Meltem Gürle: “Dünyayı anlamak ve onunla baş etmek için kitaplardan medet umdum.”

Ekim 19, 2017

Meltem Gürle: “Dünyayı anlamak ve onunla baş etmek için kitaplardan medet umdum.”

Söyleşi: Can Öktemer

Meltem Gürle‘nin BirGün’de yazmış olduğu yazılardan oluşan kitabı “Kırmızı Kazak” geçtiğimiz günlerde Can Yayınları tarafından yayımlandı. “Kırmızı Kazak” deneme türüne yakın olsa da, Meltem Gürle’nin yazılarında hissedilen derin edebi duygu sebebiyle kısa öykü gibi durduğu da söylenebilir. Meltem Gürle, kitap boyunca gündelik hayatı, insan ilişkileri, aşkları, siyaseti, mekanları edebiyat üzerinden okuyor. Gündelik hayatın koşuşturmasında fark edemediğimiz kimi ince detaylar Meltem Gürle’nin satırlarında yerini alıyor. Hayatın içerisine saklanmış romanlardan fırlamış gibi duran karakterler, olaylar Gürle’nin başarılı gözlemleriyle yerlerini alıyorlar Kırmızı Kazak’ta. Meltem Gürle’yle edebiyatı, hayatla başa çıkabilmenin sırlarını ve eve dönmenin yolları üzerine konuştuk:

Klasik bir soru ile başlayalım dilerseniz. Geçtiğimiz günlerde daha önce BirGün’de yayınlanmış yazılarınızdan oluşan Kırmızı Kazak isimli kitabınızı yayımladınız. Bize bu kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Kırmızı Kazak, sizin de söylediğiniz gibi, BirGün’de Not Defteri adı altında yazdığım edebiyat köşesinde daha önce yayımlanmış yazılardan oluşuyor. BirGün’de 2009’dan beri edebiyat yazıları yazıyorum. Bu yazılardan pek azı kitap tanıtımı, çoğunluğu ise edebiyat ile gündelik hayat arasında gidip gelen birtakım metinler. Aslında gazete yazılarının bir araya getirilip basılması bana her zaman biraz sorunlu görünmüştür. Güncel olaylarla ilgili yazılar, basıldıkları hafta geride kaldıktan sonra genellikle taşıdıkları anlamı kaybederler çünkü. Fakat edebiyat yazıları için bu her zaman geçerli olmayabilir. Can Yayınları ile bu kitabı hazırlarken, biz de böyle bir kriteri göz önünde tuttuk. Güncel olaylardan söz eden yazılara öncelik vermektense, daha evrensel ve zamansız meseleleri konu alan metinleri kitaba almaya karar verdik. Kırmızı Kazak’taki yazılar bu nedenle kronolojik olarak değil de tematik olarak sıralandı. Böylece, ortaya bambaşka bir metin çıktı. Kendi iç bütünlüğü olan ve süreklilik içeren bir hikaye anlatan bir metindi bu. Açığını isterseniz, sonucu görünce ben bile şaşırdım.

Kırmızı Kazak, illa bir edebi kategoriye sokulacaksa deneme türüne yakın olduğu söylenebilir.Bununla beraber kitap boyunca karşımıza çıkan yazılarda kısa öyküler okuyormuş havası da seziliyor. Yazıları kaleme alırken nasıl bir yol haritası çizmiştiniz kendinize?

Bunu birkaç kişi daha söyledi. Gerçekten de bazı denemelerde öykü havası var. Hatta daha önce söylediğim gibi, kitabın tümünde bir süreklilik gözlemek mümkün. Bu açıdan, Kırmızı Kazak’ın otobiyografik bir romanı andırdığını söyleyenler de oldu. Ne var ki, ben hem kendi yazdıklarımı böyle bir gözle değerlendirebilecek bir konumda değilim hem de yazarken bu tarz bir amaç gütmedim. Gazete için yazmak çok acayip bir şey. Bu amaçla yazdığınız zaman şöyle bir gündeminiz oluyor: Diyelim ki, yazıyı Pazar günü basılacak şekilde yetiştireceksiniz. O zaman daha hafta başından düşünmeye başlıyorsunuz. Sonunda bir hikaye kafanıza takılırsa ne ala! Oturup onu yazıyorsunuz. İtiraf etmeliyim ki, genelde son dakikada baskıya yetiştirecek şekilde yazıyorsunuz. O hafta yazacak bir hikayeniz yoksa, oturup onu icat etmeniz gerekiyor. Yazmaya yeterince istekli değilseniz, o isteği bir yerlerden bulup buluşturmanız ve masanın başına geçmeniz gerekiyor. Bu açıdan, insana çok disiplin kazandıran bir tecrübe köşe yazarlığı. Pek gözünüzün yaşına bakmıyor. Ama öte yandan, büyük resmi görmenizi de engelliyor. Hep bir sonraki haftaya ve onun yazısını düşünmeye odaklanıyorsunuz çünkü. Tam da bu nedenle, Kırmızı Kazak’taki yazılar bir araya geldiğinde ortaya çıkan kompozisyon benim için şaşırtıcı oldu. Birbirine duygu ve ses olarak bağlı öykülerden oluşan bir kitapla karşılaşacağımı hayal etmemiştim çünkü.

Deneme türü Türkiye edebiyatında önemli bir alt tür olarak kabul edilir. Lakin Türkiye edebiyatında denemenin uzun bir süredir “üvey evlat” muamelesi gördüğü sıklıkla söylenir. Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Bu soruyla daha önce de karşılaştım. O zaman verdiğim cevabı tekrar edeyim. Ben kendi adıma Türk edebiyatında denemenin “üvey evlat” muamelesi gördüğü fikrine katılmıyorum. Deneme elbette diğer edebi türler kadar gösterişli ve çekici değil. İyi bir roman insana uzun soluklu bir aşk vaat eder, kısa öykü ise sarsıcı ama unutulmaz bir kaçamak gibidir. Bunlarla karşılaştırıldığında, deneme yarı resmi ve biraz da zoraki bir görüşmeye benziyor olabilir. Ama bu izlenim yanıltıcıdır aslında. İyi denemeciler, ki bizde de bunun çok başarılı örnekleri var, her zaman fikir yazısı ile yaratıcı yazın arasındaki geçişken sınırlardan faydalanmışlar ve her biri birer edebi eser sayılabilecek metinler çıkarmışlardır. Bu geçişkenlik denemeyi bir ara tür olarak çok verimli ve sürprizli kılar. Ben tam da bu nedenle deneme okumaktan çok büyük bir keyif alıyorum. Edebiyat üzerine denemeleri özellikle zevkle okuyorum. En son okuduğum deneme kitaplarından biri olan Armağan Ekici’nin Lacivert Taşından Tabletler’i nefisti mesela.

Kırmızı Kazak, sizin hayatınızın farklı dönemlerinizden kesitler sunuyor. Bir otobüs camından arkada bırakılan sevgili, hastanede bir yakınınızı beklemek gibi hatıralarınızı satırlara tüm içtenliğinizle dökmüşsünüz. Edebiyatın daha doğrusu yazmanın iyileştirici tarafı olduğu bilinir. Bu durum sizin için de geçerli oldu mu?

Kırmızı Kazak’taki yazıları okuyan birinden mail aldım geçenlerde. Bana çok iyimser biri olduğumu yazmış. Dünyayı güzel bir ışık altında gördüğümü ve gösterdiğimi söylemiş. Bu sözler için ona buradan bir kez daha teşekkür edeyim. Ne var ki, beni yakından tanıyanların gayet iyi bildiği gibi, hiç de iyimser biri sayılmam. Bana kalırsa, dünya bayağı kötü bir yer. Felaketlerle, fenalıklarla, suç ve karanlıkla örülü bir yer. Sadece insanların birbirine ettiği kötülükler bile yeter. Herkesin bu berbat dünyayla baş etmek için bir yöntem bulması gerekiyor. Benim yöntemim de edebiyata sarılmak oldu. Hem dünyayı anlamak için hem de onunla baş etmek için kitaplardan medet umdum. İyi mi ettim bilmiyorum. Bildiğim şey şu ki, edebiyat olmasaydı buraya kadar gelemez ve bir noktada pes ederdim herhalde. O anlamda, edebiyatın iyileştirici bir tarafı olduğu söylenebilir. En azından benim için.

‘Sağda Uygun Bir Yerde’ isimli yazınızda kitap okuyan, naif, hassas insanların gerçek hayatla bir türlü başa çıkamayışlarını anlatıyorsunuz. Türkiye’de kitap okuyan, naif, efendi ve hassas insanlara pek hoş görüyle bakılmaz bu tür özelliklere sahip olmak zayıflık olarak görülür. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Kitap okuyan hayalperestlerin kaderi hep Tutunamayanlar‘daki Selim mi olacak sizce?

Biraz önce söylediğim yerden devam etmek gerekirse, siz kendinizi iyileştirmek için edebiyata sarılırsınız. Edebiyat da durur mu, o da size sarılır. Böylece bir gün bakarsınız ki hayatta bildiğiniz her şeyi kitaplardan öğrenmişsiniz. Nereye bakarsanız edebiyat görür olmuşsunuz. Dünyayı onun üzerinden anlamış, onun üzerinden açmışsınız. Ama işte hayat aslında, Raif Efendilerle, Yeraltı Adamlarıyla, Selimlerle ya da Tezer Özlü karakterleriyle dolu değildir. Hayat Raif Efendi’nin patronu gibi küçük adamlarla, Yeraltı Adamı’nın okul arkadaşları gibi sersemlerle, bayat şarkılar dinleyip içlenen Metinlerle ve Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde intihara kalkışan kızına “Böyle güzel yemişler varken ölünür mü?” diye soran baba gibi adamlarla doludur. Hayat aslında Beşiktaş dolmuşu gibi bir şeydir yani. Şansınız varsa, arada ilginç ve derin birileri de çıkar tabii. Hani o sağda uygun bir yerde inmek isteyen abimiz gibi. Ama çoğu kez dünya, akşam yemeğini nerede yiyeceğinden başka bir şey düşünmeyen insanlardan ibarettir aslında. Geride kalanlara hayalperest demektense, bunlara hayalsiz demeyi tercih ederim.

Kırmızı Kazak’ta hayatı bir anlamda edebiyat üzerinden okuyorsunuz. Gündelik hayatın kaosu, yoğun mesai saatleri derken gözümüzden kaçan birçok ince detayı gözlemiyorsunuz, edebiyat tarihinden örneklerle karşılaştırıyorsunuz. Barış BıçakçıHerkes Herkesle Dostmuş Gibi” kitabında  “hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor” demişti. Siz ne demek isterseniz bu konu hakkında?

Aslında bir önceki soruda bunun cevabını vermiş gibi oldum. Onun için isterseniz Barış Bıçakçı’dan bahsedelim biraz. Barış Bıçakçı yukarıda sözünü ettiğim ayrımı çok sarih bir şekilde koyan yazarlardan biridir. Sinek Isırıklarının Müellifi’nde karakterine bunu açık açık söyletir hatta. İlham aldığı yazarlardan biri olan Salinger’a gönderme yaparak der ki, dünya iki tür insandan oluşur: Seymour gibi olanlar ve olmayanlar. Yani Beşiktaş dolmuşunda parayı tereddüt etmeden şoföre uzatan, berberde bahşişi becerikli bir şekilde adamın cebine sıkıştıran, devlet dairelerinde ne yapması gerektiğini bilen adamlarla, dünyada eğreti duran ve oraya ait olmayı beceremeyenler arasındaki farklılıktır bu. Ancak bu ikinci grup dünyada at koşturamasa da, onu en derin haliyle görmek lanetine uğramıştır. Salinger’ın karakteri Seymour böyledir, Barış Bıçakçı’nın birçok roman kişisi böyledir. Hepsi aynı hastalıktan muztariptirler. Dünyayı başkalarının görmediği kadar ince bir yerden görürler. Kitaplar yüzündendir bu. Yani bir anlamda öyledir. Bu karakterler için, her zaman bir dışarısı ve içerisi vardır. Saflar net bir şekilde çizilmiş, dünya ikiye ayrılmıştır. Safların belli olması iyidir, der Bıçakçı. Ben de aynı fikirdeyim.

Beşiktaş semtinin sizin için ayrı bir yeri var. Kitap boyunca bize Beşiktaş’ı eviniz olarak gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Bir süredir baş döndürücü kentsel dönüşümün içerisine düşmüş durumdayız. Bununla beraber gönüllü sürgünlüklerin arttığı, ev kavramının anlamını yitirdiği ve herkesin kendisine başka bir huzurlu ‘ev’ aradığı bir zaman dilimindeyiz. Bütün iyi hikayelerin eve dönmekle alakalı olduğu söylenir. Sizce eve dönmenin yollarını bulabilecek miyiz?

En zor soru bu. Bir süredir Beşiktaş’tan, evimden, dostlarımdan uzakta yaşıyorum. Şu anda bir senelik bursla Dublin’deyim. Taşıdığı edebi mirasla, canayakın insanlarıyla, müzik dolu sokaklarıyla benzersiz bir şehir. Ama burada bile kendimi gurbette hissediyorum. Geçenlerde Beşiktaş’a benzeyen bir semt bulunca çok sevindim. Hatta Bolu Et Lokantası’nı andıran bir Balkan lokantası görünce ağlayacak gibi oldum. Dünyanın en güzel kentinde bile olsa, insan evini arıyor. Burada en çok düşündüğüm şey bu. Ev dediğimiz şey nedir? İnsanlar mıdır? Mekanlar mıdır? Konuştuğumuz dil midir? Hepsinin ayrı ayrı yeri var tabii. İnsanın dilini, alışkanlıklarını, gündelik hayata dair duygusunu bırakıp başka bir kültüre alışmaya çalışmasında çok yıpratıcı bir taraf var. Ama geçici olarak memleketi terk etmek kararı almış ya da buna mecbur bırakılmış bütün arkadaşlarım gibi ben de, sonunda geri döneceğimi biliyorum. Elbette evimize döneceğiz. En güzel dönüş hikayesini biz yazacağız hatta.

Can Öktemer – edebiyathaber.net (19 Ekim 2017)

Yorum yapın