Mevsim Yenice: “Bazen sessiz kalmak, hatta vazgeçmek de bir direniştir”

Temmuz 3, 2019

Mevsim Yenice: “Bazen sessiz kalmak, hatta vazgeçmek de bir direniştir”

Söyleşi: Can Öktemer

Mevsim Yenice‘nin geçtiğimiz yıl yayımlanan Tekme Tokatlı Şehir Rehberi son zamanların en ilgi çekici öykü kitaplarının başında geliyordu. Bu ilgi ve beğeninin bir sonucu olarak, kitap 2019 yılında Notre- Dam Sion Edebiyat Ödülleri’nde Mansiyon Ödülü’ne layık görülmüştü. Mevsim Yenice, bize kaotik dünyada ayakta kalma tüyoları verdiği Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nden sonra Bilinmeyen Sular’la karşımıza çıktı. Bilinmeyen Sular‘da eve dönme yollarını arayanları, aileyi, güvenli sulardan bilinmeyen denizlere doğru giden karakterlerin hikâyesini anlatıyor. Mevsim Yenice’yle, son kitabını, sessiz direnişleri, evi, yersiz-yurtsuzluğu  ve her zaman olduğu kaotik dünyada nasıl hayatta kalırız üzerine konuştuk. 

Bilinmeyen Sular isimli yeni öykü kitabınız geçtiğimiz ay okuyucuyla buluştu. Bu tür söyleşilerin olmazsa olmaz sorusuyla başlayalım dilerseniz. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

İlk kitabım Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nden sonra epey süre ikinci dosya için hiçbir şey yapmadım. Birkaç kolektif çalışma için öykü yazmıştım ve kalan son enerjim de tükenmiş gibi hissediyordum. Meğer o süreç düşünme, dinleme, dolma evresiymiş. 2018 başlangıcında, önceden yazdığım ama yeni dosyaya koymak istediğim üç öykü üzerinde yavaş yavaş çalışmaya başladım. Sonra Pink Floyd şarkı sözlerinin bana hissettirdiği şeyden de yola çıkarak kendi içinde bir bütünlüğü olan öyküler yazmak geldi aklıma. Ve geri kalan tüm öyküleri de bu motivasyonla yaratmaya çalıştım. 2018 Kasım’da dosya tamamlanmıştı. Benim için yaratma aşamasının ilk kitap sürecinden daha farklı olması da işin heyecan veren kısmıydı.

İlk kitabınızda ironi ve kara mizah öne çıkıyordu. Bilinmeyen Sular’da işleri biraz ciddileşmiş gibi; öykülerin bazı yerlerinde mizahi unsurlar var ama çok belirgin değil. Siz bu durum için ne demek istersiniz?

İlk kitapta da Bilinmeyen Sular’da da bu benim hesaplayarak yaptığım bir şey değildi açıkçası. Öykünün başına geçtiğimde kafamda ufacık bir kesit oluyor yalnızca. Gerisi yolda kendi kendine açılıyor, şekilleniyor. O sebeple benden bağımsız işleyen o mekanizma bu kitaptaki öykülerin ironi dozunu kırdı. Bunu fark ettiğimde biraz tedirgin oldum. Ne de olsa ilk kitabın en sevilen parçasıydı ironi. Bu işleri biraz zorlaştırıyor açıkçası, okuyucunun beklentisini hesaba katmak yani. Kafa karışıklığı beraberinde karmaşayı da getiriyor. Güvendiğim birkaç arkadaşımla bunun üzerine sohbet edince biraz daha rahatladım. Sonra yapmak istediğimin en iyisini yapmaya odaklanarak, beni endişeye düşüren fikirlerden olabildiğince uzaklaştım ve ortaya ikinci dosya çıktı.

Yine ilk kitabınızda, bahtsızları, hayatın gelişine sert bir şekilde vurduğu kalbi kırıkların hikayelerin tanık oluyorduk. Bahtsızlık senfonisi Bilinmeyen Sular’da da devam ediyor lakin karakterler yalnızlıkla mücadele konusunda biraz başarısız ve pes etmiş gibiler. Bu anlamda karakterlerin haleti ruhiyesi için ne söylemek istersiniz?

İlk kitapta her şeye rağmen hayatla başa çıkmaya çalışan bir hali vardı kahramanların. Kendileriyle barışık ama hayatla mücadele halindelerdi. Bu kitapta bazı öykülerde o cesareti görsek de çoğu öyküde kendiyle ve toplumla mücadele etmekten vazgeçmiş, sustuğu ve söylemediği kadarıyla var olan, kabullenmiş kahramanlar var. Yine de onlarınkinin de bir cesaret bir varoluş şekli olduğunu düşündüğümden hep kendince bir umutla bitirmeye çalıştım öyküleri. Bazen sessiz kalmak, hatta vazgeçmek de bir direniş çünkü.

Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nde de aile meseleleri öne çıkıyordu, lakin Bilinmeyen Sular’da aile hususu daha belirgin. Üstelik sorunlu baba-oğul ilişkileri karşımıza çıkıyor. Freud’tan bildiğimiz üzere baba-oğul ilişkileri genelde sorunlu bir temele oturur. Siz nasıl yorumlarsınız bu ilişkiyi?

Ben Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nde aile temasının daha belirgin olduğunu düşünüyorum nedense hep. Bilinmeyen Sular’da aileden ziyade “mekan, zaman aidiyetsizliği” baskın gibime geliyor. Ama mekan aidiyetinden bahsediyorsak elbette ev, hemen ardından da aile kavramlarının kurcalanması doğal. Bir evin içindeki rolümüz ile gerçekte kim olduğumuz, hangi role daha ait hissettiğimiz konularını sık sık düşünen biriyim. O nedenle öykülerde de çoğu kapı buraya açıldı yolun sonunda. Ben de bu kaygan zemindeki ilişkileri ve dengeleri yorumlayacak yetkinlikte değilim, derdim de bu değil açıkçası, biraz daha anlamlandırma çabası benimkisi, onun için de bilinmeyen sularda daha fazla yüzmem gerek gibi hissediyorum.

Bilinmeyen Sular’da ana tema olarak aidiyet duygusu öne çıkıyor sanki. Karakterler, her daim yaşadığı ortama yabancılar, evlerinde oturdukları koltuklardan, baktıkları manzaralardan huzursuz gibiler. Bir yere ait olamama meselesi için siz ne düşünüyorsunuz?

Herhangi bir yere, zamana ya da bir şeye ait hissetmemek insanı epey yoran, kök söktüren bir his. Öte yandan yazarken, bu kavramları deşerken şunu da fark ettim ve rahatladım: tüm bu zıtlıklar birbiriyle iç içe yan yana yol alıyor. Bir yere ait hissetmek için, bir önce ait hissettiğimiz yerle bağımızı kesiyor, oraya ait olmadığımızı hissediyoruz. Birbirine ne kadar yakın. Ve herhangi birini seçmemize çok da gerek yok sanırım, ya da illa bir yere ait hissetmemize… Bazen de tüm bu zıtlıklar bizi besliyor diye düşünüyorum çünkü, ya da böyle düşünmek işimi kolaylaştırıyor, kim bilir.

Yeni kitabınızda dikkat çeken bir başka husus ise, yeni başlangıçlar konusunda yaşanan ikilemler ve gerginlikler olsa gerek. Karakterler yeni yerlere, yeni başlangıçlara adım atmaktan korkuyorlar, üstelik geçmişin birikmiş yükleri de omuzlarında. Yeni başlangıçlar neden bu kadar ürkütür insanı? Sizce insan olgunlaşması, büyümesi ve geçmişin yüklerinden kurtulması için ‘bilinmeyen sular’a gözü kapalı girmeli mi?

Bunu düşününce aklıma hep William Faulkner’ın Ağustos Işığı’nda söylediği bir şey geliyor; “Çünkü bir insan her zaman şimdi çektiği sıkıntılardan çok, ileride çekebileceği sıkıntılardan korkar. Bir değişikliği göze alamaz da, alışık olduğu sıkıntılara dört elle sarılır.” Bu nedenle şimdiye ait hissedemeyen bizler, gelecekten de korktuğumuz için sanırım en çok geçmişe tutunuyoruz. Benim kişisel serüvenim genelde bilinmeyen sulara girmekten ödüm kopsa da girmekten kendimi alıkoyamamakla sonuçlanıyor. Ama bunu geçmişin yüklerinden kurtulmak için mi yapıyorum emin değilim, belki de bazen yalnızca bilinmeyen sularda yüzmek istiyorumdur.

Zorunlu göçler  ya da başka sebepler yüzünden sürekli göç halindeyiz. Kavimler göçü’nü andıran bir hareketliliğin içindeyiz sanki. Bütün iyi hikayeler eve dönmekle alakalıdır derler, sizin karakterleriniz de eve dönmeye çalışıyorlar ama eve dönmenin yollarını unutmuş gibiler. Siz ne dersiniz bu durum için?

Eve dönmenin yolları deyince aklıma Zambra’nın kitabı geldi haliyle. Çok sevdiğim ve okurken bir yerlerime darbe aldığımı hissettiğim bir kitaptı ve bitince şöyle düşünmüştüm: Kitap boyunca ev kavramını deşen Zambra da kaybolmuş bana sorarsanız ve Eve Dönmenin Yolları’nı yazmak da dönüş yolunu bulabilmek için oynadığı son kozu olsa gerek. Sanırım ben de aynı sebepten, eve dönmenin başka yollarını keşfetmeye çalışıyorum yazarak.

Kitap boyunca bize birbirinden nefis Pink Floyd parçaları eşlik ediyor. Öykülerinizi Pink Floyd şarkılarıyla eşleştirme fikri nasıl çıktı?

Şarkıların önce sözleri vuruyor beni. Yıllar geçse de bir şarkıyı dinlediğimde aynı dizede aynı duyguları hissedebiliyorum. Öykülerin başındaki epigraflar da az evvel anlattığım gibi beni yıllardır etkileyen, aynı yerden vurabilen dizeler. Onların bende uyandırdığı hissin öyküsünü yazmaya çalıştım ben de. Bir nevi en sevdiğim gruba saygı duruşunda bulunmuş oldum. Bu hayatımın bir evresinde bir şekilde mutlaka olacaktı. Epigrafları Bilinmeyen Sular’daki mesele ve öykülerle özdeşleştirmiş olmaktan çok mutluyum.

Son derece gürültülü ve sosyal medya vs. yüzünden dikkat eşiğimizin çok düştüğü bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda belirli bir yazma ritüelleriniz ya da alışkanlıklarınız var mı?

Sesten rahatsız olmuyorum ben pek. Aksine gürültünün, canlılığın ortasında daha rahat soyutlanıp yazabiliyorum. Bir rutin diyemem ama eğer yoğun çalışma dönemindeysem, sabah erkenden kalkıp öğleye kadar geçen süreçte çalışamazsam, günün diğer kısmında da çalışamıyorum. O nedenle çalışacağım zamanlar sabah erkenden masa başına geçiyorum. Geçmediysem de günün kalanında nasılsa beceremeyeceğimi bildiğimden kendime çok yüklenmemeye çalışıyorum.

Son olarak, gelecekle ilgili planlarınız neler? Nasıl kitap çalışmaları bizi bekliyor olacak?

Kafamda bir novella fikri var şimdilik ama yol nereye götürecek hiç bilmiyorum başlamadan. Aklımdaki fikrin beslenmesi için bir şeyler araştırıp okuyorum, izliyorum. Bu süreç de keyifli geçiyor, dilerim böyle devam eder.

edebiyathaber.net (3 Temmuz 2019)

Yorum yapın