Ömür İklim Demir: “Hayatı hikâyeden, hikâyeyi hayattan ayırmak mümkün değil”

Temmuz 31, 2015

Ömür İklim Demir: “Hayatı hikâyeden, hikâyeyi hayattan ayırmak mümkün değil”

mek son kapak 01Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Muhtelif Evhamlar Kitabı, Ömür İklim Demir’in ilk öykü kitabı. Yapı Kredi Yayınları tarafından okura sunuldu. Demir, 1980’de Adana’da doğmuş. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Yedi yıl ceza avukatı, üç yıl da reklam yazarı olarak çalışmış. Öğrencilik yıllarında çeşitli fanzinlerde ve teknoloji dergilerinde yazarlık yapan Demir’in ilk öyküsü 2010’da Varlık’ta yayımlanmış.

İlk kitabını çıkaran Demir’le hayata bakışını ve öykü anlayışını konuştuk.

Adından başlayalım öncelikle: Niçin “Muhtelif Evhamlar Kitabı”?

Açıkçası onlarca isim vardı aklımda, isim seçerken biraz kararsız kaldım. İçler Dışlar Çarpımı ya da Sessizliği Öldüren Tuzluk gibi kitaptaki öykülerden birini seçiyordum ilk başta, sonra bir öyküyü öne çıkarmanın yanlış olduğunu düşündüğüm için vaz geçtim. Sonrasında pek çok arkadaşıma sordum, küçük çapta bir oylama bile yaptım. En sonunda öykülere yakışacak en güzel çatının Muhtelif Evhamlar Kitabı olacağına karar verdim.

Kitabınızda, birbiriyle bağlantılı hikâyeler de var. Bu önceden düşünülmüş bir kurgu mu? Neden ‘roman’ değil ‘öykü’ mesela?

Evet kitaptaki bazı hikâyeler arasında küçük bağlantılar ya da kesişimler var, bu bağlantıların bir kısmı hikâyeler ortaya çıktıkça kendiliğinden oluştu, bir kısmıysa en başından beri aklımdaydı. Hikâyeler arasında bağlantılar olsa da her birinin bir diğerinden bağımsız okunduğunda dahi anlamlı olmasına mümkün olduğunca özen gösterdim. Neden roman değil de, öykü… Böyle bir ayrımım yok, birini diğerinin yerine koyamam; sadece öykünün bana daha fazla bilinci ve anlatım şeklini deneyimleme fırsatı sunduğunu söyleyebilirim. İleride roman türünde de yazmayı düşünüyorum.

İçler Dışlar Çarpımı’nda “Net bir günü, net bir cümlesi olmadan başladı her şey; kendiliğinden, ağır ağır, içimizde hasıl oldu. Zaten o dönemlerde, hayatımızı takvim yapraklarına kaydetmek gibi bir alışkanlığımız yoktu. Bir ölümlerin tarihini bilirdik, sayıları artınca onları da bilemez olduk.” diyor kahraman. O günden bu yana bir şeyler değişti mi?

Maalesef hiçbir şey değişmedi, ölümlerin, katliamların sayısı eskisinden de fazla. Artık ölüm evlerden, sokaklardan, televizyon ekranlarından, telefonlardan, internetten taşıp içimize siniyor. Ölüm videoları, görmeme ihtimalimize karşı kırmızı daireler içinde gözümüze sokuluyor, hepsini tekrar, tekrar ve tekrar izliyoruz. Sonra öyle sıkılıyor ki ruhumuz tüm bu ölümlerden, gündelik hayatlarımızı bile yaşamaya utanır oluyoruz.

Bir öykü kahramanınızın diliyle, “Dışarısı kalabalık. Dahil olamayacağım hikâyeler geçiyor önümden.” diyorsunuz. Hayatla hikâyat öyle çok ayrı şeyler midir sizin için?

Sartre, “Bir insan her zaman bir hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” der; bu söze kelimesi kelimesine katılıyorum. Her birimiz ete kemiğe bürünmüş hikâyeleriz. Kimimizin hikâyesi bir başkasınınkinine temas etse de -ya da bazı açılardan bir diğerini andırsa da- hiçbiri birbirinin aynı değil. Hiç farkında olmadan, tek satır dahi olsa bir başkasının hikâyesinde yer almak, en basitinden sigara için ateş istemekle bile mümkün. Kimbilir belki de önemsiz bir sohbetin içinde “Tam içeri giriyordum ki biri benden ateş istedi.” diye eser miktarda bulunacağız. Bir de bütün bunların dışında, kıyısından köşesinden geçmediğimiz veya geçemediğimiz, dolayısıyla dahil olmadığımız hayatlar var; tabii onlara da koca bir “diğerleri” parantezi içinde alakasızca dahil oluyor olabiliriz, bunu asla bilemeyiz. Velhasıl, hayatı hikâyeden, hikâyeyi hayattan ayırmak mümkün değil.

Trende“Vaktiyle bir rüyaya malzeme olacak kadar muhteşem yaşamışız. Şimdiyse bir kabusun ortasındayız.” cümlelerinden yola çıkarak soruyorum: ‘Geçmiş’ hep ‘geçmiş’ midir, yoksa okurken, yazarken, yaşarken ‘şimdi’ ile kıyasladığımız bir kavram mıdır en çok? Öykülerinizi kurarken “geçmiş-şimdi-gelecek” üçgeninde nerede durursunuz?

Geçmiş, sahip olabileceğimiz tek masal; bu nedenle de onu var olduğundan daha görkemli hatırlamayı çoğumuz seviyoruz. Ben de o gruba giriyorum, çünkü yaşanmış olayları irdelemek, o olayların diğer olaylarla ve insanlarla olan bağlantılarını görebilmek hep daha kolay oluyor. Şimdiki zaman dediğimiz de geçmişin bize dokunan son uzantısı diye düşünüyorum. Ne de olsa bugün dediğimiz, kendinden önceki binlerce günün ağırlığı altında ezilen bir başka günden ibaret. Yazarken de çoğunlukla bu geçmiş-şimdi arasındaki bölgede geziniyorum.

“Burgonya, malahit yeşili, camgöbeği, elektrik mavisi, mor, safran sarısı, galibarda, şeker pembe, gül kurusu, hardal sarısı, ateş kırmızısı, şarap kızılı, şeftali rengi, vişneçürüğü, koyu bordo, siyah diye içinden renkleri sayarken” ve “Midye dolma, kokoreç, sigara, şarap, ter”, “Kişmiş, kebabiye, safran, kakule, anason, köri, köfte baharı, muskat…”ı koklarken buluyor okur kendini birden. Renklerin ve kokuların bir öykücü olarak hayatınızdaki/ yazınızdaki yeri nedir?

Renkler ve özellikle de kokular, farketmesek bile aklımıza kazınıyorlar; çoğunun hafızamızda yer ettiğini, ancak içlerinden birine alakasızca denk geldiğimizde fark edebiliyoruz. Çamaşır makinesinden yeni çıkmış çarşaf kokusu mesela beni çocukluğumun geçtiği evin bahçesine götürür, çimenlerin üstünde dalgalanan çamaşırları, sokakta top oynayan çocukları görürüm ama neden aklım oraya gider bilmem. Bir de çağla yeşili ya da öyle bir renk var, onu da ne zaman görsem aklıma karşı komşumuzun solgun Renault 12’si gelir. Aşağı yukarı hepimizin hayatında böyle sebepsizce ortaya çıkan pek çok koku ve renk olduğuna inanıyorum, sanırım bu nedenle hikâyelerimde de kokuları ve renkleri çok kullanıyorum.

Bir de hayatımıza yön veren isimler, markalar, reklamlar, ön yargılar, kabuller, kalıplar, klişeler, “Harper’s Bazaar, mart sayısı; Marie Clair, mayıs sayısı; Elle, temmuz sayısı…” derken… Sonuç/ta ne oluyor?

Özel hiçbir şey olmuyor, markaların, reklamların, kalıpların, klişelerin bir önemi yok; onların bizi daha değerli ya da daha dejenere hale getireceğine inanan bizleriz.

“Bir öykünün içinde olsaydı, hikâyenin tam bu noktada bitmesini çok isterdi Selim. Fakat öyle olmadı. İki saat içinde salondaki illüzyon sona erdi; çünkü mutlu son diye bir şey yoktu, uzun vadede bütün hikâyeler mutsuz biterdi.” Yaşadığınız hayatın, yaptığınız işin, aidiyetlerinizin nasıl bir etkisi var ‘hikâye’nize? Bir gün ‘mutlu son’lu bir öykü okuyabilir miyiz kaleminizden çıkma?

Yaşadığım hayatın mutlaka etkisi olmuştur fakat bunu analiz edip tam olarak nasıl bir etkisi olmuştur kalem kalem sıralayamam, ne de olsa hepimiz kendimize karşı biraz körüz. Mutlu sonlara gelince, elbette öyle hikâyelerim de var; tarz olarak daha eğlenceli, daha çizgi roman kafasına yakın kurgular olduğu için onları bu kitaba dahil etmedim. İlerleyen dönemlerde onları da ayrıca derlemeyi düşünüyorum.

Kitabınızın dili, kurgusu ve anlattığıyla nasıl bir iz bırakmasını isterdiniz okurda?

Bu benim tahayyül edebileceğim bir durum değil, buradan sonrası okurla kitap arasında. Umarım öyküleri okurken sadece kendilerine değil, hiç karşılaşmadıkları insanlara da rastlarlar.

Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (31 Temmuz 2015)

Yorum yapın