Öykü: Bir Yalnızlık Öyküsü -YAZ- | Cem Uludağ

Aralık 25, 2018

Öykü: Bir Yalnızlık Öyküsü -YAZ- | Cem Uludağ

Kıyıya vuran dalgaların boyu yükseldikçe daha çok kahkaha atıyor, altında kalan çakılların morarttığı bacaklarını fark etmeden dağılan bikinisini toplamaya çalışıyordu Öykü. Sadece o değil, tüm sahil çığlık çığlığaydı beyaz köpüklerin arasında. Deniz suyu şezlonglarına kadar ulaşıp çantalarını ıslatan birkaç kişi dışında herkes halinden memnundu sanki. Yılda bir görünen bir olay yaşanacaktı o gün, henüz kimse farkında olmasa da.

“Tek başına ne yapacaksın?” demişti arkadaşları giderken. “Canın sıkılır.” Ama eğleniyordu işte, niye sıkılsın? İsterse bütün gün burada yatar, isterse de içip içip sevişirdi. Onlara niye dert olmuştu yalnızlığı? Sarsılan vücudunu son bir kez daha attı suyun içine. Bikinisine dolan küçük çakıl taneleri temizlensin diye iyice dibe doğru yüzdü. Deniz gözlüğü su almaya başlayınca artık çıkma vaktinin geldiğini anladı. Yüzeye doğru bedenini elleriyle ittiği sırada ağır bir dalga geçti üzerinden. Kafasına darbe aldığını hissetse de suyun altında kalmamak için can havliyle çekti kendini yukarı. Elleriyle gözlerini ovuşturduktan sonra suyun etkisiyle kendini aşağı salan saçlarını geri itti bir çırpıda. Etrafına bakındı. İlk anda saf beyaz köpükten başka bir şey göremezken birden fark etti onu. Hamurlaşmış, beyaz kapaklı bir kitap, üstünde kısa saçlı bir kadın fotoğrafı, uzanıp kavradı hemen ince parmaklarıyla.

Keskin çakılların acıttığı ayaklarıyla dengeli yürümeye çalışarak terliklerine ulaştı. Çakılların bittiği yerde kum başlıyordu. Bastığı yerde ayak izinin şeklini alan yaş kum, içine dolan deniz suyuyla tekrar düzleşti. Su damlaları savruldu saçından ve kollarından. Kitabı kuruması için beyaz plastik sehpaya bırakıp hızla duş kabininin yolunu tuttu. Kayalık, koyu yakan güneşin altında şemsiyelerin etekleri uçuşuyordu. Birkaç tanesi sıcak esen rüzgarın gücüyle yıkılsa da hemen kahraman plaj görevlileri tarafından kaldırıldı. Fakat adamlar bir daha olmaması için herhangi bir önlem almıyor, aynı şekilde geri koyuyorlardı. Öykü’nün de çoğu problemde yaptığı gibi.

Şezlonga uzanıp file çantasından telefonunu çıkardı. Güneş gözlüklerini önce gözüne, sonra ekranın fazla karardığını fark edip başının üstüne yerleştirdi. İnternet pek iyi çekmese de bildirimler ve gelen mesajlar görünüyordu. Birkaç kişi fotoğrafını beğenmişti, ortak gruplarda dönen muhabbetlere baktı, bayram mesajlarını okudu. Doğru ya, bayramın ilk günüydü bugün, arkadaşları da o yüzden erkenden gitmişti.

Üşütmemek için beyaz tişörtünü giydikten sonra bikinisinin üstünü çıkarıp şemsiyenin tepesine serdi. Vücudunun belden aşağısını da güneşte kurumaya bırakmıştı. Bronzlaştırıcı sürdüğü bacakları güneşte parladı. Bir sigara yakıp telefonunu plastik sehpanın üstüne bıraktı. Nefesinden çıkan duman savruldu havada.

Ne zamandır buradaydı? Sabahın erken saatleriydi geldiğinde. Baş ağrısı ancak geçmişti. Dün geceyi hayal meyal hatırladı. Arkadaşları ile son gecesi. Önemli bir duyuru yapacağını söylemişti arkadaşlarına buluşmadan önce. Sahilden gelip alınan duş sonrası gevrek tenlerini nemlendirmiş, şampuan kokulu saçlarını kurutmadan çıkmışlardı pansiyon odalarından. Üzüm Kızı meyhanesini ayarlamıştı Öykü iki hafta önceden. Rezervasyon yapmazsanız yer bulamaz, “Şu kenarda otururuz biz ne olacak?” şeklinde pazarlığa girişmek zorunda kalırdınız buralarda. O da kar etmezdi ya, neyse. Süs kabaklarının ışığı altında Akdeniz ve Ege’nin birleştiği noktada vurmuşlardı kadehlerini şerefe. Batan güneş parlıyordu uçsuz maviliğin üstünde. Fakat işin garibi, ikinci dubleden sonra arkadaşlarını niye çağırdığını unutmuştu Öykü. Kabak çiçeği dolmasını ikiye bölüp yarısını attı ağzına. Yoğurtlu semizotunda da küçük bir kaşık aldı. Ağzı öylesine gevşemişti ki o akşam, bir sene sonra pılını pırtısını toplayıp buralardan gideceğini söyleyeceği yerde aklına gelen diğer her şeyi anlatmıştı. Babasının hastalığını, iki ay önce gittikleri Barselona anılarını, aldıkları yeni arabayı, en son gittiği filmi, sevgilisiyle uzun süredir sevişmediklerini. Bir tek gidişini açıklamamıştı o gece. Zaten bir noktadan sonra kendini müziğe kaptırmış, elinde kemanla yanlarına gelen adama eşlik ederken iyice kopmuştu konudan. Bir de mekandaki tüm otları, çiçekleri yolup masaya atmıştı o gece. Bunu hatırlamasa da arkadaşları ısrarla anlatmıştı olayı. Garson çocuk da ne yapacağını şaşırmış, “Aman abla yapma,” derken bir ton da küfür yemişti Öykü’den.

Deniz bozduğu için şimdi herkes hareketlenmişti. Genç kadının acelesi yoktu neyse ki. Kurumaya bıraktığı kitaba baktı. TanteRosa. İlk okuyuşunda bitirmemişti kitabı. Demlensin istemişti. Şimdi ise tam anlamıyla özütebiliyordu kelimeleri ruhunda. Yalnızlığı seviyordu, hayatındaki insanları da seviyordu ama istediği zaman set çekebilmeliydi. Kendini istemediği bir düzenin içinde bulduğunda hemen ondan çıkıp bir yenisini kuruyordu işte. Rosa’nın yaptığı gibi. Ne var bunda?

Güneş öylesine yakıcıydı ki, hemen kavrulmaya başlamıştı sayfaları. Gevrek gevrekti çevirirken. Ne işin vardı senin denizde? Kim attı seni oraya? Düşürdüler mi yoksa? Yırtılan köşeler, belirsizleşen yazılar netleşmiş, onarılmış gibiydi tek tek. Denizin iyileştirici etkisi onda işe yaramıştı anlaşılan. Aslına bakarsanız, deniz tuzu kendi ruhuna bile dokunabilmiş, uzun süredir alamadığı kararı almasını sağlamıştı, bir kitabı onarması gayet normaldi tabi ki. Herkes gittikten sonra kalktı o da. Yürüyecekti merkeze kadar. Ne acelesi ne de bekleyeni vardı sonuçta.

Tepeye doğru tırmandıkça koyun görüş açısı genişledi. Solunda kalan yamacın altında gün ışığıyla dalga çizgileri parlayan Akdeniz uzanıyordu. Tur tekneleri Limanağzı’ndan dönüşe geçmiş, balıkçılar bozan havada kıyıya doğru motorlarını çalıştırmışlardı. Gün batımını izleyen insanlar şiddetle çalkalanan denizi videoya alıyordu. Gerçekten, bir haftadır buradaydı ama böylesine dalga görmemişti. İlçenin yerlileri de aynı fikirde olacak ki tepeden izliyorlardı denizin kaynamasını. Onlara aldırmadan pansiyona yöneldi Öykü. Gidip güzel bir duş almalıydı. Şu denizin tuzunu şöyle bir atsındı.

Hızla merdivenleri çıkıp kendini odaya attı. Şortunu ve tişörtünü tamamen çıkardıktan sonra kendine çırılçıplak aynada baktı. Güzeldi gayet, alımlıydı vücudu. Belki çok az ödem vardı ama iki üç gün daha yüzerse geçerdi o da. Ayın bu zamanlarında normaldi hem. Suyun ısınmasını bekledi biraz. Tuzlu vücudu suyun altında tekrar neme kavuştu. Gerilen derisi sakince saldı kendini. Saç telleri direnç göstermeden yerçekimine kapıldı. Şampuanın köpükleri çığ gibi düştü vücudundan kayarak. Vücuduna yapışıp kalan minik taş parçaları da aktı onunla.

Saçlarını kurutmadan çıktı dışarı. Makine ile kuruduğunda yanıyordu saç kökleri. Böyle daha iyi, sadece omzunu serin tutan bir nemlilikle bırakıyorlardı kendilerini yer çekimine. Çarşı kalabalıktı. Tayland dondurması yapan tezgâhlardan tak tak sesler geliyordu. Takı tezgahları ışıl ışıl, meyhaneler tıklım tıkıştı. Peştemal bakan kadınlar, hediyelik biblo alan genç adamlar. Ya biblo ya magnet alırlardı zaten. ‘Bir kere de kullanışlı bir şey alın’ diye çıkışsa bu sefer de geçen Anneler Günü’nde aldıkları mikseri ortaya atarlardı hemen koz olarak. Aferin, mutfak robotlarını sevindirecek bir hediye. Şu mikseri al ve bana hemen bir şeyler hazırla!

Ara sokaklardan birinde, beyaz badanalı duvarı asma yapraklarıyla kaplı bir dükkan buldu. Alçak tavanlı odanın içinde şarap şişeleri diziliydi. Gözüne kestirdiği beyazlardan birini kaptı hemen. Kuru, şekersiz olmalıydı. Tüm gurmeliği bundan ibaretti. Dosdoğru sahile indi. Kimse olmazdı bu saatte, sesler de bir anı gibi uzakta kalmıştı şimdi. Uzandı boş şezlonglardan birine. Deniz hala çığlık çığlığaydı. Dalga sesleri vardı ama karanlıkta nereye vurdukları pek belli olmuyordu. Ay ışığı altın bir yol örmüştü denizin ortalarından kıyıya doğru. Mehtap dedikleri de olurdu buna. Mavi Duvar şarkısındaki gibi yüzünü kırbaçlıyordu rüzgar ara ara. Şişenin dibine yaklaştıkça gökyüzünün eşsiz siyahlığında hareketlenmeye başladı yıldızlar. Göz kırpar gibi parıldayıp söndü birkaç tanesi.

Sesi duyunca doğruldu aniden. Yalnız değildi sahilde. Tepelerde yanan turuncu ışıklarda sesin geldiği silueti seçmeye çalıştı. Bir tekne yanaşmıştı koyun ortasına. Tekne değil de, balıkçı kayığı demek daha doğruydu belki de. Diz üstünde kesilmiş kotu ve gri atletiyle yaşlı bir balıkçı indi içinden. Balıkçı gibi kokmuyordu ama ilk izlenimi buydu en azından. Yumak yumak olmuş bir ağ vardı elinde, onu açtı güzelce. Çıplak ayakları çakılların üstünde bulutlara basar gibi yürüyordu. Nasıl katılaştılarsa artık hissetmiyorlardı belli ki.

Görüş açısını sessizce düzeltmek isterken sehpanın üstündeki şişeyi devirdi Öykü. Suratı kasıldı korkuyla. Bir ihtimal, adam duymamıştır diye umutlandı. Uzanarak almaya çalışıyordu ki “Gel, yakından bak istersen, oradan göremezsin,” dedi adam çatallı sesiyle. Uzun süre bağıra bağıra şarkı söylemişti sanki gelirken. Denizin durumuna bakılırsa, çığlık çığlığa da gelmiş olabilirdi. “Gerek yok,” diyerek adamı reddedecekti ki, mehtabın üzerinde bata çıka yüzen şeyleri gördü. ‘Şey’ demişti çünkü balık olmadıkları kesindi. Doğruldu olduğu yerde. Yaşlı adam elindeki ağı iyice açtı. İki eliyle birer köşesinden kavrayıp ayaklarını esnetti. Sağ ayak arkada, sol önde, vücut sabit. Havayı ciğerlerine doldurup diyaframını şişirdi. Gözleri delip geçer gibi odaklanmıştı denize. Ve savurdu birden kollarını. Beyaz bir hale gibi havalandı balık ağı ve denize düştü şapırtıyla. Hızlı hızlı çekmeye başladı kendine doğru. Öykü çoktan yanına varmış, gördüğü şeyin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Gecenin karanlığında fosforlu düşler gibi kabaran köpüklerin arasından çıkıp, çakıl ve kumların içinde sürüklenerek ayaklarına kadar geldi ağ. İnce, kalın, renkli, renksiz, ciltli ve ciltsiz kitaplarla doluydu içi. Hepsi sırılsıklam olmuş, yumuşamış ama sapasağlam görünüyorlardı.

“Bu mevsimde çok yapar bunlardan,” dedi adam şimdi yaktığı sigarası iki dudağının arasına sıkışmış, ağdan kurtardığı bir kitabı Öykü’ye uzatırken. Tereddüt ede ede aldı eline genç kadın ıslak kağıt yığınını. “Bugünkü dalgadan anlamıştım. Yılda bir kere olur bu. Şanslısınız denk geldiğiniz için. Bu koyda çok çıkar özellikle.”

Küçük bir cep kitabını alıp denize geri fırlattı. “Küçük olanları atarım her zaman,” dedi gülerek. Neyse ki karanlıkta sarı dişleri pek belli olmamıştı.

“Nereden geliyor bunlar?” diye sorgu Öykü bu duruma mantıklı bir açıklama bulabilirmiş gibi.

Uzaklarda bir yere doğrulttu adam parmaklarını. “Karşı kıyılardan. Kitapları denize salarlar yılda bir kez, özgürleşsin, yenilensin, iyileşsin diye. Bir ritüeldir buralarda bu. Tıpkı akvaryumdan alınıp okyanusa salınan küçük bir balık gibi. Nefes bulur kitaplar burada, sıkışmışlıktan kurtulur. Bu kıyıya ulaşabilenler için geçerli tabi bu. Ancak denizi aşanlar başarıyla geçer bu sınavdan. Çok değerli olanları da vardır içinde.”

Adamın teknesindeki Sahaf Kaptan yazısı dikkatini çekti Öykü’nün. ‘Kayık için mükemmel bir isim!’ diye düşündü. “Dalga önemli burada,” diye devam etti adam. “Varsa eğer denize bırakabileceğin bir şeyin, kaçırma sakın bu şansı. Gece dalga tersine döner, karşı kıyıya doğru sürüklenir her şey. Aklında olsun.” Tüm kitapları ayıklayıp serdiği örtünün üzerine koyduğundan emin olmak istedi adam birkaç saniyeliğine. “Güneş tutulması kadar değerlidir bu dalga. Şimdi, kurumaları için böyle bekleteceğiz bunları. Sabah güneşinin ilk ışıklarında, tamamen kavrulup gevrekleşmeden ve rahatsız, huzur bozucu insanlar gelmeden toplayacağım. Aksi halde bir işe yaramaz, kurutma metodu çok önemlidir bu işte.”

Adam teknesine atlayıp da gittiğinde, yüzüne vuran rüzgarın terse dönüp, ensesini yalamaya başladığını fark etti Öykü. Serin ve hafif. Henüz daha şiddetine kavuşamamış. Sabahtan beri çantasında taşıdığı gevrekleşmiş kitabı çıkardı. Denizden gelmişti ona. Güzel bir sürpriz yapmış, söyleyeceklerini söylemiş, gelecek planlarını kafasında netleştirmişti. Ama giderken hiçbir şey götürmek istemiyordu yanında genç kadın, boş bir valiz vardı hayalinde sadece. En iyisi bu kitabı ihtiyacı olan başka birine ulaştırabilmekti. Belki yeni sahibinin de korkusuzca kararlar almasını sağlardı hem. Yavaşça eğilip arka kapağını suya yatırdı kitabın. Parmaklarını açtığı anda dalgalar kaptı avcunun içinden karanlığa doğru. Bata çıka kayboldu ayın altın sarısı ışığında.

Cem Uludağ kimdir:

1991 tarihinde Bursa’da doğdu. Bursa Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra lisans öğrenimini Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde tamamladı. Okulda aldığı Yazarlık Teknikleri dersinde çeşitli öyküler yazdı, yine aynı dönemlerde Yekta Kopan’ın verdiği yazarlık atölyesinden sertifika aldı. “Kaş Çakıl Beach” adlı öyküsü Öykü Gazetesi Ocak 2018 sayısında yayınlanmıştır. 2018 yılında yapılan Nilüfer Belediyesi Sevgi Soysal Öykü Yarışması’nda “Bir Yalnızlık Öyküsü-Kış” adlı eseri öykü seçkisinde yayımlandı.“Sardinya Adası Kum Hırsızları” öyküsü Edebiyat Haber sitesinde yayınlandı. Medium.com’da Türkçe Yayın üzerinde öykü yayımlamaya devam etmektedir.

edebiyathaber.net (25 Aralık 2018)

Yorum yapın