Öykü: Kar Tipi Yağıyor Sırtıma Böğrüme | Hediye Gasımova Nar

Haziran 27, 2019

Öykü: Kar Tipi Yağıyor Sırtıma Böğrüme | Hediye Gasımova Nar

“Doktor Bey oğlum” dedim, “öyle bir hap veresin ki, hafızamı silip süpürse tümünden. Nasıl hatırlayamıyorsam burnumun dibini, geçmişi de unutabileyim o denli. Bir de şu üşümem geçse, başka da sıkıntım yok çok şükür. Öyle böyle değil, iliklerim donuyor.” “Endişelenme, teyze hallederiz” dedi, kapıyı çekti. Ne endişesi, canım dedim arkasından. Gelmeden Bedesten’e tembihledim sıkıca. “İçin rahat olsun, komşum” dedi “yerini, yurdunu söylemem o soysuzlara.” “Salih bilsin ama” dedim, “nerde olsam gelir o.” Soysuzlardan kastettiği, üç oğlumdan ikisi. Büyüğü gavur ellerinde, öteki memlekette. Yıllar oldu yüzlerini görmeyeli. Işığa muhtacım ne zamandır, bilemezler. Koca karınlı örümcekler, tavandaki bozuk lambaya bağladıkları dantel örgü cibinliği sarkıtmışlar yukarıdan. Yattığım yerden her kımıldadığımda parmaklarım takılıyor ağlara. Yırtık fileden sağ kurtulan kara sinekler bulut gibi çullanıyor üstüme. İçime dolmasınlar diye dudaklarımı sıkıca bükerek kapayıveriyorum, uykusu kaçık gözlerimi de. Kirpik, kirpiğe dokunmaya dursun, korktuğum o adam çıkar gelir hayal meyal. Her gelişinde farklı görünüyor gözüme. Yüzü durmadan değişiyor. Tanımakta zorlanıyorum. Siyahı bozarmış, eteği yamalı çuhasının arkasına sakladığı orağı görmesem bir başkası zannederim herhalde. En son geldiğinde cesaretimi topladım. Bunun, akı kanlanmış kara gözlerinin içine baktım dik dik. Tutam tutam aklar düşmüş kalın sakallarına yapıştım titrek ellerimle. Kimsin sen, dedim ya?.. Başımı erkeksiz gördün de evimi mi bastın be adam?.. Yastığımın altına sakladığım ekmek bıçağını kaptığım gibi yürüdüm bunun üstüne. Bağırsakların, bacaklarına dolansın istemiyorsan, defol çık evimden dedim öfkeyle. Kolumu kaldırmaya fırsat bile bulamadım. Bu, kaba elleriyle dar omuzlarıma yapışıp ileri – geri sarstı beni. Takma dişlerim, ağzımdan yere fırladı. Üst üste giydiğim eski püskü, rengi yitik kıyafetlerin arasındaki cılız, buruşuk bedenimden katır – kütür sesler geldi. Eklemlerim ayrıştı sandım. Belimi sardığım sarı yün şalım olmasaydı kürdan gibi kırılırdım ortadan. Siyah başörtümü ayaklarının altına atıp deli inek yavrusunu çiğner gibi tepindi üstünde. Bedesten’e anlattığımda inanmadı her zamanki gibi. “Bu kadarını uydurduğuna göre gerisini de düşünmüş olmalısın. Hele söyle bakayım, nasıl kurtuldun adamın elinden Döne Bacım, yine Salih mi yetişti imdadına” dedi, aklımla alay ediyor aklı sıra. “Hızır gibi hem de” dedim. “Oğlumun ayak seslerini duyar duymaz kaçtı adam.”

Çocuklarımın yufka yüreklisidir Salih. Beni öyle karşısında bölük- pörçük görünce sarı yüzüne kara bulutlar indi. Üç oğlandan, yalnız ona verdiğim acı biber yeşili gözleri doldu doldu boşaldı. Örtüsüz başımı, yakasız beyaz gömleğinin üstünden göğsüne bastırıp öptü, kokladı, okşadı, sevdi. İncelmiş ak beliklerimden yılların düğümünü çöze çöze “saçlarının kınası gelmiş ana” dedi ağlayarak. “Yaaa” dedi Bedesten. “Salih, abilerine benzemezdi ki, yaşasaydı sen böyle yalnızlık çeker miydin hiç?” Tırnaklarımı yüzüme geçirdim. Buruşuk yüzümden kanlar aktı oluk oluk. “Ağzına kara taşlar, Bedesten” dedim, “Salih’ime n’oldu ki?..” Topraktan çıkma evimin kafesli penceresi önündeki pos bıyıklı Gürcü başkanın, omuzdan kesik yarım büstüne uzattı parmağını. “Devlete karşı yazdı ya, Döne Bacım” dedi sesini iyicene kısarak. “Adamların, kutlamayı yasak ettikleri Nevruz Bayramını savunan bir şiir yazmıştı ya hani?!”

“Evet, evet hatırladım” dedim. Sürgünden, öldü haberini aldığımda “ağlamayasın, aksilik yapmayasın” demişti abileri. “Onun yüzünden bizi de yaşatmaz devlet.” Kurunun oduna yaş da yanıp gitmesinmiş. Bu katilin heykelini de onlar sokmuştu konduma.

Ne yapayım, bağrıma taşlar bastım oturdum. Derdim yüreğimde nasırlaştıkça geçmiş belleğime kazındı, şimdim yitip gitti. Yetmiyormuş gibi son zamanlarda bir üşümedir sarmış canımı. Kat kat giysiler içinde yürüyemezken sırtıma karlar yağıyormuş gibi iliklerim donuyor. Öğlen, sabahları unutuyorum, akşam öğlenleri. Ben ki, sinedefterağıtçı Döne diye nam salmıştım memlekette. Ninemden, anamdan kalma bayatılarla doludur dağarcığım. On beşimden bu yana elin ölmüşlerini ağlayarak yakıştırıp yollamıştım da, bir ağız ağıt diyemedim Salih’ime de, ona yanarım ölünceye. Hayırsız abilerine zarar gelmesin diye ağlayamadım evimin son beşiğine. Bedesten de bilirdi, çocukluktan aklı başındaydı o. Öğretmenlik okuyordu büyük şehirde. Boylu boslu, altın saçlı oğlum benim. Burcu burcu kokardı ki, koynunda lavantalar açmış sanırdın. Dayısı Mahmut’un ikiziydi sanki. Soyka babasına çekmemişti ötekiler gibi. Adam, bizi bırakıp fingirdek Şadiye’yle kaçtığında kırk günlük bebeydi Salih’im. Büyük oğlan dört yaşındaydı, ortanca iki buçuk. Ben, bir yüzü kız, bir yüzü gelin tek kalmadım mı üç bebeyle ortada. Kocamı, bir ömür kendime bağlayacak güzelliğim yoktu belki. Ne yalan söyleyeyim şimdi. Yeşil gözlerim bile irinli ergenlik sivilcelerinden kalma mor lekelerin arasında yitip kaybolmuştu. “Kadın dediğin birazcık etli-butlu, yuvarlak hatlı olur” derdi kaynanam. “Senin gibi kara kuru, sıska, çelimsiz değil. Yediğin, yüzünde görünmez, giydiğin üstünde. Göğüslerin, yetmişlik karı memesi gibi sünmüş sarkmış göbeğine.” Büyüklerin önünde söz söylemek ne haddime o zamanlar?.. Bebenin biri memeden kesilmeden ötekini veriyor kucağıma yaşlı, ayyaş oğlun diyememiştim bile. Dolap dolusu giysilerim vardı sanki. Yaz, kış sırtımdan çıkmazdı yıkanmaktan eprimiş solgun pazen fistanım, kahverengi, yamalı yün yeleğim. Ayaklarım kara lastiğe girdiğinde sevincinden zil çalardı topuklarım.

Açlık, sefalet yıllarıydı. Kıran düşmüş tavuk, civciv gibi sürüyle ölüyordu insanlar. Ben, başımdan karlar yağa yağa, bir çocuk sırtımda, biri kucağımda, öteki eteğime yapışık koşturup duruyordum ölüden ölüye. Ne hastalık, ne üşüme, ne unutma. Sağlıklıydım, zehir gibi kafam vardı. Ne ağıtlar yakardım kelimesini şaşmadan. Cenazelerde ağla didin, söyle dövün aldığım iki kuruş yüz silimliği olmasaydı nah büyürdü babası kılıklı bu iki oğlan. Hele o, kart ayyaş ki, yıllar sonra hastasına bastı tekmeyi Şadiye, geldi kapandı dizlerime. Postu bitli, uyuz köpek gibi kaşınıp didikliyordu kirli çul çaputların arasındaki cılız bedeni. Dana kadar pireler zıplaşıyordu göğsünü döven ak sakallarının arasında. Ciğerleri, ağzından düşecek sanırsın, öyle sarsılarak öksürüyordu durmadan. “Ben ettim, sen eyleme, Döne” dedi. Bi yaşlar döktü o çapaklı gözlerinden ki, acıyıverdim haline. Aldım eve bunu. Tıraşladım saçını- sakalını, yıkadım temizledim bitini, sirkesini. İyileştiremedim, kan kusuyordu geldiğinde. Ama üç ay yaptıklarını yüzüne vurmadan baktım buna. Ellerimle içirdim çorbasını. Kanlı tükürüğünü boşalttım taslar dolusu. Altını al, üstünü temizle derken öldü gitti bir gece yarısı. İrmiğini ovdum, kavurdum helvasını. Lavaş ekmeğine dürüp ihsan dağıttım gelip gidenine. Son görev diye karaları giyip başına çöktüm ölüsünün. Bir de ağlayayım dedim buna. Meğerse ne kindarmış gözlerim, ne inatçıymış sözlerim. Bir ağız bayatı gelmedi dilime, tek damla yaş çıkmadı gözümden. Rezil oldum mu dedim ele-güne Bedesten?.. “Yok” dedi “Döne Bacım, senin yaptığını melekler yapmazdı, yüreğin sınmış, ondandır ağlayamadığın.”

Salih’im, on dört-on beş yaşlarındaydı babası öldüğünde. Açlığını avutayım diye beş yaşına kadar emzirdiğim çağlarını geride bırakmıştı çoktan. Büyük oğlan yok, ortanca öfkeli. Hadi dedim, omuz ver babanın tabutuna, ne de olsa atadır. Söz dinleyenim, halden anlayanım… Altın saçlım, yeşil gözlüm, yüce boylum. “Emrin olur, anam” dedi usluca. Bir sözümü, iki etmezdi hiç. “Devlete karşı yazmış” dediklerinde paraladım kendimi. Okutmayaydım keşke dedim, şu gavur başkandan önce ben kıraydım kalemini keşke dedim. Yırtındım, dövündüm ama ağlayamadım oğluma, bu iki soysuzun yüzünden. Ah oğlum, ah! Beni de alıversen yanına diyorum. Kurtulsam geçmişleri deşmelerden, kurtulsam bugünümü unutmalardan. Kara belenmiş bedenim ısınıverse koynunda.

Bu hemşire de nerede kaldı bilemedim ki. Yatağının kenarına ilişmiş o kadın da üşüyor benim gibi. Görüyorum. Zayıf uzun çenesinin takırtısı sinirlerimi bozuyor. Titremem de aldı başını gitti. Hemşire de nerede kaldı yahu! Doktor Bey geleceğini söylemişti ya…

Hediye Gasımova Nar kimdir?

1969 Azerbaycan doğumlu. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi filoloji fakültesinden mezun. Birkaç öyküsü Oggito, Edebiyat Haber, Kayıp Rıhtım ve Kiltablet gibi mecralarda yayımlandı.Didim, Aydın’da ikamet etmekte.

edebiyathaber.net (27 Haziran 2019)

Yorum yapın