Öykü: İn | Dilek Bektaşoğlu Sanlı

Temmuz 14, 2020

Öykü: İn | Dilek Bektaşoğlu Sanlı

An yarıldı. Bedenim derin bir boşlukta kaldı, düştü, durdu. Dağıldım, parça parça koptum kendimden, baktım. Bir ışık demetine dönüşmüşüm. Yanıyorum, titriyorum, sönüyorum. Doğrulamıyorum. Tutunamıyorum. Diriliğim yitip gitti. Uzandığım kanepede öylece kalakaldım. Beş değil, yedi hafta geçmiş meğer eve kapanalı. Teyeli sökülmüş zamanın.

Yapıp ettiklerim, durmadan yapmayı bildiklerim, zihnim, elim, aletlerim her biri kendini belli belirsiz duyuran bir tik tak. Yoksunluğun sesi, tutunduğum ritim şimdi. Duymasam avunamam.

Eski bir fotoğrafa bakar gibiyim. Herkesin yerli yerinde olduğu ve kimsenin gülmediği. Kasvetli haberler sarıp sarmalıyor, sıkıştırıyor göğü yeri. Oysa. Oysa ölüm yakınına düşmediğinde, yalnız soğuk bir taş. Gökyüzünde parlak bir gün aydınlığı hala, aydınlıkta salınan bulutlar, yerde bir sokak lambasının ışıttığı tekinsiz bir gece. Yıldızlara bakılırsa, soğuk olacakmış bu sene dünya. İçim de öyle.

Hiç oynamadığım bir oyunun ortasında, bir rüyadaydım dün gece. Boş toprak bir arazide. Bir top yok ama atılacak bir yerden ve ben tutacağım kesinlikle. Gözlerim yükseklerde. Geri geri gidiyorum. Giderken ansızın çarpıyorum ona. Dönüp bakıyorum. Söz yok, kaya gibi ağır, yine de bir tüy gibi titrek bir etkisi var olup bitenin. Işıltıyla ürperiyorum. Evine doğru sakince yol alıyor. Ardından bir ceylan gibi gidesim geliyor da, yaralarımdan tanıdığım o evin yolunu bulamıyorum. Etrafta bir düş karanlığı, havada toprağın tozu, sisli kuytular… Benzetmeye, anımsamaya çalışıyorum. Sakınmadan girdiğim evlerin arka odaları, daralan koridorlar ve serili yolluklardan demir bir kapıya bağlanarak nihayet, bambaşka sokaklara açılıyor. Çaresizlik, başıboş bir serseri kılığında geziyor, dağıtıyor her şeyi. Bir uğultuyla uğurlanıyorum bu nemli rüyamdan.

Duyduğum bu koku, ekşiyor muyum yoksa durdukça ben böyle, baharatlı? Adı, tadı dilimin ucunda. Kurumuş ve dövülmüş hani. Oysa fıs fıslı güllerden, yaseminlerden, şakayıklardandı endamım. Yürüdükçe bedenimden salınan, saçlarıma dolanarak her nefeste havaya bulanan ve geçtiğim anda dalga dalga bırakan beni ve tam vuracakken sahile geri çağıran. Fakat bir özlem, bir teselli gibi yankılanan bu sözler neden şimdi? Duyan kimse yok ki. Sade gerçeği söyleyebilmeliyim. Biraz cesaret gerekli. Eteğimi kaldırır gibi, gölgemi kaldırıyorum hafifçe. Örtük bir arzu, haz bu, kendi ekşi mayamdan aldığım, heyhat! Dünyanın bilmediğim telli odalarında, kayarak birleşerek melezleşmiş tuzlu sıvı ve salyaların ötesinde. Koltuk altımın dağınık karanlığından yayılan, bir yarıkta kesifleşen ve kesifleştikçe uyarıldığım. İnime doğru çekilen ben.

Işığa teslim olmayan odanın köşesinden bir çağrı mı akseden? Çocukluğumun coşkulu, savruk oyunlarını anımsıyorum. Doğruluyorum, müziği açıyorum, geçiyorum aynanın karşısına. Soyunup solgun çıplak bedenime, dans etmeye başlıyorum bir başıma, çemberimde. Aynı anda odadaki her şey dönüyor benimle birlikte. Döndükçe artıyor tutkum, diğerlerini içine katıyor, taşıyor, köpürüyor köpürüyor, müziğin ritminden çıkacak gibi oluyorum. Usulca çağırıyor ritim, kulak verip, dönüyorum. Farkında olmadan sayıyor, sayıyor, bir an değişir gibi oluyor, değişmiyordu.

Küçükken çıktığımız gezintiler, mağaralar ve şelalelerin düzensiz görüntüleri geçiyor bu defa gözlerimden. Boşlukları şu an dolduruyorum. Sular, yükseklerden dökülerek, kayalıklara çarparak kıvrılarak ve genişleyerek, bir gelin duvağı gibi açılarak iniyor aşağılara. Babam avuç içlerimden tutuyor. Elerim sulara dokunur gibi ferah. Bir ritme tutunuyorum bu sefer içimden. Taklit ettiğim, şelalenin sesi bu. Ne ileri ne geri… ne bir başlangıcı ne de bir sonu var. Bu haliyle sonsuz bir anı kavrıyor, tutuyor, kendiyle dolduruyor şelale ve bütün diğer sesler boğuluyor, yutuluyor, kayboluyordu içinde.

O seslerin yokluğundayım burada. Kafamın içinde yankılanan, kafatasıma ve dokularıma çarparak dolanan sesime kulak veriyorum. Evin içinden bir yer buluyorum kendime, yerleşiyorum. Beton bir plaka halinde üzerimde asılı bu renksiz yatay yüzeyin havasız bıraktığı anlar oluyor yine de. Nefes alabilmek için camımı açıp, aralıyorum. Kara desenli ağaç serçelerinin konduğu günler oluyor pencereme. Ellerimle pişirdiğim ekmekleri bölüp, kırıntılarını özenle veriyorum. Gökçe saf gökyüzüne bakıyorum, yaprakların yıldızlı tüyleri salınıyor havada, patlıyor sarı tomurcuklar, aşina olduğum ıhlamur kokuları ılık rüzgarların içinden hatırlatıyor kendini. Kıpraşan taze dalları, dişi arıları, balları, gecikmiş yağmurları, toprağa sürülmüş kederi, ıhlamur ağacının gölgesinde durup dinmiş insanları ve diğerlerini…

Anımsatıyorum ben de penceremden, kendimi.

edebiyathaber.net (14 Temmuz 2020)

Yorum yapın