.

Gökyüzüne bir pencere açıyorum kendimce. Daraltıyorum bakış alanımı iyice.

Göz atıyorum gazete sütunlarına, dergi kapaklarına çıkarılan yazılara.

Masamda duran kitapların adları çekip alıyor beni içine: “Güneydoğudan Öyküler” (Hakan Evrensel), “Barbarları Beklerken” (J. M. Coetzee), “Tarçın Dükkânları” (Bruno Schulz), “Oklukirpi” (Julian Barnes), “Sis”, “Abel Sanchez” (Miguel de Unamuno), “Küreselleşmenin Yüzleri” (Haz.: Filiz Başkan), “Kültürümüzün Şafağı Babil” (Jean Bottéro)…

Sonra ayırıp dosyaladığım kupürlere göz atıyorum:

“ ‘Sauna’ örtülürse çete bitmez.”

“Davada delilleri sakladıkları için Susurluk’u bir türlü çözemedim.”

“Özel ordu benim değil, devletindi.”

“Yeşil’de cinayetlerin kasetleri var.”

“Silahımı alıp Eymür’ün peşine düşeceğim.”

“Yeşil, kırmızı pasaportlu ve Mercedesli!”

“Irak’ta mezhep savaşı.”

“Tahrik bombasına misilleme, 130 ölü.”

“İran’a saldırı rejimi güçlendirir.”

“İçimizdeki çöl…”

“İstanbul’un istiap haddi doldu.”

Toplumdaki kirlenmenin, çözülmenin, yozlaşma ve çürümenin yansısını getiren ne çok şey varmış hayatımızda… O daraltılan pencerelerimizden başımızı çıkarıp bakmamız bile yetiyormuş bunları görmeye.

Yıllar öncesinin bir Güneydoğu yolculuğunu hatırlıyorum.

Batman’da kaldığım gecenin ağırlığı belleğimden silinmemiş. Ertesi gün kentin bir caddesinden diğerine geçerken yaşadığım tedirginliğin adını yörenin yerlisi bir arkadaşım koymuştu: “Demek sen de takibe alınmışsın!”

Diyarbakır’dan Mardin’e giderkenki ânı nasıl unutabilirim!

Bindiğim minibüs surları geçip Mardin yolunu tutunca şoförün anlattıklarıyla karşıma çıkan manzaralar beni iyice tedirgin etmiş, kaygılandırmıştı.

Mardin’de soluk alırken, kentin tarihi dokusu beni içine almış, o dönemin atmosferinden bir süreliğine de olsa çekip çıkarmıştı.

Dönünce İstanbul’a, oralarda gördüklerim, dinlediklerim, yaşayıp tanık olduklarım bir sünger gibi çekip almıştı beni içine. Bilincim kapanmıştı bir süreliğine.

Unamuno’nun “Sis” romanını okumaya koyulmuştum. Coetzee’nin “Düşman”ının bitirdiğimde ise ürpermiştim. Romancının anlattıklarıyla tanıklıklarım arasında koşutluklar kurmadan edememiştim.

Bu da beni, günümüzde yazarın vicdanını sorgulamaya yönetmişti. Yazmıştım da buna dair.

İnsanlık trajedisinin yaşandığı dönemlere, savaşların açtığı onulmaz yaralara, çürümenin bir toplumu altüst eden serüvenine bakınca sesinizi yükseltmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz ister istemez.

Bütün bunlardan geçerek, yaşanmışlıkların izlerine döndüğümde “Çözülme” adını verdiğim bir anlatının adım adım örüldüğünü görüyordum.

Zamanın izlerinde yürümek miydi bu, yoksa tanıklığın diliyle konuşmak mı?

Bir yazarın sorumluluğu neyi içermeliydi?

Sızlanarak yazmak, kendi içsel sanrısını kâğıda dökmek miydi bunun adı?

Kafka da bir yüz yıl öncesinde yazmıştı, ama toplumu derinlikli kavrayış bilinciyle yapmıştı bunu. Rilke de anlatmıştı, Joyce da… O derin karanlığın ardındaki sızıyı göstermemiş miydi her biri…

Geçmişte Evrensel Kültür dergisinin soruşturması için yazdığım “yazarın halklaşması” yazısında biraz bundan söz etmiştim. Bir de yazarın toplum/insan mühendisi olarak toplumu tanımasından.

Unamuno’nun İspanya’nın, Coetzee’nin Güney Afrika’nın karanlık günlerinden yola çıkarak yazdıkları romanlarda böylesine kavrayıcı bir bilinç vardır.

Yakın geçmişe dönerken bugünkü yazılan/yaşananları bir araya getirdiğimde, yazmayı sürdürdüğüm “Çözülme” anlatısının toplumumuzdaki o derin çatlamayı içerdiğini, içimizde ve dışarıda yaşadığımız çölleşme sanrısını sorguladığını görüyordum.

Şu yukarıda sözünü ettiğim gazete haber/yazı başlıkları bile bir yazarın çağının çağdaşı olma bilinciyle neleri yazması gerektiği düşüncesini ona taşır.

Ne dersiniz sevgili okurum; yaşadığımız günü anlamadan, çağı bilinçli bir biçimde kavramadan toplumun vicdanı olabilme düşüncesine erişebilir miyiz sizce?

Tanıklığa giden yol

Mevlâna’nın yaşadığı XIII. yüzyıla iz bırakan bir önemli düşünce insanı da Yunus Emre’dir kuşkusuz. Tasavvuf şiirinin Anadolu edebiyatındaki bu etkin sesi medrese öğreniminden sonra tasavvuf yoluna yönelir, Sakarya yakınlarında yaşayan Taptuk Emre adlı şeyhe kapılanır.

Tasavvuf düşüncesinde yol ehli olmak için şu üç yoldan birini benimsemek gerek: 1. Tarîk-i Ahyâr (iyiliklerin, hayırlı işlerin yolu); 2. Tarîk-i Ebrâr (özü, sözü doğru hayır sahiplerinin yolu); 3. Tarîk-i Şettâr (aşk, muhabbet ve cezbe ile vuslatın gerçekleştirilmesi yolu).

Yunus Emre’nin, her şeyden vazgeçerek aşk ateşiyle yanmayı seçtiği Tanrı’ya yakın olma yolu, onun varlığını açıklayan düşünceleri de anlatmaktadır bizlere.

Buradan yola çıkarak tasavvufun geliştiği, Anadolu’da etkin olduğu ortam kuşkusuz İslâm düşünce inançlarının bölünmeye yüz tuttuğu bir dönemi içerir. Sûfîlerin güçlenmesi, dönemin iktidarlarının bunları bir dayanak yapma, yönlendirme isteği dergâhların kurulup vakıfların etken olmasının da önünü açar. Sûfîler sınıfının güçlenmesi ise Selçukluların gerileme döneminde, Moğol istilasının Anadolu’yu bir baştan bir başa sarmasında yaygınlık kazanır.

Bu sürecin öncesinde Konya’yı ikâmet tutan Mevlâna’nın sürdürdüğü hayat, karşısına çıkan Şems-i Tebrizî’nin etkisiyle bambaşka bir seyre yönelir.

Abdulbâki Gölpınarlı, Tebrizî’nin ayırıcı özelliğinin altını şöyle çizer: “Şems, ayrı bir giyim kabul etmeyen, tekke, zikir, yani tanrı adlarını anış vb. gibi törenlerin aleyhinde bulunan ve bu bakımdan, Sûfîlerden ayrılan Melâmetîlerin neşesine sahip bir erdir. Mevlâna’nın, divanında, onun hakkındaki sözlerinden, Şems’in bir Kalenderî olduğu hakkında pek kuvvetli ihtimale varıyoruz.”

Aşk ve cezbe üzerine kurulan Mevlevilik tarikatının ney çalınarak yapılan sema ayiniyle diğer tarikatlardan ayrılan bir yanı vardır.

Mevlâna’nın torunu Celâleddin Çelebi dönerek yapılan semayı şöyle anlatır:       

“Var olmanın temel şartı dönmektir, varlıklar arasında müşterek benzerlik en ufak zerreden en uzak yıldıza kadar her birinin bünyesini teşkil eden atomlarındaki elektron ve protonların dönmesidir. Her şeyin döndüğü gibi insanoğlu da bünyesini teşkil eden atomlardaki dönmelerle, vücuttaki kanın dönmesiyle, topraktan gelip toprağa dönmesiyle, dünya ile beraber dönmesiyle tabii ve şuursuz olarak döner. Ancak insanı öbür varlıklardan üstün kılan şey akıldır. İşte dönen semazen varlıkların müşterek hareketine semasıyla beraber aklını da iştirak ettirir…”

İnsanın yeryüzündeki varlığını sorgulamak yerine varoluşunu anlamak düşüncesi, inancın hayatımızda yer etme, etkili olma yolunu da açmıştır diyebiliriz.

Mezhepler ve tarikatların ortaya çıktığı dönemlere baktığımda din savaşlarının yoğunluğu, şiddetin etkisi, siyasal ortamın gücü hep belirleyici olmuştur.

Doğu-Batı düşüncesinin kaynaklarını kavramada Anadolu’da oluşup yaygınlaşan düşünce hareketlerine bakmak kaçınılmaz. Mevlâna’nın yolu ile Yunus Emre’nin bağlanma düşüncesini bir arada okumak, anlamak sanırım bir çıkış olabilir bizlere.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Ocak 2020)

Yorum yapın