Nermin Yıldırım: “Yazmak dünyayı, geçmişe bakmak da bugünü anlama çabası.”

Mart 22, 2017

Nermin Yıldırım: “Yazmak dünyayı, geçmişe bakmak da bugünü anlama çabası.”

nermin-yildirim
Fotoğraf: Ali Altuntaş

Söyleşi: Gamze Erkmen 

Nermin Yıldırım’ın son romanı Dokunmadan, hep kitap etiketiyle yayımlandı. Yazarın, diğer dört kitabındaki gibi yine enfes bir kurgu ile donattığı romanında sorgulattıkları, sadece bir konudan ibaret değil, çok daha derin. Kurgu, sanki iyiliklerimizden ziyade kötülüklerimizi hatırlatıyor, onlardan bize kalan suçluluk hissini, devamında sorgulanan masumiyeti yaşatıyor. Tabii ki yine hatırlanmak istenmeyenlerle hatırlanmaya çalışılan, acıtan anılar hayatımızda nerede durmalı, sorusunu sorduruyor. Nermin Yıldırım ile taze çıkan Dokunmadan’ı ve yazarlığını konuştuk.           

Tüm kitaplarınızda geçmiş var, üstü kapatılmış, kilitlenmiş sandıkların açılmasıyla, çoğu zaman karakterin yaşı kaç olursa olsun kendisiyle tanışması var belki de. Bu temanın oldukça üzerine düşen bir yazar olarak bütün romanlarınızda geçmişi “kurcalamaya” sizi iten nedir?

Herkes anı yaşamanın öneminden bahseder ama an, andan ibaret değil aslında. Ancak dünle kavgan bitmişse ana odaklanabilirsin. Bugünü anlayabilmek, yarını hayal edebilmek için dünle sağlıklı bir ilişki kurabilmek lazım. Geçmişi bir anlamıyla yuvaya, vatana benzetebiliriz. Nereye gidersek gidelim, bütün yollar bir biçimde oraya bağlanır. Bugünün kaygılarını, korkularını, sevinçlerini, üzüntülerini… orada bulmak mümkün. Anlık tutum ve davranışların kökeni de genelde orada yatıyor. Bu bireyler için de, toplumlar için de böyle. Kaynağını bulamadığımız sızıların yarası, genelde geçmişte gizli oluyor. Bugünü anlamak, bireyleri, toplumları iyileştirmek için, evvela dünle hesabımızı dürüst bir biçimde kesmemiz gerekiyor. Geçmişte yaşamayı değil, aksine onunla doğru şekilde hesaplaşıp ondan kurtulmayı isteyenlerdenim. Bu istek, romanların evrenine de yansıyor. Benim için, yazmak dünyayı, geçmişe bakmak da bugünü anlama çabası.

Dokunmadan’ın kurgusunda da başkarakter Adalet’in yakalanmış olduğu hastalık neticesinde geçmişine yaptığı yolculuk var. Yalnız bu defa geçmişin getirdiklerinin yanında, hayatını suçluluk hissiyle geçiren bir karakter ile tanıştık. Geçmişi yeniden yaşamakla suçluluk hissi yaşamanın arasında bir bağlantı kurduğunuzu söyleyebilir miyiz? Kurgunuzda suçluluk hissini irdelemenizin sebebi neydi?

DokunmadanAdalet’inki geçmişi yeniden yaşadığı için suçluluk duymaktan çok, içindeki suçluluğun kökenini bulmak için geçmişi kurcalamak. Suçluluk hissinin çağımızın vebası olduğunu düşünüyorum. Çalışır durumda bir kalp taşıyan hemen herkese sirayet etmiş bir illet bu. Bir yönüyle sağlıklı da. Utanmayı bilmemekten iyidir yani suçlu hissetmek. Ama öbür taraftan hayatı çok zorlaştıran, insanı mutsuz eden bir his. Adalet’in de Dokunmadan’da keşfedeceği üzere, çoğu zaman yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan kaynaklanıyor suçluluk. Susarak müsaade ettiklerimiz, sessizlikle onayladıklarımız, başımızı çevirip görmezden geldiklerimizle ilgili. İçimizdeki yük, onların ağırlığı. Zor bir çağdan geçiyoruz. Katliamlar, cinayetler, tecavüzler… Dünya aklını kaçırmış gibi görünüyor. Bütün bu korkunç suçları bizzat işlemedikse de onlar işlenirken buradaydık. Buradaydık ve olan biteni durduramadık. Hepimize, Adalet’e de sirayet eden işte bunun suçluluğu.

Masumiyeti de işliyorsunuz. Hem de öyle masum bir dönemden, çocukluk döneminden başlayarak işliyorsunuz ki, okur kendisinin ilk masumiyetini nerede kaybettiğini sorgulamaya başlayınca, kendisinde gülümseten anılara tanıklık edebilecek günlere gidiyor. Aslında toplumsal anlamda bu kadar masum sayılamayacak denli önemli bir kayıp kanımca. Sizin için nereye götürür insanlığı bu masumiyet kaybı?

Yıkıma. Bir toplumda adalet duygusunun zedelenmesinden daha korkunç bir kayıp düşünemiyorum. Masumiyetin elbirliğiyle katledildiği çağlarda, coğrafyalarda, vicdanın ve merhametin olmadığı yerlerde yıkım kaçınılmaz. Alışmamalıyız ama içimizdeki suçluluk duygusunu bu yüzden sevmeliyiz belki de. Bu bizim hâlâ hayatta olduğumuzun göstergesi. Bir yönüyle bizde hâlâ umut var demek. Fakat suçlu hissetmek tek başına işe yaramıyor. Daha faydalı şeyler yapmalı. O his geçene dek kaynağıyla mücadele etmeli, arızaları tamir etmeli.

Çocukluk hikayelerine gelince… Evet, sanırım Dokunmadan’ı okuyan hemen herkeste böyle bir refleks oluşuyor. Herkes kendi ilk kabahatini hatırlamaya çalışıyor. Hatta bazı yazar arkadaşlarım böyle videolar çektiler, hatırlayabildikleri ilk suçlarını anlattılar. Kimisi çocukça, güldürüyor. Kimisi de çocuklukta işlense bile bugüne taşınan bir ağırlık yarattığı için kalp sızlatıyor. Diyorum ya, bugünkü sızıların kaynağı genellikle geçmişten, hatta bazen o koca geçmişin tek bir anından geliyor.

Hatırlamak meselesi, özellikle Unutma Dersleri’nden sonra Dokunmadan’ın kurgusunda da okuru çevreliyor. Nitekim Feribe’nin mabedi haline gelen Mazi İmha Merkezi, Adalet’in yaşadığı kurguda da varlığını sürdürüyor. Ne dersiniz, hatırlamak sizce her zaman iyileştirici midir?

Hatırlamak kalbi kanatır çoğu zaman. Ama son kertede bir hesaplaşmaya vesile olmasını umduğumdan şifacı yönüne inanıyorum. Tabii bazen de öyle durumlar var ki, açılıp ortada bırakılmış çekmecelere döndürebilir aklımızı hatırlamak. Yani hatırladıktan sonra hatırladıklarımızla nasıl baş edeceğimizi de iyi bilmek gerek. Ben hesaplaşma ve barışma taraftarıyım. Bazen bir özür bile, sandığımızdan daha çok şey değiştirebilir mesela. Toplumlar için de, bireyler için de…

Şunu da eklemek gerekir ki, Unutma beni Apartmanı’ndan bu romanınıza kadar, tüm karakterleriniz bir diğerinin kurgusuna misafir oluyor. Bu karakterleriniz ile kurduğunuz bağ ile ilgili olabilir mi? Kurgularınızda bu tekniği kullanmanızın özel bir sebebi var mı?

nermin3
Fotoğraf: Kiraz Demirezen

Bu bir oyun. Benim yolculuğuma en başından beri eşlik eden okurla aramızda bir oyun diyebiliriz. Bir romandan tanıdığımız bir kahramanı sonra başka bir romanda yeniden görüvermek… Aslında önceki romanda hikâyesi
yazılmış ve bitmiştir. Ama sonra bir başkasının hikâyesinin figüranı oluverir, sessizce geçip gider diğer kitabın, başka hayatların içinden. Okur böylece o kahramanın yirmi sene sonrasını, yahut kendisi tanışmadan yirmi sene öncesini görüverir. Bunu romanların ve filmlerin bize söylediği minik yalanı ifşa için yapıyorum biraz da. Romanlar genelde yüksek bir yerde, afili bir finalle biter. Ama hayatta hep yarın vardır ve o yarın ölene dek devam eder. Kahramanımız o afili finalin ardından ertesi sabah uyanıp işe gider mesela. Bulaşık yıkar, otobüse biner… Sıradan hayat devam eder. Biraz bunu da göstermek istiyorum sanırım. Her romanım diğerinden bağımsız, kendi içinde bir bütün ama romanlar arasında, sadece hepsini okuyan okurun takip edebileceği daha büyük bir hikâye, başka bir evren var.

Biraz da yazarlığınızdan bahsetmek istiyorum. Bu kadar üretken bir yazar olmayı nasıl başardığınızı, çalışma biçiminizi bizimle paylaşabilir misiniz?

İşin doğrusu neredeyse okumayı yazmayı öğrendiğimden beri yazıp çiziyorum. Dokuz yaşına geldiğimde mesela, o kadar çok defter doldurmuştum ki, amcam bana içlerinden seçtirip bir kitap yapmıştı. Tabii evde, daktiloyla yazılan, fotokopiyle çoğaltılan, şakacıktan bir kitaptan bahsediyorum. Ama yine de okumayı öğrendikten hemen sonra başlayan yazma isteğimle ilgili bir fikir verir bu. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyorum. İlk romanlarımı yirmili yaşlarımda yazmaya başladım. Yayınlatmak gibi bir derdim yoktu, kendim için, sevdiğim için yazıyordum. Ve o zaman da yine bu ritimde yazıyordum. Çünkü yazmak hayatta tutunduğum dal, beni en çok mutlu eden şey. Ömrümün ilk yedi senesi hariç, yazmadığım bir hayat deneyimlemedim. Romanlarım basılmaya başlandıktan sonra yazma hızımda ya da isteğimde bir değişiklik olmadı. Eskisinden tek fark, yazdığım romanları doğrudan çekmeceme kilitlemek yerine yayıncıma vermeye başlamam oldu. Üretkenlik dediğiniz şeyin sebebi, yazmaktaki tek motivasyonumun yazmayı sevmek olması. İşin diğer aşamaları hakikaten pek o kadar da ilgimi çekmiyor. Bir gün romanlarımı yayınlatmaktan vazgeçsem de aynı ritimde yazmaya devam ederim. Çünkü beni asıl ilgilendiren, bana iyi gelen, yazmanın kendisi.

Bir de vaktimin neredeyse tamamını yazma uğraşı çevresinde planlıyorum. Diğer bütün işler, meraklar, zaruretler, bundan sonra geliyor. Öyle ilhamlara filan güvenen biri değilim. Büyük bir ciddiyet ve disiplinle her gün oturuyorum masanın başına. Ve bunu sıkılarak değil, coşkuyla yapıyorum. Yazmanın getirdiği çeşitli psikolojik süreçler, sıkıntılı zamanlar da oluyor. Ama buna da razıyım. Neredeyse şükrederek yazıyorum diyebilirim hatta.

Yazmak isteyen okurlarınıza bu yolda başarılı olabilmeleri için önerileriniz ve mutlaka okumalarını tavsiye edebileceğiniz kitaplar nelerdir?

Bir kere kendilerine öğüt veren kimseyi pek ciddiye almamalarını tavsiye ederim. Herkesin kendine özel bir tarzı vardır çalışırken. Ama bütün kalbimle tek söyleyebileceğim, bol bol okumak ve yazmak gerektiği.

Son olarak, bugüne kadar sizi en çok etkileyen kitaplar nelerdir? Birisinin Pal Sokağı Çocukları olduğunu Unutma Beni Apartmanı’ndan tahmin ediyorum.

Evet, haklısınız. Pal Sokağı Çocukları, çocukluğumda ve sonrasında beni çok etkilemiş bir çocuk romanıdır. Yıllar sonra o çocukların peşinden Macaristan’a kadar gitmişliğim vardır. Başka birçok kitap var sayabileceğim ama liste yapmak konusunda hiçbir zaman iyi olmadım. Şimdi hemen aklıma gelen bir kaç tanesini sayayım yine de: Ölmeye Yatmak, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Aylak Adam, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Asılacak Kadın, Ben Ruhi Bey Nasılım, Kanlı Düğün, Dönüşüm, Körlük, Veba, Çavdar Tarlasında Çocuklar, New York Üçlemesi, Moby Dick, Suç ve Ceza… Bu liste böyle uzar gider…

Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (22 Mart 2017)

Yorum yapın