Öykü: Rarge | Gökten Çağrı Aktan

Mayıs 17, 2018

Öykü: Rarge | Gökten Çağrı Aktan

Rarge’ye giriyor Göksenin. Daha ilk adımında iş yerine karşı duyumsadığı sakillik hissiyatıyla baş başa. Hayat ona başka bir masal yazabilirdi hâlbuki; figüran olmadığı bir masal.

Silahlı güvenlik görevlisine selam…

Sağdaki koridoru adımlayıp kapısında ‘görevli harici girmek yasaktır’ yazan odanın kilidini açıp süzülüyor içeri. Kuru havayı soluyor. Hemen sağı solu paslanmış, seyyar bir petek olarak tasarlanmış köhne konvektörü çalıştırıp oturuyor karşısına. Bağcıkların bittiği yerden patlamış, karşılıklı iki yarığa ev sahipliği yapan beyaz -ki artık değil- spor ayakkabılarını çıkartıp topuklarını ısıtıcıya yaklaştırıyor genç adam. Parmaklarını ovalıyor usul usul. Ölgünleşiyor iyice. Bir yontu gibi kakılıyor olduğu yere.

Biraz ısınınca, yanındaki sehpanın üzerinde duran Cam Kule ve Kıyamete Bir Milyar Yıl kitaplarını karıştırıyor. Cam Kule’yi bitirmesine yirmi üç sayfa kaldığını görünce, bir an evvel işini bitirip münzeviliğine geri dönmek arzusuyla yanıp tutuşuyor. Üstelik bir romanı bitirmek kadar diğerine başlama heyecanını da önemsiyor.

Kapı gıcırtısı.

Gelen Gül. İş nedimesi. Kulaktan dolma bilgilerin haber verici virtüözü.

“Gene mi kitap len?”

“Evet, gene kitap…”

“Ay buranın hali ne? Gene mi üşüyon sen ablası?”

“Evet, gene üşüyorum.”

“Bak sen bol bol balık ye; hatta ana sağlığa git bi’iğne vurdur. B12’n eksik kesin. Daha Eylül ayındayız. Normal değil senin bu tir tir halin.” Kendi giydiği kısa kollu tişörtü imlemek kastıyla cılız pazılarını şaplak atıyor Gül. “Pekmez iç, sabahları yumurta ye yumurta. Büyük sözü dinle.”

Kova arabasına, yeşil dal desenli sarı bezini bırakıp “Tozlar tamam, sen de istasyondan başlayıver,” deyip dışarı yöneliyor.  “Hadi ben çıktım ablası.”

Gül çıkınca kapıyı kilitliyor Göksenin. Hızlıca uzun konçlu potinlerini, yünlü iş üstünü giyip paspasını eline alıyor. Konvektörü söndürmüyor.

Ortalık henüz tenha; temizlikçiler ve gececi güvenlik dışında kimse yok. Bomboş koridorlarda ıslık çala çala yürüyen Göksenin, istasyon denilen yerin önünde duruyor.

Yapay zekâya selam…

“Lütfen komut bildirin.”

“Çok tatlısın İlter.”

“Lütfen geçerli bir komut bildirin.”

“İstasyona giriş yapmak istiyorum.”

“Ses belliği onaylandı, giriş yapabilirsiniz.”

İstasyon yuvarlak bir odadan ve birkaç elektronik aksamın bağlı olduğu özekteki büyük koltuktan ibaret. Burası Göksenin’in boş zamanlarında yazdığı öykülere ilham olmuş bir yer. Bu öykülerden birinde, bilge bir yaşlının hayat tecrübesini çalmak için kullanılıyordu koltuk. Koltuğun yukarısındaki kask, bilgenin kafasını içine hapsediyor ve zihnini okuyordu kısaca. Fena bir hikâye değildi doğrusu.

Polarını çıkartıp işe koyuluyor Göksenin. Bilim insanlarının yerdeki izlerini siliyor Aslında onlar gibi olmak isteyen genç adam, kıskançlıkla yapıyor bunu. Temizlik yapmak için yaratılmadığını düşünüyor. Kerhen burada. İşini hakir gördüğünden değil. Daha farklı, daha mühim mesailerle uğraşmalı sanki. Alâmetifarikasını şimdilik keşfedememiş olsa da, ruhu şu an göründüğünden daha büyük sanki. Mesela şu koltuk her ne yapıyorsa onun ehli olmalı. Ya da en azından profesör asistanı, genç ve gelecek vadeden bir stajyer olabilir. Bunu düşündüğü anda paspası elinden bırakıyor. Paspasın sapı yerle buluşup tıkırdıyor.

Erk yitimine selam…

Koltuğa yaklaşıyor genç adam. Düzeneğin sağını solunu, mafsallarını inceliyor. Acaba nasıl çalışmakta? Arka alt kısmında yeşil renkli şeffaf bir düğme var. Herhalde bu olmalı düzeneği çalıştıran. Alet ne işe yarıyor, bilmiyor. Ne araştırılıyor acaba? Bir an içindeki kâşif uyanıp aklını ele geçiriyor genç adamın. Etrafına bakınıyor sonra. Mekanizmanın etrafında dönüyor.

Denemekten ne kaybederim ki? Hiç, hiçbir şey… Kimse de yok ortalıkta. Bilim insanları, bilimin henüz deva bulamadığı trafikle cebelleşiyor olmalı.

Alt dudağını dişleye dişleye eğilip düğmeye basıyor. Boğuk gürültü bir şeylerin çalışmaya başladığının habercisi. Koltuğun kolçakları ışıyor. İçindeki vazgeçme dürtüsü ve kaygıya rağmen deri koltuğa kuruluyor. Septik tefekkürlerin içine dalsa da, bir an durup yukarıdaki cam çeperli kaskı da indiriyor kafasına. Sonra… Sonra mavi ışıkla kaplanıyor kellesi. Gözlerini kapıyor, istemsiz.

***

“Ruh hafızası taramasına hoş geldiniz,” diyor dişi bir ses. Ben cevap vermeyince devam ediyor: “Lütfen kaç yaşam öncesine gitmek istediğinizi belirtin.”

Şaşırıyorum. Kaç yaşam! Dünyaya bir kere gelmiyor muyduk? Bir kere gelmek yetmiyor muydu?

“Lütfen rakam belirtin.”

Herhalde geçmişe doğru bir sıralama var. Peki, ben hangisine yolculuk etmeliyim? Merak ettiğim kaç yaşam öncesi? Olsa olsa… En çok bir önceki hayatımı merak ettiğimi fark ediyorum. Diğerlerine daha sonra göz atarım.

“Bir.”

“Bir yaşam öncesine gitmek istediğinize emin misiniz?”

“Eminim.”

“Lütfen hangi güne gitmek istediğinizi belirtin.”

Hım! Burada biraz duruyorum. Bir insan önceki hayatının en çok hangi gününü merak eder ki? Doğduğu gün, evlendiği gün, gençliği, çocukluğu… Düzenek en başta ruh hafızasından bahsetmişti. Bu muamma bellek ne kadar eskiyi okuyabilir bilemiyorum. Bu yüzden cevabım belli oluyor.

“Öldüğüm gün.”

“Öldüğünüz güne gitmek istediğinizden emin misiniz?”

“Eminim.”

Projektörün perdeye yansıyışı gibi gözkapaklarıma bir ışık yansıyor. Parlaklık dağılıp matlaşıyor sonra. Dünya cisimleniyor. Bir bedendeyim anlaşılan. Muhtemelen bir önceki gözlerimin kaydettiği görüntülerle göreceğim her şeyi.

Taş ev. Sanırım tek odalı. Dağ evi olabilir. Yanan gaz lambaları… Benim haricimde altı kişi. İkisi kadın. Ellerim erkek eli, kıllı ve yüzüklü; yeşil renkli kahve kupasını tutuyor. O zaman da seviyormuşum kahveyi. Hem de sütlü. Pencere pervazına tane tane toplaşan kar yığını. Dışarısı karanlık. Öldüğüm günün ilk saatleri. Koyu sohbet. Duvarlarda yankılanan kahkahalar. Dağcı çantaları. Batonlar, takoz setleri, tendonlar, kazmalar… Ruh, sesleri tam olarak kaydedememiş; her ses ufak bir fısıltı sadece. Ne konuşulduğunu duyamıyorum. Ancak Türk olduğumuz aşikâr. Tellendirilen nargile, çekilen tespih, duvarlardaki geyikli yaygılar,  Türk kahvesi,  orta sehpanın üzerindeki Sait Faik kitabı, harlı şömineye atılan Milliyet gazetesi…

Kapı açılıyor aniden. Mavi pançolu adam fırtınanın onu içeriye ittirme çabasına rağmen eşikte durmayı başarıyor. Telaşla bir şeyler söylüyor. Yardım istiyor yahut kötü bir haber veriyor. Hızla ayaklanıp çantadan bir fener kapıyorum. Kırmızı bir ceket giyiyorum hemencecik üstüme. Deri eldivenler, kar gözlüğü. Birkaç kişi daha hazırlanıyor. Ben onları beklemiyorum. Palas pandıras dışarı çıkıyorum. Mavi pançolu adam bir yön işaret ediyor eliyle. Ben oraya doğru koşturmaya başlıyorum. En telaşlı, en tasalı benim. En hızlı ben davranıyorum. Arkama dahi bakmıyorum. Karların içine bata çıka ilerlemeye çalışıyorum. Koşar adımım ama koşamıyorum. Bacaklarım ayağımdaki botun konçunun bittiği yere kadar kara gömülüp yavaşlatıyor beni. Düzlük kısa mesafede bitip yükselişe geçiyor üstelik. Bir tepeye doğru çıkmaya çalışıyorum. Telaş bana batonları da unutturmuş. Kar taneleri yüzüme çarpıp intihar ediyor. Gözlüğe rağmen görüş mesafesi de oldukça dar. Yine de pes etmiyorum. Her nereye, ne için gidiyorsam hayatımın anlamı olmalı. Bir ara arkamı döndüğümde kimsenin gelmediğini görüyorum. Yine de yavaşlamıyor, zorlana zorlana da olsa devam ediyorum. Tabii yorgunluk baş gösteriyor. Adımlarım yavaşlıyor. Hatta durma noktasına geliyorum az sonra. Ve birden… Evet, bu kesinlikle çığ! Tepenin karları tutundukları yeri bırakıp üzerime seriliyor. Ardınca görüntü tamamen kararıyor. Korkunç bir an! Oturduğum koltukta ilk defa dokunsal olarak algılıyorum geçmişimi, titremeye başlıyorum. Ayaklarıma kadar buz tuttuğumu hissediyorum. İçler acısı bir son! Çok uzun sürmüyor. İhtimal bir yerim kırıldı ve ayrıca nefessiz kaldım. Otopsim belli.

Bir önceki hayatımda öldüğüm kesinleştiğinde, şimdikinde uyanıyorum. Cam çeperli başlıktan kurtuluyorum hemen. Polarımı giyiyor ve odama doğru telâşla koşturmaya başlıyorum. Bir an evvel konvektörün önüne oturmalıyım. Hiç bu kadar üşümemiştim.

Gökten Çağrı Aktan kimdir:

12 Ocak 1989’da Ankara’da doğdu. Çeşitli edebiyat dergilerinde kısa öyküleri yayımlandı. Ölümsüz Öyküler, Yitik Öykü, Acilin Öyküsü, Hayata Tutunma Öyküleri, CCLXXX ve Köy Enstitülerinden Yansımalar adlı kolektif kitaplarda öyküleriyle yer aldı. 2014 Ölümsüz Öyküler Öykü Yarışması’nda mansiyon, 2015 Bilimkurgu Mikro Öykü Yarışması’nda üçüncülük, 2015 Eğitim-İş Öykü Yarışması’nda ikincilik, 2016 Hayal Bilgisi Öykü Ödülü’nde birincilik elde etti. Ayrıca 2017 yılında düzenlenen “A Sea of Words” adlı uluslararası öykü yarışmasında 15 finalist arasına kalarak, Barselona’da Türkiye’yi temsil etti.

edebiyathaber.net (17 Mayıs 2018)

Yorum yapın