Nermin Yıldırım okuma notları (1) – İyi bir hikâye anlatıcısı: Nermin Yıldırım | Feridun Andaç

Ekim 16, 2018

Nermin Yıldırım okuma notları (1) – İyi bir hikâye anlatıcısı: Nermin Yıldırım | Feridun Andaç

Sızılı bir bellekle, içli duygularla yazan bir anlatıcıyla yıllar önce karşılaştığımı bana hatırlatan bir roman masamda duruyordu. Dahası, romancının o ilk romanıyla yenisi aynı zarftan çıkmıştı.

Önceki yıl okuduğum romanından hatırımda kalanları düşündüm bir ân…

Belleğime iz düşüren bir bölümü vardı romanın.

Kederli bir iyimserlikten söz ediyordu hatırladığımca. Umutlu olabilmenin yaşanılan zamanın en küçük zerresindeki sinik yanlarını gösteriyordu adeta. Varoluşla yokoluş arasındaki ince çizgide duran bir insanın yaşam/benlik sorgusu… Sizi de çekip o bellek yolculuklarına, yüzleşmelere taşıyordu.

Sözcükler… Evet, sözcüklerin tutkunu bir anlatıcı olduğunu hemence anlıyordunuz.

Bizi  keder ummanından çıkaran sözcüklerin büyüsüyle yol alan bir anlatıcıydı o. Öyle ki; sözünü ettiğim “Dokunmadan” romanının birçok satırını, kullandığı sözcükleri defterime not etmiş, 34. bölümünü de not kâğıtlarıyla ayırmıştım.

Şu kesindi ki; Nermin Yıldırım iyi bir hikâye anlatıcısı, kurucusu, derdi/meselesi olan bir romancı.

Onun anlatıcılığında bana şaşırtıcı gelen ise şuydu: izleksel yolculuklarındaki sadakati. O, yalnızca insan/birey değil; iyi bir toplum gözlemcisi. Toplumun ve insanın ruh kozmografisini ortaya çıkarıyor adeta. Hatırlayan, ayrıntıları görebilen, bunları da buluşturan bir anlatıcı.

Yaşantımızda sorunsallaşan belli kavramları çok yanlı/yönlü biçimde ele alıp derinlikli biçimde anlatması, bunları da öyküsü anlatılan insanların gerçekliğinde vermesi roman yazmasının neredeyse ana meselesi. Örneğin aile, çocuk, anne-baba ilişkisi, burada yaşanan çözülmeler; toplumsal şiddet, sevgisizlik gibi izlekler romancının optik bakışında her daim.

Bir romancı için, hele hele çağının ruhunu okumaya çalışan biri için bu bakış kayda değer bir olgudur.

Bunu yaparken de yalınlığı/anlatı ritmini, duygu tınısını, anlatısının düşünce boyutunu hep bir dengede/oylumda tutarak yol alıyordu.

Okuduğum ilk romanında (“Unutma Beni Apartmanı”) “Dokunmadan”da da gözlediğim en belirgin yanı buydu.

“Misafir”le gelen

Yeni romanı “Misafir” ise tüm bunların bir kanıtı. Dahası, Yıldırım’ın; ustaca kurgu ile bizi çağın vebası diyebileceğimiz birçok gerçekle yüzleştirirken o anlatı dengesini, yalınlığını, dili kullanmadaki ustalığını elden bırakmaması.

Akıl sağlığını yitiren bir insan ne yapar, nasıl yaşar?

Peki böyle bir toplum nereye sürüklenir?

İnsanı o duruma getiren neden/niçinlerin filizlendiği yer neresidir peki?

Bunlar gibi daha pekçok soruları olan bir romancının iyi anlatıcılığı, kurduğu dilin özgünlüğü de belirgince öne çıkınca; onun yazdıklarını ilgiyle okumak kaçınılmaz.

“Misafir” bu anlamda birkaç katmanlı roman diyebiliriz.

Kahramanların öyküsü olarak okudğunuzda size başka kıyılara taşır, bir akıl hastanesinin öyküsü olarak okuduğunuzda sistem eleştirisine kadar götürür. Bunların kesişme noktaları ise sizi “insanı anlamak”, eğitmek yordamı nerelerden geçiyorla başlayan soruları sormaya yöneltir. Ve en önemlisi de vicdan ve şifa kavramları gelip kapınızı çalar.

İşte Nermin Yıldırım, bu romanında bunları ve daha çoğunu yapıyor.

Çağının ruhunu yakalamak

Nermin Yıldırım’ın kahramanları bugünden dünlerine, yaşanmışlıklarına bakarlar. Hem yaşanan ânı/zamanı hem de geçeni dile getirirler. Odaklandıkları yer/durum kaybedilen zaman, yitirilenler ve bir daha ele geçirilemeyecekler…

Anlatıcı bizi çıkardığı bellek yolculuklarında zamane öykülerini anlatırken bunların her birinin katmanını açar..

Burada akıl hastanesi ekseninde kurulan öykünün ana karakteri Esin’dir. Onu tümleyen ikinci karakter ise hemşire Rikkat Hanım’dır. O iki ses dünle bugündür yarına açılabilecek kapının ortak bilincidir.

Anlatılan “yerli” bir öykü gibi gelse de, dünyanın herhangi bir yerinde de yaşanabilecek gerçeklikleri barındırıyor. Çünkü Yıldırım, insanı anlatıyor; insanın insana ettiğini, dokunuşlarını, keder ve yalnızlıklarını, sürüklenişlerini, sıkışıp kalmışlığını… Bırakılmışlık, yaşama kırgınlığı, yalnızlık sanrıları… Sevgisizlik… Ki; bu izlekteki her biri sözü, bakışı yer yer Andrey Zvyagintsev’in son filmini çarıştırıyordu. Dönüp size bir Almadovar filmi izlettiriyordu adeta Yıldırım.

Bu yanlarıyla görsel hafızası güçlü bir yazar. Anlatınısı çoğul seslere, renklere açabilecek bir bakışı/söz dağarcığı var üstelik.

Yeryüzü “Misafir”i olmak

Yıldırım’ın buradaki öykülerinde de gene karşımıza “geçmek bilmeyen çocukluk” izleği çıkıyor, öyle ki kahramanlarının yaşadığı travmaların ucu oraya dokunuyor.

Evet, o izleklerine sadık bir anlatıcı. İnsanın kendisiyle/hayatla/insanlarla baş edemediklerini romanlarının odağına taşıması hayata dönüklüğünün bir nişanesi. Dahası oradan tuttuğu aynada gösterdikleriyle yetinmez, kahramanlarının sorgulayıcı/hatırlayıcı bilinçleriyle dünyaya bakar. Öykülerini onlara anlattırır.

Onun hikâye anlatıcılığı işte bu noktada önem kazanır.

İlk romanı “Unutma Beni Apartmanı” (2011) bir anlamda anlatıcının “manifesto”su gibidir. İçsesi, bize, “bakın şu insanlara dair daha neler neler anlatacağım size” der gibidir. İçten içe muziytir, iyimserliği de buradan gelir. Şunu bilir, acının kaynağı ironidir.

Yıldırım, yeni romanı “Misafir” ile romancılığını daha ileri bir çizgiye taşımıştır.

Şizofrenik bir toplumun öyküsünü bir akıl hastanesi gerçeğinde anlatması da onun anlatıcılığının (Gogol, Çehov vari) ironisidir aslında.

Ön planda duran/görünen  Esin ile Rikkat’in öyküsü yan öyküler/kişilerle zenginleşerek karşımıza çıkar. Orada da bir ülke gerçekliğine tanıklık ederiz: Toplumsal şiddetten yönetim anlayışına, insan  ilişkilerinden aile yapısına, sevgilerinden sevgisizliklerine, aşklarından bırakıp gitmelerine, korkularından umutlarına…

Giderek belirginleşen o resimde yaşadığımız zamanların ruh haritasına bakarız adeta.

Aile/eğitim sorununu çözemeyen, ekonomik siyasi yapısını çağdaşlık ölçülerinde oluşturamayan bir toplumun derin yarılmasını, nasıl çözülüp yozlaştığını, hatta adım adım çürüdüğünü gösterir romancı.

Bunu da sesini yükseltmeden yapar. Evet yer yer bilinç kanamalarını gösterir, burukluğun dilini ustaca kurar burada. Ama gülümseten iyimser bakışını da elden burakmaz.

Aslında dışarıdakilerin de içerdekilerden çok iyi olduğu söylenemez. Adalı Yakup bunu iyi ifade eder. Esin-Adalı Yakup ikilisinin kaçış planı ise adate romanın yazılmasının dıştan içe, içten dışa dönük iletisini içerir.

İçerideki ve dışarıdaki gerçekliklerini yansıttığı insanların bireysel öykülerini belirli bilinçlilik durumları/akışları, hatırlayış ve karşılaşmalarıyla bize anlatırken; toplumun, dolayısıyla insanın akıl sağlığını nerede nasıl yitirdiğini gösterir.

Gözlemci, duyumsal gerçekçi

Yıldırım iyi bir gözlemci, araştırıcı bence. O, yalnızca hayata/insana bakmıyor. Ötedeki Faucoult’nun delilik ve hapishane üzerine söylediklerinin farkındadır. Hatta diyebilirim ki; Janet Frame’yi hatırlayarak, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”i (Joanne Greenberg) bilerek yazar. Ama kendi öyküsünü yazar, kendi özgün bakışını kurar, söylemini geliştirir.

Onun anlatısını ilginç kılan “akıl hastanesi”ni seçmiş olması değildir; oraya kapatılan/getirilen, ıslah edilmeye çalışılan insanların geliş öyküleriyle oradaki hallerinde/halleriyle yansıtılan gerçekliklerdir. Ve elbette ki buranın yönetim anlayışının eleştirel biçimde dillendirilmesidir.

Romancı burada bir açılım daha yapıyor, bize/okura, hastane/ev çalışanı Rikkat’ın bakışı gerçekliğinde hem oranın işleyişini, hem insanın insana nerede/nasıl dokunabildiğini hem de farklı izlekleri (aile/yaşlılık/yalnızlık/bellek ve bilinç kanaması/özlem/aşk/ayrılık/beklemek/şefkat/vicdan, vb.) yansıtıyor.

Duygu diliyle düşünce dilini buluşturan anlatıcıdır Nermin Yıldırım. Geçiştirerek değil dönüştürerek anlatır. Bu da onun hikâyesini güçlü kılıyor. Anlatısına taşıdığı karakterlerin kanlı/canlı, ruhlu olmasını buna verebiliriz.

“Kahraman”ın gerçekliği

Esin’in koğuştaki arkadaşı Canan’ın delilik oyunu öyküsü gerçektir ama bir o kadar da absürt. Onun, o sıkışıp kalmışlığın başedilebilirliğini ancak delilikle aşılabileceğini düşünmesi, oyunu “tımarhane”de de sürdürmek zorunda olması, bir süre sonra kendisinin  nasıl dönüştüğünü de görmesi/göstermesi açısından buruk bir öyküdür.

Romancı, Esin’in öyküsünü ise (ki kendisine anlattırır öyküsünü baştan sona) anlatı süresince bir soğan gibi soyar.  Yer yer gözlerinizi buğulandırır o öykü. Her kabukta bizi başka bir gerçeklikle yüzleştirir. Burada anlatılanlar kadar anlatma biçimi, yazarın dili kullanmadaki özeni etkileyicidir.

Çizdiği karakterin ruh halini, düşünce biçimini yansıtmasındaki gerçeklik duygusu anlatılan öykünün bütünlüğünü sağlamada başat öğedir.

Öyle ki; o eksendeki başka öykülerle buluşan/örtüşen onun öyküsü adeta bir toplum arkeolojisinin ( hatta toplumun delilik arkeolojisinin) öyküsüdür.

Burukluğun, kederin dilini kurması Yıldırım’ı anlatısıyla başka bir kıyıya taşıyor. Kadın olma bilincinin, kadınlık durumu/konumunun romanımıza bu denli katmansal boyutta yansıması ise anlatıcının güçlü bir içses’i yakalamasıyla öne çıkıyor. Onun bu yanı Sevgi Soysal’la gelen çizgiyi daha ileri bir düzeye taşıdığını söyleyebilirim.

Yıldırım’ın romanlarında gündemleşen sorunsallar, ki “Misafir” odağında bunun en belirgin yanı öne çıkıyor; aile/anne-kız/anne-baba ilişkisi, vb. romanın işlevselliğini bir kez daha bize hatırlatıyor.

Başka bir sevmek/sevilmek beklentisi olan Esin’in burukluğu; “babası tarafından terk edilen kız çocuğu”nun ezincindendir biraz da. Bu yanıyla büyümemiştir hâlâ.

Unutmanın, hatırlamanın, burukluğun, kalp incinmelerinin, kederin dilini bu denli iyi kuran, insanın kendisiyle/toplumla yüzleşmesine vicdan çağrısı yapan bir anlatıcıyla karşı karşıyayız.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Ekim 2018)

Yorum yapın