Melisa Ceren Hasmaden’in, Muzaffer İzgü ile gerçekleştirdiği söyleşi.

Şubat 10, 2010

Melisa Ceren Hasmaden’in, Muzaffer İzgü ile gerçekleştirdiği söyleşi.

Babamın çocukluğu Muzaffer İzgü kitaplarıyla geçmiş. Benim de ilkokul sıralarında en çok ve severek okudu­ğum yazar İzgü’ydü. Bir gün çocuk sahibi olursam, ben de ona Muzaffer İzgü kitapları alacağım. İşte bugünkü röportajım böyle bir yazarla; nesiller­dir okunan bir yazarla.

Muzaffer İzgü’nün sokağına adım atar atmaz evini tanıyabilirsiniz. Çün­kü pencereleri rüzgârgülleri ve çiçek­lerle süslü tek ev onunki. Heyecan içinde çaldım kapısını. Oyuncaklar, trompetler ve balonlarla süslü bir oda­ya buyur etti bizi. Masalcı dedeyle anı­lar, hayaller ve elbette edebiyat sohbe­tiyle dolu saatlerin nasıl geçtiğini an­lamadık. İşte o saatlerden kâğıda dö­külenler.

Sık sık anlattığınız bir anınız var. Çocukluğunuzda yağmurlu bir gün­de gittiğiniz Halkevi Kütüphanesi için, “Orası benim hayatımı değiştir­di,” demişsiniz. Öncelikle biraz bun­dan söz edelim mi?

Evet, kesinlikle öyle. Büyüdüğüm ev öyle bir evdi ki, şubatta odunumuz kömürümüz biterdi. Geceleri hadi yine kolay, yatağa girip yatıyoruz. Ne­dim adında bir arkadaşım vardı, yağ­murlu günlerde onun evine giderdim ben. Oturur dersimizi yapardık, konu­şurduk. Bir gün Nedim, “Bugün abla­mın nişanı var Muzaffer, seni bize gö­türemeyeceğim. Sana bir yer söyleye­ceğim, oraya git. Orada nar gibi koca­man bir soba yanıyor,” dedi.

Arkadaşımın önerdiği yer Adana Halkevi Kütüphanesi’ymiş. Hiç unut­muyorum, oranın kapısından içeri sı­rılsıklam girdim. Müdürü Zihni amca geldi, ceketimi çıkardı, sandalyeye ge­çirdi, onu da sobanın önüne koydu. “Yavrum, bu burada ısınsın, sen de ne istersen yap,” dedi. Orada oturdum, ısındım, dersimi yaptım. Sonra bak­tım, çocuklar oradan kitap alıyorlar. Oradakine sordum, “Parayla mı,” diye. “Yok, ödünç veriyorlar,” dedi. Çoğu yazar ilk okuduğu kitabı hatırlamaz. Benimki Define Adası’ydı. O güne ka­dar kitap nedir bildiğim yok benim. İkinci sınıftayım o zaman, sekiz yaşın­dayım. İnanır mısınız, o günden sonra benim yuvam oldu orası.

İkinci sınıfla beşinci sınıf arasında en az 350-400 kitap okudum ben ora­da. Sonunda okuyacak kitap bitti. 1942 yılında Milli Eğitim Bakanlığı klasik­lerin tercümesine başlamıştı, onları okudum. Hepsini daha sonradan tek­rar okudum tabii. Hiçbirini anlama­mışım o zaman.

O kütüphanede okuduğunuz ki­taplardan sizi en çok etkileyenler, en sevdikleriniz hangileri olmuştu?

Beni en çok etkileyen Jules Verne olmuştu. O günlerde çocuklar için ya­zan Türk yazar pek yoktu. Birkaç dergi vardı. Onlardan da aklımda kalan pek bir şey olmadı. Ömer Seyfettin şim­diki gibi sadeleştirilmemişti. Okuya­bileceğimiz Türk yazar yoktu diyebi­lirim. Hep yabancıların tercümelerini okuduk. Zaten bir Türk yazarın kita­bı varsa elden ele dolaşırdı. O zaman­lar kapaklar kötü, baskılar kötü, bir ço­cuğa göre değil. Ama biz sevdalı gibi okurduk, sevdalıydık da. Okumak düş kurduruyordu. Yoksul evinde o düş­ler öyle güzeldi ki! Ben çıkar gider­dim o evden düşlerin ardı sıra. Evde otururken o düşleri görürdüm, yatar­ken o düşleri görürdüm. Dalar gider­dim hep, annem arada dürterdi beni. İşte bu yüzden yazarlık doğuştan diyo­rum ben.

Yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yazmaya dördüncü sınıfta karar verdim. Yusuf Gülen adlı bir öğret­menim vardı. İlk üç sınıfı başka baş­ka öğretmenler okuttu. O öğretmenle­rim beni hiç anlamamış. İkinci sınıf­tan beri yazıyordum ben hâlbuki. Öğ­retmenlerime gösteriyordum. Ama Yusuf Gülen benim yazılarımın elin­den tuttu. Onları okudu, değerlendir­di. “Daha iyisini yazabilirsin Muzaf­fer,” dedi.

Yusuf Gülen öğretmen geldiğinde bize bir kompozisyon yazdırdı. “Yap­rak” adlı yazıyı yazdım ben de. Öğ­retmenim bir sevdi bu yazıyı, sınıf­ta okuttu, alkışlattı. Yazımı duvar ga­zetesine koydu. Öğretmenden izin al­dım, sınıfa girmedim. Orada duruyo­rum, duvar gazetesine bakıyorum, al­tındaki imza “Muzaffer İzgü”. Önce müdür odasına gittim, müdürü aşağı indirdim. Sonra öğretmenler odasına gittim, öğretmenleri de çağırdım. “Ba­kın bunu ben yazdım,” dedim.

En son eve gittim. Babacım da Adana sokaklarında ıspanak satı­yor; seyyar arabasının üzerinde ıspa­nak yaprakları. “Baba benim gazete de yazım çıktı,” dedim. “Hangi gaze­te oğlum,” diye sordu. “Duvar gazete­si baba,” dedim. Babam durdu, anladı. Koşa koşa okula gittik. Babacım yazıyı okudu, güldü. Böyle bir buğuluyuz ba­bamla. Sağ gözünde de iki damla yaş, hiç unutmuyorum, “Sen yazar mı ola­caksın Muzaffer,” dedi. Ben orda baba­ma, “Evet,” dedim. Sonra da babama verdiğim sözü tuttum; yazar oldum.

Öğretmenlikte nasıl karar kıldınız? Öğretmen olmayı istemenizde Yusuf Gülen öğretmenin de payı var mıdır acaba?

Çok yoksulduk biz. Babam ilk ge­cekonduyu yapanlardandır. Başka­sının arsasına yapmış evimizi, yıktı­lar tabii. Sonra biz başka bir mahalle­ye taşındık. Çamurlar içinde, çok yok­sul, kokan bir mahalle. “Ben bu haya­tı yaşamak istemiyorum,” dedim ken­di kendime. Yaşamımı değiştireceğim, kendimi değiştireceğim. “Ne olabilir­sin Muzaffer,” dedim. “Öğretmen ola­bilirim,” diye düşündüm kendi kendi­me. Yusuf Gülen’in etkisidir bu. “Ben öğretmen olacağım, çocuklarla ilgile­neceğim; belki de okuttuğum, yetiştir­diğim çocukların içinden bir yazar çı­karacağım,” dedim. Çocukları çok se­viyorum ben. Öğretmenliğim hiçbir zaman okulla sınırlı kalmadı, hayatım oldu. Çocuklara ve gençlere tutku de­recesinde sevgi ve saygım var.

147 kitabınız yayımlamış bugü­ne kadar. Bir ömürde bu kadar kitap kaleme almak hiç kolay değilken, siz yenilerini de yazmaya devam ediyor­sunuz. Muzaffer İzgü nasıl yaşar ki bu kadar üretken bir yazardır?

“Muzaffer İzgü dünyaya geldi, okudu, düşler kurdu ve gitti,” diyecekler arkamdan. Hiçbir özel yaşantım olmadı benim. Avrupa’da pek çok yere gittik eşimle, pek çok yer gezdik. Ama hep bir görev vardı. Hollanda’ya gidiyorum diyelim ki, oranın Kültür Bakanı çağırmış, onlara Nasreddin Hoca’yı an­latacağım. Başka bir yere gidiyorum, orada Türk gülmecesini anlatacağım. Yoksa eşimi yanıma alıp da, “Yahu hanımcığım, gel seninle on beş günlüğüne Moskova’ya yahut Berlin’e gidelim,” dediğim hiç olmadı. “Şikâyetçi misin,” derseniz, hayır, hiç şikâyetçi değilim. Öyle mutluyum ki. Öyle rahat öleceğim ki, başımı yastığa koyup öylece gi­deceğim.

Muzaffer İzgü, çocuk ve gençlik edebiyatının genç yazarlarından kimleri okur, kimleri izler? “O günlerde okuyabileceğimiz Türk yazar yoktu,” dediniz. Bugün yazılanları nasıl buluyorsunuz?

Hepsini okuyorum, hepsini izliyorum. Ad vermeyeyim, ama birkaç yıl önceydi, bir mektup aldım. Şöyle diyordu mektupta: “Ben emekli oldum. Çocuk kitabı yazacağım. Ne olur bana çocuk kitabı nasıl yazılır, madde madde anlatın.” Ben de hemen bir mektup yazdım: “Sen emekliliğin tadını çıkar kardeşim, otur keyfine bak, uğraşma hiç,” dedim ona. Bir buçuk yıl sonra bu adamın kitabını vitrinlerde gördüm.

Okunamayacak kadar kötü, sırtını edebiyata yaslamamış, dili Türkçe olmayan kitaplar, çocuk kitabı adı altında satılıyor ve ne yazık ki çocukların eline veriliyor. Biz bunları kitap diye çocuğun eline veriyoruz. Bunun ci­nayetten farkı yok. Bu çocuğa bir yere kadar kitap okutursun, sonra kitaptan nefret eder.

Siz nesillerdir okunan bir yazar­sınız. Kâh öğretmenlik vesilesiyle kâh yazar olarak çocuklarla bir aradasınız yıllardır. Bu nesiller boyunca çocuk okur nasıl değişti sizce?

Bir gün Ankara’da bir söyleşiye gittim. Orada anneanne, anne, çocuk; üç okurum ile karşılaştım. Anneanne­ne okumuş, anne okumuş kitaplarımı, çocuk üçüncü sınıfta, o da okuyor. Ko­nuştukça fark ettim, dilleri de aynı, konuştukları şeyler de aynı.

Ama son kuşağın hayatında internet var şimdi. Onlar nasıl olacak bilemiyorum. “Acaba duyguyu mu yok ediyor,” diyorum. Okulda hep bilgi ve­rilir insana. Sen hiç, “Dört kere dört on altı eder,” dedikten sonra duygulanan çocuk gördün mü? “Seyhan, Cey­han, Akdeniz’e akar,” dedikten sonra duygulanır mısın? Duyguyu edebiyat yaratır, müzik yaratır, yani güzel sa­natlar yaratır. Bunu da çocuğa ne ve­rir? Çocuk her an bir resim sergisine gidemez, her an bir tiyatro oyununa gidemez. Ama her an yanında bir ki­tap bulundurabilir, açar okur. Onunla duygulanır, onunla etkilenir.

Şunun altını çizerek söylüyorum: Beş kitap okuyan çocuk şiddete bulaş­maz. İnternet kuşağı geliyor şimdi. Bü­tün kuşkum şu; internette vakit harca­yan, o şiddet oyunlarını oynayan bu çocuklar o beş kitabı okuyacaklar mı?

Biz de İyi Kitap vesilesiyle çocukları iyi kitaplarla buluşturma der­dindeyiz. Siz İyi Kitap’ı nasıl buluyorsunuz?

Evet, derginizi okuyorum. Çok be­ğeniyorum ve takdir ediyorum. İyiy­le kötüyü birbirinden ayırmak için, iyi kitapla kötü kitabı birbirinden ayır­mak için, böyle yayınlara ihtiyaç var. Dopdolu ve keyifli bir dergi olmuş. Hepinizin, emek veren herkesin elle­rine sağlık.

İyi kitapla kötü kitabı birbirin­den ayırmaktan söz ettiniz. Sizin için “iyi kitap” nedir?

Bir kez dili iyi olmalı. Dil benim için çok önemli. Ben bir gülmece ya­pıtıyla Türk Dil Kurumu ödülü al­dım. O güne kadar gülmeceyi edebi­yattan sayıyorlar mıydı, bilmiyorum. Ama o gün saydılar. Her şeyden önce dil önemli benim için. Öz Türkçe me­selesinden söz etmiyorum bakın. Ama o dili iyi kullanmak, o dilin kıvraklığı­na sahip çıkmak, her şeyi yerli yerinde kullanabilmek çok önemli.

Sonra sırtını edebiyata yaslamak. Ne yazık ki gençlik romanlarımızın çoğunda bu yok. Gençlik romanları­mızın çoğu bugün iyi değil kötü kitap. Çocuklarımıza, gençlerimize edebiyat vermeliyiz ki, onlar da düş kursunlar biraz, hayal etsinler.

*”İyi Kitap”, Nisan 2011 sayısında yayımlanmıştır.

Yorum yapın