Ölümü anlatan şair ve yazarlardan seçkiler | Filiz Gazi

Mart 5, 2013

Ölümü anlatan şair ve yazarlardan seçkiler | Filiz Gazi

“‘Her şeye karşı güvenlik sağlanabilir, ama ölüm konusunda, yıkılmış bir kalenin insanları gibiyiz.’ (Epikuros) Lukretius pekiştirir: ‘Bu geniş dünyanın özü ölüme ve yıkılışa adanmıştır, öyleyse ergiyi ne diye daha sonraya bırakmalı?’, ‘Yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyor ve hepimiz acı içinde ölüyoruz’, der Epikuros. Öyleyse dünyanın tadını çıkarmalıdır. Ama ne garip bir tat çıkarma. Kalenin duvarlarını tıkamaktan, sessiz boşlukta ekmek ve su sağlamaktan öte bir şey değil. Ölümün tehdidi altında bulunduğumuza göre, onun için hiçbir şey olmadığını kanıtlamamız gerekir, Epiktetos ve Markus Aurelius gibi, Epikuros da ölümü varlıktan uzaklaştırır. ‘Bizim açımızdan ölüm hiçbir şey değildir, çünkü bozulmuş olan şey duyamaz, hiç duyulmayan da bizim için hiçbir şey değildir.’ ”

                                                                                              (Albert Camus, Başkaldıran İnsan)

Ölen ölür. Ya geride kalanlar? Onlara hangi teselli lafları edilmeli? Gene Albert Camus, Tersi ve Yüzü’nde söyler, yukarıda söylediklerinin yanında alaya alırmış gibi gene kendi yazdığını: “Ne yazık! İnsan, özdeyişleri kendi yaradılışının çukurlarını doldurmak için benimser.”

Yalnız işte, iş bu kadarla kalsa iyi. “Ölüm” sözcüğünü, yakınının kaybıyla pratik edenler iyi bilir. Bu tecrübeyi yaşayanların “tabu” sözcüğüdür ölüm. Kısmen yasaklıdır. Yersiz zamanlarda anılmaz ve hemen hiçbir zaman üzerine yapılacak şaka tebessümle dahi karşılanmaz. Çoğu bu tecrübeden geçmiş zatlar, romantik söylemlerin, ölüme karşı zafer kazandığını söylediği şarkılara, dizelere, sloganlara acısından, acımayla bakar.

Ölümün, ölenlerin etkisinden kaçabilen ya dinin kapısındadır ya da başka bir inancın, dayanağın. Tanrılardan sonra ideolojiler bir koşu yetişmiştir insanın telaşına, kaygısına.  Denir ya, “Onlar ölmedi, aramızda yaşıyorlar”. Belki bir yandan da doğrudur. Cümle cümle, davranış davranış yaşadıklarına tanığız, aramızdalar. İşte gel gör ki soralım bir zamanlar en yakınında olan insanlara: Sahiden aramızdalar mı?

Kimi, kaybettiğinin ardından yazmakta bulmuş çareyi. Bunlardan biri Eugenio Montale. Xenia’yı, ölen karısı Mosca’ya yazmıştır. Mosca’ya dediysek okuyana ama en çok da kendine. Bilmiyoruz yazmakla ne kadar hafifleyebilir insan.

Roland Barthes, annesini kaybettikten sonra tuttuğu günlüklerinde yazar: “… ölüme kesin ve yeni bir alışma vardır; çünkü önceden eğreti (acemice, başkalarından, felsefeden, vb. gelmiş) bilgiden başka şey değildi, ama şimdi artık bu benim kendi bilgim oldu. Canımı benim yasımdan daha çok acıtamaz kesinlikle” (Yas Günlüğü). Yasın öznelliği ne kalıcıdır ne uçucu. Yasın sahibinden çok söz söyleyen “zaman”dır. Barthes sorar: “Evliliğin ilk gecesi. Peki ama yasın ilk gecesi?”

Elinizde bir kavanoz dolusu kül ya da birkaç karış toprağın başında kalakaldığınızda anlarsınız ki giden gitmiştir. Bildiğiniz hiçbir gitmelere benzemiyordur hem de. Kanlı canlı hayatınızda olan birinin üzerine toprak atılışını seyrettiğinizde, tokalaştığınız, sarıldığınız, gördüğünüz bedeni o toprakta çürümeye terk ettiğinizde, “ölümden başka her şey yalan” dedikleri bir boşvermişlikle zaman geçirirsiniz bir süre.  Ve bile isteye, o bir karış toprağın üzerine ektiğiniz çiçekler, o bildiğiniz insanın bedeninden semirtip, boy verir. Gariptir, o çiçekleri sulayan da gene siz olursunuz. Takdir-i usuller ne yaparsınız.

Seçeneksizlik durumunda insan evladı her daim bir çözüm ve bir “çözüme yakın çözümsüzlük karışıklığı” bulmuştur. Çözüme yakın çözümsüz karışıklık, Tanrıların alanı. Şu üç günlük dünyada tadımızı tuzumuzu kaçırırken ritim tutmamızı da bekleyen şairlerin, yazarların ölümle masaya oturuşları var bir de.

İlki Vüs’at O. Bener, Kapan’dan:

“…İntihar seçimi bu yüzden gerekli. Ne ki yürek isteyen bir eylem. Hep tasarladım salt. Kendiliğinden oluşmasına bel bağlıyorum. Lucretius: “Ölüm ben varken yok. Ben yokken de onun var olması anlamsız” demiş. Nasıl inanabilir, bekleyebilirim. Hemen tüm yazarların ölüm beklentisine bel bağladıkları gerçek. V. Woolf, E. Hemingway, daha niceleri. Bitti’yi algıladıklarında bu yolu seçtiler. Gerçekten yürekliydiler. Bencileyin zayıf, korkak değil.”

Novalis, Geceye Övgüler’de:

Hissediyorum ölümün

Gençleştirici akışını

Ve direniyorum fırtınalarının

Ortasında yaşamın cesaretle

(…)

Övgüler olsun sana, ey sonsuz gece,

Övgüler sana, sonsuz uyku

G. Bataille, Edebiyat ve Kötülük’te:

“Şiddetin gölgesine girdikçe, ölümün ‘yüzü belirginleştikçe’ her canlı için hayat saf bir lütuf halini alır. Hiç kimse hayatı yok edemez. Ölüm, hayatın yenilenmesinin koşuludur.”

Furuğ Ferruhzad, Yeryüzü Ayetleri’nde:

(…)

toprak her an kendine çekmekte beni

yoldan gelip yetişirler gömülmeme

ah, belki aşıklarım gece yarısı

çiçek bırakır kederli kabrime

Walt Whitman, Seçme Şiirler’de:

Ey ölüm, (çünkü yaşam sırasını savdı)

Gökler evini açan kapıcı,

Tanrım ol sen benim.

Iuvenalis, Yergiler’de:

“Canını onuruna tercih etmenin günahların en büyüğü olduğuna inan ve yaşam uğruna yaşam nedenlerini heba etmenin.”

Rainer Maria Rilke, Requiem Duino Ağıtları’nda ölen ressam dostuna seslenir:

“Ölüler meşguldür. Ama bana, seni dağıtmayacak gibi yardım et, en uzak olanın bazen bana yardım ettiği gibi: içimde.”

Virginia Woolf, ölüm dizlerinde yazdı. Karamsarlığındaki akıcılığı bir gün bir nehre karıştı.

Tezer Özlü, Spinoza’nın “neşe”sine hiç yanaşmadı. Neşesiz yazıları onu hüzünlü prenses yaptı kimilerinin gözünde. Oysa bir nefes alma, sanrılı bir keyif halinin yorgunluğunda bir mola yeriydi Tezli’nin zihin dünyası. Okuyanı durduran, kendini yoran… Ölümünün intihardan olduğunu zannedenler, ona hüzünlü prenses diyenlerdir bu yüzden, gerçekten ziyade ne yakışırsa.

Cesare Pavese, “Stoacılık intihardır. İnsanlar gene cephelerde ölmeye başladı. Bir gün, barış içinde, mutlu bir dünya kurulursa, bütün bu olanlar için acaba ne düşünür o dünyanın insanları? Bizim yamyamlar, Aztek kurbanları, büyücü yargılamaları hakkında düşündüklerimizi belki de” diye not düşer günlüğüne. 18 Ağustos günü, uyku hapı alarak ölme kararı vermeden dokuz gün önce şunları yazar:

“Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Artık yazmayacağım.”

Ve başa dönersek gene, geride kalanlara ne demeli? İnsanın dayandığına dağlar dayanmazmış. Alışırmış insan, geçer. Keza başka da seçeneği yoktur zaten. Yoksa kim dayanırdı?

Şimdi kara kara son dönemlerin kuru kafa modasını anlamaya çalışmalı.

Filiz Gazi – edebiyathaber.net (5 Mart 2013)

Yorum yapın