Öykü: Lacivert | Yusuf Uzunyol

Mayıs 2, 2019

Öykü: Lacivert | Yusuf Uzunyol

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Ahmet Arif- Otuzüç Kurşun

Dört yanı dağlarla çevrili küçük kentte, hava kararmak üzereydi. Jandarma karakolunu çok net görebileceğim bir noktada konuşlanmış, avımı bekliyordum. Soğuk, sevimsiz bir kış günüydü. Ellerimi kalın gocuğumun ceplerine sokmuş; ağzına mermi sürülmüş on dörtlümü sağ elimle sıkıca kavramıştım. Ayaz, yüzümü jilet gibi kesiyor; bitki örtüsü gibi kenti kaplamış karları kırbaç gibi şaklatıyordu. Adamım hâlâ içerideydi. Bir an önce çıksın diye dua ediyordum. Bu kaçıncı, diye düşündüm. Daldan armut toplar gibi, adam başı topluyordum. Yine de alışamamıştım. Vurulma anındaki refleksleri, başlarına gelene inanmıyor gibi, gözlerini yırtarcasına açışları, bedenlerin yere düşerken çıkardığı tok ses, beni her defasında şaşırtırdı. İçim kalkar, başım döner, bayılacak gibi olurdum. Son nefeslerini verirken, hiçbirinin yüzüne bakamazdım. İşimi bitirir bitirmez, ana avrat küfrederek, arkama bakmadan uzaklaşırdım. “Çık artık, çık,” diye, sessizce kendi kendime söyleniyordum ki,karakolun kapısında göründü. Merdivenleri acele etmeden indi. Geriye dönüpşöyle bir baktı. Asırlık çınar ağacının gölgesine doğru ilerledim. Beni görmüyordu. Her hareketini kontrol ediyordum. Peşi sıra yürümeye başladım. Ana caddeye çıkarken arkasına bir kez daha baktı. Hemen önümdeki iri yarı adamın cüssesinde kayboldum. Cadde kalabalıktı. Fazla yaklaşmıyor, bakışlarımı üzerinden ayırmıyordum. İkircikliydi; ikide bir sağına soluna bakıyor, köşeleri dönerken geniş bir açı yaparak arkasını kontrol ediyordu. Evi, kentin dışındaki mahallelerin birinde olmalıydı. Kalbim küt, küt atıyordu. Her eylem öncesinde olduğu gibi,pis, yapışkan bir korku, gelip yüreğimin tam ortasına oturmuş, dişlerim zangırdamaya, midem bulanmaya başlamıştı. İşi bitirmeden rahat yoktu.Bir köşeyi dönerken aniden kafasını arkaya çevirdi;saklanmaya çalıştıysam da,fark etti. Hızla koşmaya başladı; peşinden fırladım. İyi koşuyordu; bir an yetişemeyeceğimi sandım. Hızlanınca kendi halinde el ele yürüyen bir çifte çarptım. Caddenin karşısına geçerken az daha eziliyordum. Elimde tabanca olduğunu fark edenler hemen yolumdan çekiliyordu. Sonra bir hata yaptı. Kentin dışına doğru kaçmaya başladı. Orta mesafeci iki atlet gibi,önlü arkalı koşuyorduk. Dükkânlar kapanmaya, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Kalabalığı bitirip, karanlığın içine daldık. Arayı kapatmak üzereydim. “Dur,” diye bağırdım. Oralı olmadı. “Şehmuz, dur!” dedim, bir kez daha. Beni duymamış gibi son bir gayretle hızını artırmaya çalıştı. Ayaklarına doğru birkaç el ateş ettim. Motoru istop etmiş araba gibi aniden durdu. Bana doğru dönerken ellerini kaldırdı. Nefes nefese kalmıştım. Yavaş adımlarla yanına yaklaştım. “Niye kaçtın ula?” dedim. Kentle dağların arasındaydık; çevrede kimse yoktu. “Ez bêguneme, (ben suçsuzum)” dedi, küçük bir çocuk gibi şaşkın bakıyordu; dudakları birbirine yapışmış; iki yanağı da seğiriyordu. “Türkçe konuş ula puşt,” diye sesimi yükselttim. “Ez tişteneqırım, (ben bir şey yapmamışım)” diye, alttan alan-birazcık da yaltaklanan-bir ses tonuyla cevap verdi. “Türkçe konuşmazsan, şimdi vururum ula seni,” diye bağırırken, sol yumruğumu yüzüne patlattım. Dudağından ince bir kan, çenesine doğru akmaya başladı. “Şimdi anladın mı, puşt oğlu, dedim; on raunt dayak yemiş boksör gibi,çarpılmış bir suratla bana bakıyordu. Konuşmasına fırsat vermeden cebimden çıkarttığım köpek eğitim timlerinin kullandığı,başparmağım kalınlığındaki tasmayı ayaklarının dibine attım. “Tak ula bunu boynuna,” dedim. İnanmamış gibi yüzüme baktı. “Ağabeyi gurban olmuşam, ben bir şey etmemişem,” dedi. Yüzü donmuş gibi kaskatı kesilmiş, yalvaran gözleri alabildiğine açılmıştı. Ayazda kalmış uyuz itler gibi tir tir, titriyordu. Elimdeki tabancayı kafasına doğru kaldırdım. “Tak ula haltayı ibne,” dedim. Hiçbir şey söylemeden yere eğildi; tasmayı aldı: İstemeyerek boynuna taktı. Kurutma kâğıdına benzeyen yüzü, mavi mürekkep dökülmüş gibi önce morardı; sonra sarardı; sapsarı oldu. “Dön ula yüzünü öbür yana,”diye devam ettim. “Arkana bakmadan yürü, yavaş yürü,” derken, tasmanın ucunu elime aldım. “Devam et, gudik,*” dedim. Yokuş yukarı önüm sıra tırmanmaya başladı. Şehir, arkamızdan yeni bir gelin gibi sessizce izliyordu.

Hava iyice kararmıştı. Dolunay gökyüzündeki kocaman bir fener gibi yolumuzu aydınlatıyordu. Sarp yamacı zorlukla çıkıyorduk. “Dağa kaç kişi gönderdin ula,” dedim, sert bir hareketle boynundaki tasmayı da hızla kendime doğru çektim. Boğuluyor gibi sesler çıkardı; ardından, cenaze evinde ağıt yakan kadınlar gibi, şamatacı bir ses tonuyla, “Gurban olmuşam, ögünde ölmüşem, ne daği, ne adami? Ele olsa gomtan beni bırahırdi?” diye, yanıtladı sorumu. “Sus ula yalancı şerefsiz,” diye devam ettim. “Bana doğruyu söylemezsen, seni bir köpek gibi gebertirim. Kararını düzgün ver, orospu analı,” dedim. Gözüm üzerindeydi; Bir an, her şeyi itiraf edecek gibi yekindi; sonra vazgeçti. “Ben suçsuzam, ağey,”dedi.Bataklıkta yürüyor gibi, adımlarını zorlukla atıyor, ben tasmayı çektikçe sendeliyordu. “Suçsuzum hikâyesini,askerlere komutanlara anlat; doğruyu söylemezsen, öldün; bunu kafana iyi sok,” dedim. Başını arkaya çevirecek oldu; yularını çektim.“Öldüreceksen şimdi öldür, bene eziyet etme gurban olim,” dedi. “Ben dağa iki defan kendim getmişem, kimseyi götürmemişem, bize hakaret etme,” diye devam etti.  Sesindeki yalvaran, aşağıdan alan tını kaybolmuştu.“Artık yürüyecek dermanım galmamıştır,” dedi, sonra da,  inatçı katırlar gibi zınk diye durdu. Gecenin lacivert silueti bizimle birlikte yürüyordu; o da durdu. “Odun kesmeye mi gittin şerefsiz?” diye haykırdım. Tasmayı birden çektim, yere düştü; ayağımı boğazına bastım. “Yalancı köpek, salavatını getir ölüyorsun,” dedim. Silahın namlusunu beynine doğrulttum. Gözleri hayalet görmüş gibi, koskocaman oldu; ağzını haykırmak ister gibi sonuna kadar açtı; bağırtısı boğazında düğümlendi. Kafasına peş peşe üç kurşun sıktım. Sırt üstü devrildi. Belini bir an havaya kaldırdı; sonra dümdüz düşüp hareketsiz kaldı. Pantolonunun önü sırılsıklam olmuştu!

Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Adım atacak halim yoktu.Yüzüne bakmamaya özen göstererek, yanına çöküp bir sigara yaktım. Bedenimi bir titreme sardı. Çevreyi dinledim; birileri dalların üzerinde yürüyor gibi, sesler geliyordu. Kalbim çarpmaya, nefesim daralmaya başladı. Bir an önce uzaklaşmalıyım buradan, diye düşündüm. Sigaramdan –ateşini avucumla gizleyerek- son bir nefes çektim; toprağa bastırıp söndürdüm; ayağa kalktım. Kavak ağacı gibi devrilmiş Şehmuz’a kaçamak bir bakış fırlattım: son anda kurşunları tutmak ister gibi yukarıya kaldırdığı elleri, iki yanına düşmüştü; alnından, boğazının tam ortasından ve sağ gözünden kan akıyordu; uykudaymış gibi mutlu, huzurlu uzanmıştı.Büyük kayanın kovuğundan aşağıya inmeye başladım. Etraftaki çıtırtılar artmıştı; adımlarımı göremiyordum. Durdum, şöyle bir soluklandım; hiçbir ses duyamadım. Kötü şeyler düşünüp, kötü şeyler kuruyorum; sakin olmalıyım diye kendime telkinde bulundum. Tabancamın avucumun arasında olması, cesaretimi artırıyordu.Biraz daha hızlanmalı, bu uğursuz yerden bir an önce uzaklaşmalıydım. Nasıl oldu fark edemedim; ayağım boşluğa geldi; aniden yuvarlandım. Tabanca elimden fırladı; sağ dizim, çok büyük bir ağaç köküne hızla çarptı. Silahıma doğru uzanıyordum ki, suratıma bir kalaşnikof dayandı. Gür bir ses, “Yavaş yavaş ayağa kalk, puştoğli,” dedi. Bacağım kötü ağrıyordu; zorlukla iki elimin üzerinde doğruldum. Dört kişiydiler.Hepsinin silahı bana çevrilmişti;benimle konuşan pala bıyıklı, liderleri olmalıydı. “Bu dağların kime ait olduğunu unutmuşsan keko,” diye, alaylı bir ses tonuyla konuştu; yüzüme dikkatle bakıyordu. Elindeki araba farı gibi parlayan feneri, burnumun ucuna dayadı: “Sen Azad değilmisen? Meşhur itirafçı Azad?” dedi. Hiçbir şey söylemeden yüzüne baktım. “Uşah haberiz olsun, oltadaki balık böyüktür,” dedi, komik yüzü, ışılışıl parlamaya başlamıştı. Çok önemli iş becermiş polis müdürü edasıyla, “Biraz önce duyduğim silah sesleri neydi?” diye sordu. Söylediklerime inanmayacağını biliyordum; yine de şansımı denedim.“Hava kararmıştı, canavar vardır, zannettim, meğer boşa ateş etmişim,” diye yanıtladım. Bir kahkaha patlattı; “Ohho ne güzel, guyrukli bir yalan. Peki, olabu saatte hava almak için mi dağa çıkmışsan? Yoksa yeniden bize katılmaya mı karar vermişsen? Sen bu akılları nerden örgendin? Ne güzel, canin istedi mi get, canin sıkıldi mi gel,” dedi, bir yandan gevrek gevrek gülmeye devam ediyordu.Paçayı çok kötü kaptırmıştım; ne söyleyebilirdim ki? “Sen bizi ahmak mi zannettin, orospinin oğli?” derken, sırtıma sert bir yumruk indirdi. “Yürü ula, pişmancı köpek,” dedi. “Derdini yukarıdakilere anlatırsan…”

Dağın kenti gören yüzünü bitirmek üzereydik; tek sıra halinde Şehmuz’un cesedine doğru ilerliyorduk.

*Gudik: Yavru köpek

Yusuf Uzunyol kimdir?

Altmış dokuz yaşındayım. Yıllarca ticaretle uğraştım. Hep iyi bir okuyucuydum. Yazma serüvenim, 2009 yılında um-ag la tanıştıktan sonra başladı.Neredeyse on yıldır öyküler yazmaya çabalıyorum.

edebiyathaber.net (2 Mayıs 2019)

Yorum yapın