Mustafa Balbay: “Ortaçağda, sonraki yıllarda köleliğin fiyatı vardı. Şimdi fiyatı bile yok.”

Şubat 4, 2019

Mustafa Balbay: “Ortaçağda, sonraki yıllarda köleliğin fiyatı vardı. Şimdi fiyatı bile yok.”

Söyleşi: Gamze Erkmen 

Suriyelilerle birlikte Afganları, Sudan’dan gelenleri, kısacası savaşın yıktığı ülkeleri terk etmek zorunda kalanların hikâyelerini anlatan Mustafa Balbay’ın kaleme aldığı Köleliğe Kaçış romanı, Bilgi Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Suriyeli Halit ve ailesinin Türkiye’ye gelişiyle başlayan kurgu, bu aile fertlerinin seçimleri, kaderleri ve hissettiklerini okurla buluşturuyor ve günümüzde yaşanan pek çok acıya işaret ediyor, dikkat çekiyor.

Balbay ile hem yeni çıkan romanı hem de Türkiye’deki sığınmacılar hakkında söyleştik.

Suriye’deki savaşı ve Türkiye’ye yansımalarını içeren bir konu yazmaya nasıl ve neden karar verdiniz? Konu itibariyle gerçeklere farkındalık yaratılması gerektiğini düşündüğüm için sormak istiyorum, kurgunuzun gerçeği yansıtması için yaptığınız araştırmalardan ve süreçten bahsedebilir misiniz? 

Bu roman benim için 40 yıla yaklaşan meslek birikimimin bir damıtımı. Gazetecilik yaşamım boyunca 80’i aşkın ülke dolaştım. Bunların ciddi bir bölümü iç savaşın yaşandığı, insanların istemleri dışında ülkelerini terk etmek zorunda kaldığı coğrafyalardı. Yemen, Güney Afrika Cumhuriyeti, Nikaragua, Guatemala, Balkanlar, Kafkaslar, Irak ilk aklıma gelenler. Bu coğrafyalarda insanların göç acılarını dinledim, gezi notları tadında yazdım. Türkiye’de sürekli yaşanmakta olan göç sancısının Suriye olayı ile birlikte arttığını görünce, bunu sadece yorum-gözlem olarak değil, tarihe kalacak bir roman kurgusuyla yazmaya karar verdim. Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Hatay’da onların dramlarına tanık oldum. İzmir Basmane’de oluşan can pazarında saatlerce dolaştım. Ege Denizi’nin mülteci mezarlığı haline gelişinin başı orasıydı. Bodrum’da 2 Eylül 2015’te yaşanan Aylan Bebek faciasından sonra on binlerin İstanbul’dan Edirne’ye yaya yürüyüşüne tanıklık ettim. Edirne’den sınırı aşıp Avrupa’ya ulaşmak tümünün ortak kurtuluş arayışıydı. İşte bütün bu yaşadıklarımdan, gözlemlerimden bir kurgu yapıp bu romanı yazdım.

Kurgu içinde yer alan şu cümle, aslında romanı özetliyor; “Halit, kayıt dışı işletmeleri ayakta tutan parçalardan biriydi. Halit’in kızı Nur, o işletme zenginleri için kurulan eğlence pazarının süsüydü. Bu çarkın içine girmeyip Avrupa hayalleri kuranları da yol boyu umut tacirleri bekliyordu. Elif de onların ağına doğru yol alıyordu.” Halit karakteri ailenin babası, kızlarının ikisi Nur ve Elif. Genel anlamda bu üç karakter üzerinden devam eden kurgu çerçevesinde, çadır kentlerde yaşayan ya da çeşitli şehirlere yerleşmiş Suriyeli ailelerle görüşme fırsatınız oldu mu? 

Elbette oldu. Ünlü gezgin Marco Polo’nun bir sözü var. Diyor ki; “Gezilerim sırasında gördüklerimin hepsini yazmadım. Zira inanmayabilirlerdi.” Gerçekten de hem Suriyelilerle yüz yüze görüşmelerimde hem de onlarla doğrudan ilgili kişilerin anlattıklarında öylesine korkunç olaylar vardı ki, bir bölümü yazdım. Halit’in ve kızlarının yaşadıkları bu çağın mülteci sorununun bir gerçeğidir. İnsan kendisini rahatsız hissedince hastaneye gider, bir tüp kan verir. Bedendeki her şey o kan tahlilinden çıkar. Şeker mi var, kalp mi sorunlu pek çok şey anlaşılır. İşte Halit ve ailesi bu çağın gerçeklerini ortaya koyan bir tüp insanlık kanıdır.  Türkiye’de, dünyada Suriyeliler genellikle rakam olarak biliniyor. Şu kadar Suriyeli Akdeniz’de boğuldu, şu kadarı kayıp. Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı şu kadar oldu. Oysa bu rakamların hepsi can, insan. Bu sorunun nasıl başladığı, ana sorumlunun kimler olduğu ayrı konudur. Birinci gerçek onların insan olduğudur.

Kurgu ilerlerken diyalogların pek çoğunda dikkat çeken kısım, özellikle Suriyelilerin çoğunluğunun Avrupa’ya gitme hayalinin olduğu ile ilgili. Suriyelilerin ülkelerine dönme istekleri veya Türkiye’de yaşama şartları konusunda siz ne düşünüyorsunuz?

Ben küreselleşmeye kürede selleşme diyorum. Bir yanda açlık sınırının altında yaşayan, birbirini boğazlayan insanlar, bir yanda çağın en ileri yaşam koşullarının daha da üstünü zorlayan insanlar. Bu durumda akım hangi yöne doğru olur. Elbette daha iyiye doğru. Görünen bu. Ancak madalyonun öbür tarafı farklı. Küresel aktörler, iç savaş coğrafyalarına, “Bu durum bizim ülkemiz açısında ne ifade ediyor, ulusal çıkarlarımız neyi gerektiriyor” diye bakıyorlar. Bu bakış beraberinde sözü eğip bükmeden söylemek gerekirse, vahşeti getiriyor. Ege Denizi’ni ölüm denizi yapıyor. Düşünün, yüzyıllar önce insanlar zorla köle yapılıyordu. Bugün ise insanlar kölelik koşullarında yaşamak için ölümü göze alıyor. Bu çağın çelişkisidir. Uğur Mumcu’nun sık kullandığı bir söz vardı; “İnsanlar sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumludur.” Bugün yazarlar bu gerçekleri görüp yazmıyorlarsa  sorumluluklarını da yerine getirmiyorlar demektir. Burada Türkiye’nin konumuna da ayrıca değinmek isterim; Türkiye, göç alan, göç veren ve göç yolları üzerinde olan bir ülke. Üçlü bir sorun. Bununla baş etmenin yolu; önce barışa inanmak, önce her insana insan gibi bakmak.

Okur, karakterlerden Neccar’ın babasının, ülkesindeyken başarılı bir iş adamı olması ama savaş sonrası Türkiye’ye gelince sömürü düzeni ile karşılaşması sonrası uyuşturucu taşıyan bir kamyonu İstanbul’a götürmeye karar verdiğine şahit oluyor. Ve romanda yer alan “Çaresizlik tüm yasakları meşru kılar,” cümlesi, tam olarak bu durumu karşılıyor. Savaşların insan hayatları üzerindeki “bireysel” etkisini yukarıda yer alan cümle çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk sorunuzu yanıtlarken vurgulamıştım; dünyada iç savaşın, acıların yaşandığı pek çok coğrafyayı gördüm, yaşadım, yazdım. İnsanların mecbur kalınca neler yaptıklarına tanık oldum. Zaten savaş insanın aklıyla, insan bilinciyle çözemediklerini, vahşi yöntemlerle çözmeye çalışmasından başka bir şey değildir. Hal böyle olunca, savaş nedeniyle bütün hayatları altüst olan insanlar ayakta kalmanın yollarını arıyorlar. Bu aşamadan sonra bulunan yolun meşru olup olmadığı da önemli olmuyor. Savaş genel anlamda meşru mu ki, bunun kurbanlarının hayatta kalma arayışlarında meşruluk aransın. Burada elbette suç olan, insanlığa zararlı olan bir şeyi övmüyorum, onaylamıyorum. Ne yapıyorum? En büyük suçluyu arıyorum.

Bir ailenin başına gelen büyük bir dram haber konusu olur, televizyonlar yayımlar. Ama o dram binlerce ailenin başına geldiyse istatistik olur.” Yine romandaki bu cümleden yola çıkarak, insan hayatlarının, rakamlar toplamına dönüşmesinde basının rolü hakkındaki görüşleriniz nelerdir? 

Bu sorunuza yanıt vermeden önce derin bir “ah” çekmek isterim. Medya elbette konunun en önemli taraflarından biri. İddia ile söylüyorum; Türkiye’de yayın organları, Suriye’de üç gün tamamen gerçeği yazıp, mültecilerin sorunlarını dile getirseler her şey daha farklı olur. Olayın bu yanı ayrı bir tartışma konusu. Bizi okuyanları düşünmeye yöneltmek için sadece bu konudaki değerlendirmemin başlığını paylaşmak isterim; çağımızda medya gücü yok, güçlerin medyası var.

Kurguda yalnızca Suriyelilerin yaşadıklarından değil, Sudan, Afganistan’dan gelen insanlardan da bahsedilmiş. Çok dikkat çeken bir bölüm de Amerikalı Sebastian’ın anlattıkları. Afrika’dan getirilip köle olarak satılan kişilere değiniliyor, “Fiyatlarımız sağlığımıza göre değişiyordu.” Sonra Avrupa yolundaki Sudanlı gencin o cümlesi geliyor, “Biz ise zorla köleliğe doğru koşuyoruz.” ‘Köleliğe kaçış’ ile iletmek istediğiniz nedir?

Köleliğe Kaçış bu yüzyılda yaşanan acıların, oluşan uçurumların özetidir. Artık milyonlarca insan için köleliğin kurtuluş olduğu dönemdeyiz. Neden kurtuluş? Çünkü iç savaş, bana Silivri Cezaevi’nde bir Afganlı mahpusun dediği gibi “otun kuruması”, “alt komşunun üst komşuya düşman olması”, “çocukluk arkadaşlarının birbirini boğazlaması” demek. Böyle bir coğrafyadan kurtulmak için insanları her şeyi göze alıyor. Ortaçağda, sonraki yıllarda köleliğin fiyatı vardı. Şimdi fiyatı bile yok. Teknoloji ilerliyor ama, insan ilerliyor ama, insanlık ilerlemiyor.

Sizce bundan sonra Türkiye’deki savaş mağduru insanları nasıl bir hayat bekliyor?

Türkiye topraklarının adı çağlar boyu değişti. En sık kullanılan isim şu; “kavimler kapısı”. Anadolu’da tarihte bilinen 35’ten fazla uygarlık yaşadı. Her uygarlık yıkımı, yenisinin kurulması beraberinde göçleri getirdi. Tabii sadece içimizdeki değil, bugün olduğu gibi çevremizdeki olaylar da Anadolu’ya göçü etkiledi. Bugün Türkiye’deki savaş mağdurlarını Türkiye koşullarında bir hayat bekliyor. Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür. Öteki halkalar ne kadar güçlü olursa olsun zinciri çektiğiniz an en zayıf halkadan kopar. İşte savaş mağdurları bizim en zayıf halkamızdır. Onlar kadar güçlüyüz.

edebiyathaber.net (4 Şubat 2019)

Yorum yapın