Nevzat Erkmen: “Kitabını çevirmeme neden olan şeyler, Joyce’un benzersizlikleridir sanırım.”

Nisan 21, 2020

Nevzat Erkmen: “Kitabını çevirmeme neden olan şeyler, Joyce’un benzersizlikleridir sanırım.”

Söyleşi: Feridun Andaç

Nevzat Erkmen’le dostluğumuz Cumhuriyet gazetesindeki karşılaşmamızla başlar. 1990’ların başı. Kurduğu Söz Yayınları’nın ikinci kitabı James Joyce’un Ulysses çevirisi üzerine. Bir bakıma Erkmen’in o uzun çeviri yolculuğunun serüvenini anlatır bize bir kitap. Ama diğer yanıyla da, sanki, Joyce’un bu kült yapıtına bir giriş için “el kitabı” niteliğinde.

Çeviri okura ulaştı, ilgi de gördü. Hatta bir gün kitabın yeni basımı (sanırım 20. basımıydı) eline geçtiğinde Erkmen; şaşkınca, “gerçekten bu kadar okundu mu ülkemizde,” diye de bir soru sormuştu konuşmamızın ara yerinde. 

Finnegans Wake çevirisine yöneldiği günlerde Etiler’deki evinde bir araya gelirdik. Mutlaka bu çevirisinin günlüğünü tutmasını önermiştim bir buluşmamızda. Çünkü neden Ulysses çeviri günlüğü tutmadığını sorgularken, bunu yapmadığına pişman olduğunu anlatmıştı. Gene de Ulysses Sözlüğü’nü hazırlayarak bunu gidermeye çalıştığından söz etmişti.

Zaman zaman yemekte veya çalışma ofisinde bir araya gelir uzunca sohbetler ederdik Erkmen’le.

İzmir’e Balçova’ya yerleştiğini haber verdiğinde ise çevirisine nasıl devam ettiğini anlatmış, bazı aksiliklerden söz etmişti.

Okuyacağınız bu söyleşimiz İstanbul’da, 2002 yılındaki bir buluşmamızdan sonra ortaya çıkmıştı.

Bitmeyen bir çeviri yolculuğunun mola yerinde, Türkçede Ulysses Sözlüğü’nü hazırladığınız günlerin yoğunluğunda, bir Ulysses çevirmeni olarak, sizinle “Bloomgünü”nü konuşmak istiyorum. Ama, önce, dilerseniz; sizin James Joyce’la buluşmanız/tanışmanızdan başlayalım. 

New York City’de yedi yıl süren Pedagoji master ve doktora çalışmalarımı sürdürürken, bir yandan da Paris’teki Latin Quuarter’in Amerika’daki karşılığı olan, şairler-ressamlar-müzisyenler-beat kuşağı yatağı Greenwich Village’da sakal bırakmış, elimizde gitar) bir “part-time hippy” yaşamı sürdürürken, İrlandalı Eileen Riley’le evlenmiştim. İlk Ulysses‘imi o vermişti bana. Birlikte okumaya çalıştık. O bile anlamıyordu. Bense hiç! Yıllar sonra Türkiye’ye dönünce, Ulysses‘i çevirmeyi aklıma kodum. Ne var, bu işi başarmak için çoluk çocuğunuzun geçimini sağlama tasalarınız olmayacak, engin araştırma ummanlarına dalmanız gerekecek—daha nice zorluklar. Ancak, Yapı Kredi Kültür Sanat’ın Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Çeviri Yarışması ilanlarını okuduğum zaman, “Haydi Nevzat, bunu ya şimdi yaparsın, ya da hiç!” diye geçirip, “Ya Allah, Ya Settar!” deyip, sonraları artık hiç değiştiremeyeceğim yepyeni bir yaşam biçimine geçtim.

James Joyce’un Ulysses‘ini çevirdim, ama bir sözcük olduğu gibi kaldı:  ULYSSES! Birkaç yıl önce, TRT Radyo 1’de İffet Diler’le Gecenin İçinden programının müzik arasında söyleşirken, “Bu kitabı niçin çevirdiniz?” sorusunu, “Oyun oynamak amacıyla,” çevirdiğimi söyleyerek yanıtlamaya hazırlanırken, birden oyun oynama damarım şahlanıverdi de, Ulysses sözcüğünü Fransızların “Ulysse”, İspanyolların “Ulises”, İtalyanların “Ulisse”, Yugoslavların “Uliks” şeklinde çevirdiklerini düşünüverdim ve, “İşte şu anda çeviriyorum: Ulu Ses  olsun Türkçesi Ulysses‘in,” deyiverdiydim.

James Joyce, Ulysses‘i yapısal açıdan, Homeros’un Odysseia‘sı üzerine kurmuş.  Odysseia bir Akdeniz yolculuğuydu.  Ulysses tinsel bir yolculuk. Bugün, 97. Bloomgünü’nde (Bloomsday) bir önerim var: Ulysses‘in Türkçe çevirisinin doğumu sancıları yüzünden seslendiremediğim bu önerimi şimdi ve burada cümle âleme duyururum:

Sayısız eski metinlerde İzmirli Homeros diye anılan büyük Anadolu ozanının anıtsal Akdeniz-Ege yolculuk serüveninin güncesi sayılan Odysseia‘nın izleğini, Ulysses‘te çağdaş (1904) Dublin’e uyarlayan, daha doğrusu kendi yarattığı o yepyeni tensel-tinsel yolculukta yapısal bir geştalt olarak kullanan Joyce’un bu yapıtındaki başkahramanı, Mr. Bloom’dan, Stephen’den, Molly’den önce Dublin kentinin ta kendisidir. Odysseia ile Ulysses nasıl kardeş başyapıtlarsa, Homeros ile Joyce nasıl kardeş başustalarsa, onların kentleri İzmir’le Dublin de kardeş kentler olsun!  Budur benim önerim.  Bir de dileğim var:

Joyce’un Dublin’i anlattığınca, çağdaş İzmir’i anlatacak çıksın bir yazar daha!

Ulysses 1914-1921 yıllarında, Trieste-Zürich-Paris üçgeninde yazıldı. 22 Şubat 1922’de yayımlandı. Siz de, 74 yıl sonra, bu kitabı  Türkçeye kazandırdınız. Sizin çeviri serüveniniz ne kadar sürdü; hangi engebelerden, yolculuklardan geçtiniz?

Homeros’un Odysseia’sı, Joyce’un Ulysses‘i nasıl yolculuklarsa, bu çeviri serüveni de bir başka yolculuk. Eileen kitabı bana 1960’ta vermişti. Yıllarca, “Bu kitap biçem ve içerik açısından bir psikolojik açımlama mıdır,  yoksa dinsel bir anlatı mıdır,  ya da bir tiyatro eseri, bir içsel monolog, aşırı taşırı bir pornografi kitabı mıdır, diye düşündüm durdum. 70’li ve 80’li yıllarda kitabın birkaç bölümünü çevirmeye çalıştım. Bu arada Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Latince, ve elbet “derin” Türkçe ve İngilizce öğrenmem gerektiğini anladım.  Ankara’da Coca-Cola fabrikası açtığım günlerde bile geceleri Büyük Ankara Oteli’nde, Tarhan Kitabevi’nden aldığım kitapları okuyordum.

Diyeceğim şu: YKY ile altışar aylık altı aşamalık bir anlaşma yaptıydık. Şimdi de, dört yıldır Ulysses Sözlüğü üzerinde çalışıyorum. Yarısı tamamlandı.  Ola ki, 2002 sonunda biter. Sonra elbet Finnegans Wake var. Bu arada Apartman Aşkları öykü kitaplarım da bu yaz yayımlanacak.

Ulysses‘e kaç yılımı veriyorum? Vallahi bilmem. Hayatımı veriyorum, yahu! Anam anlatırdı:  kadının birine kızı kaç kez evlendiğini sorar. Yakınarak yanıtlar kadın, “Ali ile Veli, üç de ondan evveli; Recep, Şaban, Ramazan, ırahmatlık baban—anan koca mı gördü, a kızım!” İşte ben de diyorum, “Ne vakit Ulysses olmadı ki, a sevgili Andaç!”

Haa, engebeler… Odysseia‘da, Ulysses‘de çoktur be engebeler. Her insanın yaşam yolculuğunda olduğunce—herkes kendi engebesini bilir. Benim için bu engebeleri sayıp dökmem için biraz erken. Daha 71 yaşımdayım. Doksan yaşımda falan onları bir kitapta toplamayı düşünüyorum. O zamana dek yaşamımın engebecibaşıları ola ki göçerler de, yazacaklarımı okuyup işkillenemezler. Gene de, Ulysses‘teki “Çevirenin Sözü”nde, şu kadarcığını yazmıştım:

“Ulysses’i çevirmek de bir yolculuktur—hiç bitmeyecek. O tanımsız labirentte acımasız devlerle kapıştım, fettan denizkızlarıyla oynaştım. Dublin insanlarıyla ne oyunlar oynadım, sokaklarıyla yoldaş oldum. Joyce’un ulusesini dinledim de dinledim. Bir Mr. Bloom olup çıktım.”

Yaa, vardır o “acımasız devler, sayın Andaç, vardır o “fettan denizkızları”! 

Sanırım, sonra, Dublin yolculuklarınız başladı: hem iç’te hem de dış’ta.. Bu gidip gelmelerde yüzleştikleriniz/tanıklıklarınızdan söz etmenizi istiyorum.

Dört kentim var benim: İzmir-New York City-İstanbul-Dublin. Bunları, üzerinde çalıştığım, ve bitirilmesi epey uzun süreceğe benzeye bir kitabımda anlatıyorum.  Ancak şu anda size, Dublin’de geçirdiğim bir Bloomgünü’nünü  anlatabilirim:

1998 Bloomsgünü Dublin’deydim. Muhteşemdi! Bir süre önce de, İrlanda Cumhurbaşkanı Mary Robinson, bir kutlama mektubuyla beni onurlandırmıştı. O yıl (1998), Dublin’de, büyük James Joyce uzmanı Senatör David Norris’le, ve Joyce’un torunları Ken Monaghan ve Bob Joyce’la tanıştım. James Joyce Centre’ın başkanı Sam Stephenson, ve James Joyce Müzesi’nin yönetmeni Mr. Robert Nicholson’la da tanıştım. Dublin’deki Büyükelçimiz Murat Ersavcı, ve eşi Sayın Zeynep Ersavcı da ziyaretim boyunca benimle yakından ilgilendiler. Dublin’i gerçekten görmek, kitabı yıllar boyunca çevirdikten sonra, öyle güzeldi ki!

Türkçesi

UACHTARÁN NA hÉIREANN

PRESIDENT OF IRELAND

9 Aralık 1996

Nevzat Erkmen

P.K. 7 Levent

80622 Istanbul

Turkey

Sayın Nevzat Erkmen

Türkçeye çevirdiğiniz James Joyce’un “Ulysses”inin bir kopyasını bana göndermiş olduğunuz için size teşekkür eder, “Finneganns Wake” girişiminizdeki gücünüze hayranlığımı ifade etmek isterim.

Her ne kadar kitabınızı okuma sözünü veremiyorsam da, onu kitaplığımda saklamaktan çok zevk alacağım.

Cumhurbaşkanlığı yaptığım yıllarda, İrlanda yazınına, özellikle Joyce gibi yazarlara, onca çok sayıda ülkede gösterilen ilgiden dolayı büyük sevinç duymaktayım. Bunun sürekli bir ilgi olmasını dilerim.

Teşekkürlerimi yineler, iyi dileklerimi sunarım,

Saygılarımla,

MARY ROBINSON

Uachteran na HÉireann

Aslında, 1998 Bloomgünü kutlamalarının bir parçası olarak çeşitli ülkelerden gelen çevirmenlerin de konuşacakları James Joyce Centre’a Ulysses çevirim üzerinde konuşmak için davet edilmiştim.  Benim sıram gelince, Sayın Ersavcı beni, dinleyicilere (sonradan izleyici olmuşlardı) takdim etti, sonra da Ulysses‘in İngilizce metninden kısa bir parça okudu—ben de Türkçe çevirimden bir parça okuyarak onu izledim. Sonra birden, plansız senaryosuz bir sözcük oyunları gösterisine başlayıverdim: Sayın Ersavcı’lara konukseverliklerinden dolayı teşekkür ettim—Büyükelçilik konutunda bir akşam boyunca yedirilmiş, içirilmiş, ilginç kişilerle tanıştırılmıştım: Mr. ve Mrs. Robert Nicholson, ve The Irish Times’dan Ms. Arminta Wallace.

Sözcük-Oyunu No. 1

Zeynep Ersavcı beni Arminta Wallace’la tanıştırır tanıştırmaz, gır düğmesine basmış ve demiştim ki—ama bırakalım,  Arminta kendisi anlatsın bize, The Irish Times’ın 9 Kasım 1998 tarihli sayısında yazdığınca—Sayın Büyükelçi ile eşi Sayın Büyükelçi, Murat ile Zeynep’in Dublin’deki göz kamaştırıcı kültürel etkinliklerinin uzun uzadıya anlatıldığı bir yazıdaki küçük bir skeç:

“… Ulysses’i Türkçeleştiren 6O yaşındaki dipdiri şair (“Biliyor muydunuz,” diye sormuştu bana tanıştırılmamızı izleyen birkaç saniye içinde, “önadınızın anagramı ‘Martian’ [yani, Marslı]?”Epey şey anlatıyor bu.) Dublin’e, Bloomsday’deki Türkçe-İngilizce parçalar okumak amacıyla gelmiş. (Oysa o yıl, 1998’de,  67 yaşımdaydım—sağ olasın Martian, yani, Arminta!)”

Sözcük-Oyunu No. 2

Konuşmam sırasında, bir ara, Killiney’deki rezidanslarında bana göstermiş oldukları  sıcak karşılamadan dolayı Ersavcı’lara teşekkür ederken, İrlanda dilinin Türkçeye çok benzerlik gösterdiğini söylediğimde, izleyicilerimin hayret dolu, şaşırmışçasına güzel ve sağlıklı, gülümseyen—çoğunlukla İrlandalı—gözlerini anımsıyorum..

Açıkladım: çünkü, KILLINEY, Türkçedir—kıllı, “hairy” demektir, ney ise, “reed flute” anlamına gelir, o halde,  Kıllı ney (Killiney), “Hairy flute”tur! Ola ki bu biraz fazlaca sıcak kaçmıştı, ama ben, Joyce’un benden yana olduğunu düşünmekteydim.

Mum Kitap 

Bizim empromptü oyunumuzun sonlarına doğru, Sam Stevenson’a bir armağan verdim: kitap şeklinde bir mum—üzerinde Joyce’un fotoğrafı da bulunan, Ulysses’in Türkçe çevirisi (gerçek kitabın kapağında resim falan yok). Bu mum, Türkiye’nin en büyük mum sanayii şirketinin kurucusu baldızım Gülsen Bükülmez tarafından üretilmişti. Onun ürettiği mumlar rakipsizdir, zira kendisi bir sanatçı yaklaşımıyla Büyük İskender’in büstünden Zeus’un  büstüne uzanan çeşitli heykelleri model alan mumları da içerir. Gülsen’in üretmeyi incelikle kabul ettiği bu altı mum-kitaptan biri  James Joyce Museum’da, bir başkası Joyce Centre’da sergileniyor.

Bu küçük episod kutlama törenini bir süre gerçekten kesmiş, herkese bir canlılık getirmişti—millet mum-kitabı görmek için kalkmış, ve saire.

Peki, sizi, Joyceseverlerin buluştuğu “Bloomsgünü”ne götüren, bununla tanıştıran duygu neydi?

Joyce’u sevmeme, kitabını çevirmeme neden olan şeyler, Joyce’un benzersizlikleridir sanırım. En başta şu zekå oyunları düşüncesi. Benim, Dünya Zekâ Oyunları Federasyonu’nun Türkiye Temsilcisi olduğumu biliyorsunuz—her yıl zekâ oyunları şampiyonasının yapıldığı bir ülkede toplanıyoruz; orada dostlarıma dünyanın en zor bulmacasını çözdüğümü söylüyorum onlara, elbet, Finnegans Wake hariç!

Oyunculuk—bilirsiniz onun bu bağlamda söylediklerini:

İçine o kadar çok bilmece-bulmaca

ve  zekâ oyunu koydum ki, profesörler

yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar,

insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin

tek yolu da budur.

Başka ne var onda benzersiz olan? Ha, onun, Ulysses’te sergilediği insancıllık.  Joyce, romanın kahramanı olarak bakınız kimi seçmiş—bir Yahudi, bir reklam satıcısı. Gerçek iletişim böylesine azken hepimiz dışarlıklıyızdır. Ne var, Ulysses daha geçenlerde bir Amerikalı panelce İngilizce dilinde yirminci yüzyılın en iyi romanı seçilmişti. Bu bana gurur veriyor. Aynı panel, Portrait of an Artist as a Young Man’i de yüzyılın üçüncü en önemli romanı seçmişti. İnsanı yakalamış Joyce—insanlığı, insancılı.

Joyce’la aramda birçok bağlamda yakınlık ve ilgi var. Biliyorsunuz, Joyce bir gizemciydi—gizemcilik ise pek fazla yanlış anlaşılmıştır. Bilimsel/özdekçi bakışa karşı tinselci bakış açısı. Bu bölünme. Oysa, kanımca, yin/yang sentezini yapmış bir kimse çokça tinsel olabilir. Joyce’ta hepsi vardı: dillere, erotizme ilgi, artı küçük günlük insani zaaflara ilişkin bilgi. Kendisi oydu, onu başkalarında gördü, onu yazdı. Aslında, bu “insancıllık” ola ki onunla ilgilenmemin temel nedenidir.

Onun bu yanını gösteren öyle çok şey var ki kitapta. Herhangi bir sayfasını açayım, buluruz hemen. Bloom, kızı Milly’den ona (Canım  Babacığım) gelen mektubu okuduktan sonra, okuruz:

“Ah kızlar,ah o kızlar,

Sahildeki güzel kızlar.

“Milly de öyle. Toyca öpüşmeler: İlkinci. Aradan çok zaman geçti. too. Mrs. Marion. Şimdi yatmış sırtüstü okumakta, parmaklarını saçlarının tellerine dolayaraktan, gülümseyerek, örerekten.

“Sırtında yukarıya doğru akan belirsiz bir eziklik, acınma, artaraktan. Bu olacak, evet. Önlesem. Beyhude: Ne yapabilirim ki? Güzel körpe kız dudakları. O da olacak. Sırtından yükselen ezincin tüm vücuduna yayıldığını duyumsadı. Şimdi ne yapsam faydasız. Dudaklar öpülecek, öpecek, öpüşecek. Dolgun yapıskan kadın dudakları.”

Buyurun… 

Joyce’un Ulysses romanının başkahramanı Leopold Bloom’un simgeleştirdiği bu günün anlamından söz eder misiniz?

Bunca zahmetler.. ve ben ödülümü aldım: Orhan Pamuk’tan ve Vivet Kanetti’den. Orhan Pamuk benim için, “Erkmen’le Joyce mükemmel ruh-kardeşleridir” diye yazdıydı:

Times Literary Supplement (29 Kasım 1996):

Türkçesi

James Joyce

“Nihayet Ulysses Türkçede! Son üç haftadır, bu şaşırtıcı çeviriyi okuyor, okuyorum—zaman zaman özgün metne dönüp, ama bu harikulade çevirinin doğruluğunu yoklamak amacıyla değil de, Joyce’un Türkçeye çevirmeni Nevzat Erkmen’in yaratıcılığını alkışlamak için. Büyük kitapların önünde sonunda kendi büyük çevirmenlerine kavuşmaları ender bir olay sayılmaz, ancak Erkmen’le Joyce mükemmel ruh-kardeşleridir de. İlk karısı Irlandalı olan Erkmen, yıllardır Türkiye’nin önemli bir gazetesi (Cumhuriyet) için çetin bulmacalar üretti. Türk medyasına övünçle açıkladığı gibi, Dünya Zekâ Oyunları Şampiyonalarında Türk Beyin Takımlarının kaptanlığını yapmıştı. Joyce’un sözcük oyunlarını yeniden yaratışı, Osmanlıca dahil Türkçenin değişik ağızlarını kullanışı, Erkmen’in çevirisini, sürekli tebessüm ederek okuyacağınız—bir mutluluğa çeviriyor.”

Orhan Pamuk

Vivet Kanetti ise 4 Ocak 1997’de şunları dediydi:

“… 20. yüzyıl romancılığının ve belki bütün roman tarihinin dönüm noktası Ulysses’in Türkçeleşmesi ne zafer… Ve sadece Joyce’un, sadece Nevzat Erkmen’in tutkusu, ciddiyeti ve inadının, sadece üç buçuk, dört yıl bu çetin çeviriyi finanse etmenin onuruna soyunmuş Yapı-Kredi yayınevinin zaferi de değil. Türkçe’nin, kimilerince “modern dünyada bununla felsefe ve düşünce yaratısı yapılamaz”, “büyük evrensel kavramlar, geniş bir kültür, modern ve antik göndermeler, çarpıtmalar, ara durumlar aktarılamaz”, “yoksuldur”, “eksiktir” ve “bununla sadece duygu üretilir, düşünce ve kavram edebiyatı değil” denilmiş bir dilin de büyük zaferi.

Ulysses’in yayınlanışı sırasında yetişen, yetişmekte olan Türk edebiyatçıları için ne cesaret aşısı bu böyle. Kaç cumhuriyet neslinin üzerine çökmüş o eziklik duygusunu taşımak, ne şans ve tabii ne yeni sorumluluk. Madem ki bu çağda her yabancı dil için bir çıta olmuş Ulysses’in baştan aşağı aktarılabildiği bir modern edebiyat dilinde, artık her arayış, her açılım, her ufuk mümkün…”

—Vivet Kanetti

Kanetti’nin, Pamuk’un övgüleri kuşkusuz çok hoşuma gitti—ama, ben kendimi James Joyce’la özdeşleştirmedim, gerçekten. Kendimi Mr. Bloom’la karıştırma düşüncesiyle oynamışımdır—ama düşünelim bir: Mr. Bloom, Joyce’un kendisi değil midir!? Ha, çevirime önsözümü bitirirken, şöyle yazmıştım:

“Leopold Bloom,

Pardon,

Nevzat Erkmen”

Yo, James Joyce’la özdeşleştirmiyorum kendimi. Ya da herhangi başka bir kimseyle. “Fena halde buradayım”, aşırı taşırı. Hayal kurmayı severim—ama hayallerimde bile benimdir, ben. Bu kaynaşmışlıktan zevk duyuyorum—şiirin ve şimdi-ve-burada organizma-özdek-varlıksallığı.

Bir Joyce okuma yolculuğu için, özellikle Ulysses’e adım atabilmek için, ne gibi önerileriniz var?

Böyle bir projem var. Bir yanı yalınlaştırılmış açıklamalı Joyce metinleri, öbür yanı, çeviri atölyesivari çalışmalar. Gelin görün ki, bitirmek istediğim kitaplar beni bitirmeden bu projeleri gerçekleştirebilecek miyim, bilmem. Ama o kadar çok sayıda genç insanlar var konuyla ilgilenen. Eminim onlar yapacaktır bir şeyler. Yalnız şunu söyleyeyim: bir şeyi yapmak için onu yapmaya başlamak gerek. Başlayın siz—gelir arkası.

Ne var, geniş okur kitlelerini düşünürsek, daha yıllarca gerçek bir yanıt bulabileceğimizi sanmıyorum—bu insanlara onu okuyabilecek yeterli zamanı vermemiz gerekiyor. Ama şunu söyleyebilirim: yaşamım boyunca dil tutkunluğumdan söz etmiştim—ta annemin masallarını dinlediğimden bu yana. Ve, yüreğimin derinliklerinde, iyi bir iş başardığıma inanıyorum, çok sonraları da olsa insanların da bunu göreceklerini düşünüyorum. Edebiyat çevrelerinde, bu adam bir gazoz şirketinin genel müdürüymüş, nasıl olmuş da bunu yapabilmiş, diyebilirler. Onlardan kimileri, benimle tanıştıklarında, “Erkmen, yaşamı boyunca çevirmenlik yapmıştır kuşkusuz,” diye düşündüler. Onların çevrelerinden değilim, elbet. O çevrenin içinde olmak bana epey “pahalıya ” mal olurdu, yaşam-biçemim açısından. Onların kulübüne üye olmak istemem.

Ne var ki, bu kitabı okuyacak genç insanlar olacak, Türkçenin tüm o inanılmaz, güzel, heyecan verici biçimlerini görenler olacak—bu, işte, emeklerime değecek. Şayet İngilizce öğrenirlerse, özgün sözcük-oyunlarının da tadını çıkarabilirler. Ancak, ben o genç insanların bana hocam demelerini istemiyorum, zira o takdirde “hoca” olup çıkarsınız, onlar da sizin “öğrencileriniz” olur. Etiketler, gene. Ben eşit olmamızı isterim. Size öğretecek bir şeyim varsa—öğretirim. Sizin bana öğretecek bir şeyiniz varsa, buyurun, öğretin bana.

Don Juan’ın şu sözlerine de bayılıyorum. Castaneda, Sihirli Geçişler’de (Giriş, s.20-1) yazar:

“Bu konuda çok önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmam gerekiyor: don Juan bilgisini öğretmekle asla ilgilenmemişti; onun için önemli olan şey, silsilesinin sürdürülmesiydi. Öbür üç öğrencisi ve ben, bu sürekliliği sağlayacak olan—kendisinin bunda hiç etkin rolü olmadığı için, onun deyimiyle tin tarafından seçilmiş—araçlardık. Böylece, bana büyücülük ya da şamancılık ile silsilesinin gelişimi hakkında bildiği her şeyi belletmek için muazzam bir çabaya girişmişti.”

Ardından, don Juan der ki:

“Büyücüler, ha bire karar vermekle meşguller imiş gibi görünmelerine karşın, karar falan vermezler hiç,” diye devam etti. “Ben seni seçmeye karar vermedim, senin böyle olmana da karar vermiş değilim. Bilgimi kime aktaracağımı seçemediğime göre, tinin bana önerdiği her kim ise kabullenmek zorundaydım. Bu kişi sendin…”

Demek ki, eninde sonunda, öğrenmek, öğrencinin sorumluluğu—öğretmenin değil; sağalmak da, hastanın sorumluluğu—terapistin değil.

Joyce’u ‘ulu ses’ yapan özelliği nereden gelmekte; bu romanını diğer anlatılarıyla yan yana getirdiğimizde, ne tür bir okuma yolculuğu/alışverişi içinde olabiliriz, sizce?

Hepimiz, içimizde ne varsa, onu görürüz dışımızda. Diyorum ki, Joyce’un çoklu yanlarından, beni tüm öbürlerinden çok daha fazla etkilemiş olan yanı kanımca ondaki olağandışı “farkındalık” tır.

Aklıma ne geldi bak: bugün, Türkiye—ve dünya—büyük “beyin kirliliği” diye adlandırdığım hastalığa yakalanmış durumda—gerçekte bu, her türlü öğretiden kaynaklanan bir kirlilik. Yıllar önce, yaygın bir ruhsal kirlenmeden söz etmekteydim; insan ruhunun (ve beyninin, ki aynı şeydir) devasa bir temizliğe gereksinmesi var. Her şeyi yutmuş durumdayız. İyi öğretiler özemsenmeli, kötü öğretiler kusulup atılmalı, diyorum. Umutsuz değilim, gene de. Bizler, yarın, bugün yaptığımız şey olacağız. Her birimiz sorumluluğu taşımaktayız. Güzel işaretler görüyorum. Ama geniş açıdan, bir evrim aşamasındayız biz, diyorum. O aşamanın da, başlangıçlarında. Türkiye’de—ve dünyada—pek çok acayiplikler var. Ben, Türklerin kötü, başka herkesin iyi olduğunu düşünen Türklerden değilim. Bütün dünya  topyekûn bir etkileşim içinde, kâinat dahil buna. Çürümüş pek çok şey olduğunu bilmekteyiz—yolculuğumuzu sürdürmeliyiz gene de. Ama şu edebiyat ağaları, bir tür zenginler kulübü. Siyasetçiler. Ve para… Joyce’la ortak bir yanım işte. Yokluğu, yani. Edebiyat ağaları gerçekten yaratıcı birisini görmezlikten gelebilirler. Ve, aslında, potansiyel olarak herkes “yaratıcıdır”—yaratıcı kişi, yaratıcılığını keşfeden bir kimsedir, tek fark burada. Ve, yaratıcı kişi her zaman umulmadık bir yol bulur—kendi yolunu, ki onun için hiç de bir sürpriz değildir bu—tüm onlara rağmen… şeylere… gaspçılara (Ulysses’in I. Bölümünün son sözcüğüdür bu).

Dam üstünde saksağan: benimle yapılan röportajlarda, “Niçin Ulysses‘le ilgileniyorsun? Niçin sözcüklerle oynuyorsun? O niçin? Şu niçin?” sorularını hep şöyle yanıtlamak istemişimdir: bir kadın—ola ki o! Diyelim ki Molly—bunları okuyacaktır, ve diyecektir ki, “evet evet isterim Evet.” (Son dört sözcük, Ulysses‘in son dört sözcüğü aslında.)

edebiyathaber.net (21 Nisan 2020)

Yorum yapın