Öykü: Korkunun sirayeti | Berk Murat

Şubat 7, 2019

Öykü: Korkunun sirayeti | Berk Murat

1

Üç kere çaldı telefon. Odamdan kallavi bir hareketle kalkıp, geceden kalma olduğum için baş dönmesine aldırmadan televizyon ünitesi üzerinde can çekişen telefonu elime aldım. Arayan Hayal’di. Sevgilim, sevdiğim kadın…

“Alo, efendim Hayal?”

Karşı taraftan gelen hışırtılı ses, içimde derin bir huzursuzluğa neden oldu. Sanki sesini bana duyurmak istemiyormuşçasına nefesini tutuyordu. Sonunda benim endişelendiğime kanaat getirmiş olacak ki dayanamadı: “Murat!” diyebildi sadece. Sesi yarı ağlamaklı, yarı kopuk ve sanki bir köprünün altındaymış izlenimi verir gibi yankılanarak geliyordu.

“Alo Murat, gecikti. Hem de çok!”

“Geciken ne hayal?” demiştim ki karşıdaki ses yine kesildi.

Aslında kafamda o ana kadar, tüm gecikebileceklerin listesini sıralamıştım. Otobüs, dolmuş, taksi, hatta yemek siparişi: Kısaca Hayal’e ben dışında her şey gecikebilirdi.

“Of Murat!” dedi ahizenin ucundan netleşmeye başlayan sesiyle,

“Anlamıyor musun? Adetim gecikti. Çok korkuyorum, ya öyleyse?”

“Öyle olan” neydi, bir türlü anlam veremiyordum. Bu sitem karşısında kendimden utandım. Kadınlar hakkında ne az şey biliyorduk biz erkekler. Gark etmemek için, “Sakin ol Hayal” dedim, “Lütfen panik yapma hayatım!”

“Nasıl yapmayayım ya, nasıl Murat?”

Kendimi, sorunun ne olduğunu bilmeden hem suçlu hissediyor hem de Hayal’e karşı behemehâl onu anladığımı göstermeye çalışıyordum.

“Hiçbir bok anlamadın değil mi!” diye bağırmaya başladı. Sesi bu sefer o kadar yüksek çıkmıştı ki telefonun ahizesini kulağımdan uzaklaştırmaya çalıştım. “Evet, evet” dedi, “Hiçbir bok anlamadın! Ya hamileysem? Hı Allah’ın belası adam, ne bok yiyeceğiz?”

Şimdi anlamıştım. Demek kadınların hastalığı gecikirse böyle bir riskle karşı karşıya kalabilirlerdi. Hayal bağırmasına ağlayarak devam ediyordu: “Ben sana demedim mi Allah’ın cezası korunalım diye!”

“Erkekler ağlamaz ve korkmaz!” sözünü ilk kim söylediyse, onun hakkında güzel methiyeler sıraladım. Bacaklarım tir tir titriyordu. Eşyalarını karıştıran misafir çocuğunu dayanamayarak döven, bunun neticesinde ise içeride oturan ailesine belli etmemesi adına bir eliyle ağzını kapatıp, bir eliyle de susması için işaret yapan “son pişmanlık neye yarar” isimli şarkıyı içinden fısıldayan aptallara benzettim halimi.

Hayal’in sesinden, yoğun bir stres altında olduğunu anlamıştım. “Biz erkekler” dedim, “Kadınlara sadece sinir ve stres yaşatmak için varız.”

Stresini ve psikolojisini ahizeden bile kolaylıkla yansıtabiliyordu. Ağzına gelen tüm kötü kelimeleri sıralıyordu. Sınırlarını işgal etmiş bir ülkeymişim gibi kin ve nefret doluydu bana. Ama biliyordum: Yine de şu an en çok bana ihtiyacı vardı. Sesindeki o mahmurluk, o sığınmacı çaresiz ses tonu, bunu hissettiriyordu.

“Sakin ol hayatım!” dedim, “Ne gerekiyorsa yapacağız beraber. Ben hep senin yanındayım.”

Birazcık rahatlamıştı. Ama bunu bana belli etmemek için ilişkimizin normal yola girmeden önceki o sihirli ve sitemkâr kelimesini fısıldadı: “Ya bırak!”

Hemen karşı atağa geçmezsem, bu “tribalenfeksiyonda” payıma düşenden fazlasını alacağımı biliyordum.

“Neyi bırakayım Hayal? Neden beni suçluyorsun Allah aşkına?”

“Aptalsın sen aptal!” diye tekrardan bağırmaya başladı. “Kimi suçluyayım geri zekâlı!”

Tekrardan ağlamaya başlamıştı. Onu sakinleştirmeye çalışmak boşunaydı. Sadece sustum.

“Ben bakarım oğlum kendi başımın çaresine! Şimdi kan vermeye gideceğim sağlık ocağına!”

Midemin sol üst tarafında, Hayal konuştukça cız eden ve sızlayan bir şeyler vardı. “Bende geleceğim!” diye bağırdım. “Korkma bende geleceğim!”

“Ulan aptal!” dedi, “Sakın öyle bir şey yapma, kardeşim gelecek benimle, görmesin seni. Ben sana mesaj atana kadar da bana yazma!”

2

Telefon kapandıktan sonra Hayal’in söyledikleri kulaklarımda çınladı durdu. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Sesi de kulaklarımdan uzaklaşınca kendimi iyice yalnız hissettim. Büyük ihtimal o benden çok daha yalnız hissediyordu. Onun içinde bulunduğu ruh halini düşündükçe kendimi hepten suçlu hissettim. Gerçeği kabullenmek o kadar zordu ki: “Gerçekten ya öyleyse?” diye sordum kendime. “Ne bok yiyeceğiz?”

Yaşı yirmilerin ortasını yeni görmüş, Türkiye’de hizmet veren tüm bankalara borcu olan, henüz kendisini bile geçindirmekten aciz, üşengeç bir adamdım. İnsan, kendisine bile kabul edemediği gerçekle yüzleşince kendisine karşı ne de dürüst oluyordu böyle.

Hayal’e olan aşkıma inanıyordum. Durumu kurtarmak adına evlilik bir seçenekti.

Ama bunu aileme nasıl anlatacaktım?

Annemin, “Oğlum el ne der? Sen ne bok yedin?”, sözü şimdiden vücuduma sirayet etmişti bile. Ulan kimseyle de paylaşılmıyordu ki bu meret, yükünü hafifletesin…

Deli danalar gibi dolandım durdum evin içinde. Hayal’den beklediğim mesaj bir türlü gelmiyordu. Gerilim filminin doruk noktasındaydım sanki. Dışarıda olan kar, tipi, fırtına sanki ruhsal yanımı özetliyordu. Sonunda apışıp kaldım koltuğa. İnsan düşünmekten korkar hale geldiğinde, tek istediği düşünmemeyi düşünmek oluyordu, öğrenmiştim. Bankalardan mesaj geldiğinde, rüzgar şiddetini artırdığında bile yüreğim hop iniyor, hop kalkıyordu.

Tam düşünmemeyi düşünürken, uykuya dalacaktım ki beklediğim mesaj geldi: “Ne yapıyorsun?”

Evet, mesajın sahibi Hayal’di. Derin bir nefes aldım. Ardından başladım titreyen parmaklarımla her şeyi sormaya… Kan vermiş, sonrada kardeşiyle evine aylık alışverişi yapmışlardı. Birbirimizden başka sığınacak kimsemiz yoktu. Korktuğumu dile getirdim Hayal’e. Bu sefer o beni teskin etti. Gece yarısına kadar sığındık birbirimize. Karşılıklı suç işleyen iki insan olmamız, tahmin ettiğim gibi daha da fazla kenetlenmemize yardımcı olmuştu. “Yarın çıkıyor sonuçlar Murat, çok endişeliyim.” Dedi. Sakin olmasını söyledim ve ekledim:

“Ama bu sefer ben de geleceğim Hayal”

“Hayır!” diye bağırdı bana. Anlam veremiyordum. Yelkenleri suya indirmiş olan Hayal, ani ruh değişkenliğine bürünüyordu. Bu sefer, kızma ve üste çıkma sırası bana gelmişti. Onu zedeleyecek, travma etkisi yaratacak ve yalnız hissettirecek sözlerden kaçınmalıydım. “Hem kan da öyle bir şey çıkarsa, o senin çocuğun kadar benimde çocuğum Hayal hanım, anlıyor musunuz?” demiştim,

“Bu durumu canlı öğrenmeye en az sizin kadar benimde hakkım var! Lütfen bencillik yapmayınız…” Mesajı göndermemin ardından dakika bile geçmemişti ki telefonum çaldı. Hayal’di. Gülüyordu.

Ne olduğuna anlam veremedim. Psikolojisi derinden etkilenmişti zavallımın. Yine kendimi suçlu hissettim.

“Ne oldu?” dedi, “Bakıyorum da hemen baba ayaklarına büründün… Yok benim de çocuğummuş efendim de yok en az senin kadar benim de hakkım varmışmış da!”

“Öyle değil mi?” diye sordum. “Yok efendim” dedi, “Öyle değil!”

“Tüm sorunu sıkıntıyı biz çekelim. O çocuğu Dokuz ay karnımızda taşıyalım. Sonra hiçbir acı çekmeden, yaşamadan karşımıza dikilin: “Neymiş efendim en az senin kadar benim de çocuğummuş. Nah en az benim kadar, senin de çocuğun!”

“Sakin ol hayal! Diye bağırdım. “Lütfen saygını bozma!”

Sinirlerim alt üst olmuş, şirazem kaymıştı. Ama Hayal susmuyordu: “Ne sakin olacağım lan! Camiinin hocasından rica etsem o da yapardı! Siz ne sıkıntı çekiyorsunuz da oğlum!”

Son sözlerinin ardından: “Allah cezanı versin” diyerek, kapattım telefonu. İkimizde birer öfke patlamasının kurbanıydık. Gece yarısına kadar ne o ne de ben birbirimize mesaj atmadık.

Tam uyuyacaktım ki: Adeta davet eder gibi bir mesaj atmıştı “Sabah 9’da gideceğim. Şimdi midem bulanıyor, mesaj atma uyuyacağım!”

3 

Yoğun stresten ötürü gece yarısına kadar hiçbir şey yememiş, o mesajı alınca da kafamı rahatlıkla yastığa koymuştum.

Sabah 8.30’da telefonun alarmı çaldı. Dün, gün boyu yaşadığım stresten çoğunlukla arınmıştım. Bir kolumu yataktan aşağı sarkıtıp,  sigara paketini almış ve afyonumun patlaması için bir adet sigara ateşlemiştim. Üstümü giyinip, çıktım evden. Kar kesilmiş, güven vermeyen kış güneşi ise sadece silüetini göstermek için ortaya çıkmıştı. Yerler geceki ayazdan dolayı fena buza çekmişti. Saat 9’da orada olabilmek adına o buzlu yerde hızlıca yürüdüm. Birkaç kez düşme tehlikesiyle karşılaşsam da korktuğum gibi olmadı. Sonunda sağlık ocağının kapısına varmıştım. Tam içeri girecektim ki: Elinde kâğıtlarla Hayal dışarı çıktı.

“Hani tam 9’da gelecektin sen?”

“Sanane” dedi, “İster 9’da gelirim, ister 8’de! Arasaydın ya çok önemliyse…”

“Tamam Hayal uzatma lütfen!” dedim, “Ne dedi doktor?”

Karşımda yüzünü ekşitti. “Allah senin belanı versin” dedi. Dişlerini gıcırdatarak konuşuyordu. “Vermiş zaten” dedim, “Daha ne verecek? Çatlatmasana Hayal adamı, ne dedi doktor söylesene?”

Elindeki reçeteyle sağlık ocağının yanındaki eczaneye çevirdi yönünü. “Ne diyecekte doktor!” dedi. Eczanenin içi kalabalık olduğu için sustuk. Endişelendim. Reçeteyi uzattığı eczacı bir sürü ilaç verdi. Gözümle, sanki oradan bir sonuç çıkartabilecekmişim gibi bir bir bakıyordum ilaçlara. Ardından dışarı çıktık. “Şurada bir kafe var, oturup konuşalım” dedi. Kafeye kadar sorgulamamın hiçbir anlamı yoktu. Usul usul soğuyan havaya meydan okuyarak yürüdük kafeye. “Kahvaltı yapmamışsındır sen şimdi!” dedi, “Haydi söyle de birer tost yiyelim…”

Garsona tost siparişi verdim. Ardından hemen Hayal’e dönüp, “Hadi çatlatmasana!” dedim, “Ne dedi doktor?

“Gözün Aydın dedi Murat oldu mu?”

“Nasıl yani?” diye sordum tekrardan, bu sefer kelimeler benim ağzımdan kopuk bir halde çıkmıştı. “Ne nasıl yani ya dedi, hamileyim işte!”

Oturduğum iskemlede halim, birinci dünya savaşından çıkmış Osmanlı İmparatorluğuna benziyordu. Kendimi On yıl izinsiz çalışmış gibi yorgun, sonrada tazminatını alamayarak işten çıkartılmış gibi çaresiz hissediyordum. Gözlerim doldu. Demek baba olacaktım. Ben gibi bir adamın çocuğu olacaktı.

Ama Hayal’in hareketlerine bir türlü anlam veremiyordum. Dün sıkıntıdan kıvranan kadın, bugün gayet rahat hareketler sergiliyordu. Gözlerimin dolduğunu gören Hayal gülmeye başladı. Sinirleneceğimi anlamış olacak ki: “Tamam, tamam sakin ol!” dedi, “İdrar yollarımda enfeksiyon” varmış, o yüzden adet olamıyormuşum.”

Vücudum bir anda kendisini bıraktı. Asla mutlu olmadım. Babalık psikolojisine girdiğimden üzüldüm bile kandırılmama.

“Dalga mı geçiyorsun ya sen benimle” dememe gerek kalmadan gülerek “Evet aşkım” dedi,

“O İlaçlar enfeksiyon için. Stres yapıp korktuğumdan iyice gecikmiş hastalığım. Ama senden çok güzel baba olurdu biliyor musun?”

Rahatlamıştım. Sevdiğim kadının son söyledikleri, gururumu okşamıştı. Nasıl toparlayacağını gayet iyi biliyordu.

“Tabii ki de iyi bir baba olacağını biliyorum benden!” dedim yarı sitemkâr ses tonumla.

Garson tostları getirirken, ilişkimizin o sihirli sözcüğünü, yüzünü ekşiterek fısıldadı Hayal:

“Ya bırak!”

Berk Murat kimdir?

1996 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. Anadolu Üniversitesinde Tarih okuyor. 6 senedir kitapçılık yapıyor. 

Yorum yapın