Oya Baydar: “Hançeremi zorlayan bir çığlık doğduğunda yazanlardanım!”

Şubat 10, 2010

Oya Baydar: “Hançeremi zorlayan bir çığlık doğduğunda yazanlardanım!”

Yoğun bir politik-eylem pratiğinden sonra “edebiyat”ta karar kılmanızın bir nedeni var mı? Bu ikisi birbirinden bütünüyle ayrı mı?

Edebiyatçı olmaya karar verdiğimde yedi yaşındaydım.  Erken okuma öğrenmiştim. Gizli gizli okuduğum annemin romanlarından; -mesela Jane Eyre’i, üç ciltlik Amber’i hatırlıyorum- etkilenip çocuk aklımla yazar olmaya karar verdim. İlk romanımı yazdığımda on yedi yaşındaydım, 1958’de Hürriyet gazetesinde tefrika edildi, beni de az kalsın okuldan atıyorlardı. Sonra üç gençlik romanı daha yazdım. 1960’ların ilk yarısında üniversitede okurken sol harekete katıldım. O günlerin hareketli, umutlu, kıpır kıpır Türkiyesi’nde genç olup da devrimci hareketin dışında kalmak benim gibiler için olanaksızdı. Ben de o dalgalara attım kendimi. Daha iyi bir dünya için, savaşsız, sömürüsüz, eşitlikçi, adil bir ülke için çalışırken edebiyat geride kaldı. 1963’ten sonra, toplumsal araştırmalar, makaleler, işçi sınıfıyla, Türkiye’nin toplumsal yapısıyla ilgili kitaplar, köşe yazıları yazdım. Ama edebiyatı bütünüyle bıraktım; yarı zamanlı edebiyatçı, yarı zamanlı sosyalist olunmuyor. Ya da ben yapamadım.

Edebiyata yeniden dönüşüm 1989’da Berlin duvarının çöküşüyle oldu. Bir çeşit “Yazmasam çıldıracaktım” hali… Elveda Alyoşa edebiyata dönüş kitabıdır. Kısacası; aslıma döndüm, çocukluğumda belirlediğim yola. Sol siyaset bile olsa, siyasette vicdanımla, özgürlük anlayışımla, dünyayı, insanı kavrayışımla uyuşmayan bir şeyler vardı; kaldıramadım.

Edebiyat ve siyasetin birbiriyle uyuşmayan iki alan olduğunu düşünüyorum. Ancak bu, edebiyatçının dünyadan, toplumdan kopup fildişi kulesinde yazması anlamına hiç gelmiyor. Arkamda neredeyse 50 yıllık bir siyasal yaşam olmasaydı, bugün yazdıklarımı yazamazdım.

“Politik roman” yazdığınız söyleniyor. Bir çerçeveye oturtmamız gerekirse siz nasıl tanımlarsınız, hangi tür içine dahil edersiniz romanlarınızı? 

Politik roman yazmıyorum. İnsanın hayattaki ve toplum içindeki trajedisini anlamaya ve paylaşmaya çalışıyorum. Harp ve Sulh romanı da politiktir bu bakışa göre. Ben iyi roman-kötü roman ayrımından yanayım. Yazdıklarımı ille de bir tür içine sokmak gerekiyorsa. Dönem romanına daha yakın galiba.

Hiçbiryer’e Dönüş” romanınız için Fethi Naci, “Kahroluşun kahredici üslubu…” diyor. “Hiçbiryer’e Dönüş” kahroluşun romanı mı gerçekten de?

Anısı ışıklı olsun, sevgili Fethi Naci Hiçbiryer’e Dönüş’ü çok sevmişti. Bu roman üstüne dört yazı yazmıştı. “Kahroluşun kahredici üslubu”nu da etkileyici, yüreğe işleyici bir üslup anlamında kullandığını söylemişti. Yazdığım en iyi metin olarak değerlendirdiğim Hiçbiryer’e Dönüş bana göre hüznün romanıdır. Roman bile değildir aslında, bütünselliği olan bir yaşanmışlıklar, anılar, duygular toplamıdır.

Kayıp Söz”de iki bilim insanının evliliği, diğer romanlarınızda olduğu gibi, Türkiye’nin siyasi fonunda anlatılıyor. Evlilikte kadın kahramanın geldiği nokta ile erkeğinki çok farklı. Ömer yeni bir evlilik ve çocuk için yaşamı geri sarmayı düşünürken Elif, eşcinsel olduğunu söyleyen bir İngiliz tarafından reddediliyor, tükenen evliliğinin yerine yenisini koymayı düşünmüyor.  Bu farkı bilinçli mi vurguladınız?

Ben, iyi bir konu buldum ille de yazayım diye değil, içimde göğsümü sıkan, hançeremi zorlayan bir çığlık doğduğunda yazanlardanım. Kayıp Söz’ün ana teması dünyayı ve ülkeyi kuşatmış şiddettir. Irak savaşı günleriydi, ülkemizde de şiddet kol geziyordu. Dünya şiddetle çalkalanıyordu. O roman aslında şiddete; şiddetin her biçimine isyandı, ama çok katmanlıydı. Roman daha çok Kürt meselesi üzerinden okundu. Sizin dikkatinizi ise biri ünlü bir yazar, diğeri bilim kadını olan çiftin ilişkisi çekmiş. Yazar Ömer Eren’in Güneydoğu’ya gidişi, orada tanıdığı Kürt Jiyan’la yaşamını tümden değiştirme, eski devrimci umutlara dönme hayali biraz da metaforiktir; benim kuşağımın ruh halini yansıtır. Karısı Elif’in tükenen ilişkileri karşısındaki tavrı zamanın yıpratıcı gücüne boyun eğmek olarak kavranabilir. Hayır, bilinçli bir vurgu yok burada. Ama belki de kadınlar ilişkileri korumaya, statükoyu sürdürmeye daha yatkınlar.

Yine “Kayıp Söz”de milliyetçilerin şiddeti Norveç’in bir köyündeki yabancıyı, Deniz’i, hedef alıyor. Dünya böyle bir yer mi? Hırstan, nefretten kaçanların sığınabileceği bir köşe yok mu? 

Norveç’te uzak, küçük bir adaya sığınan Deniz’i hedef alan neo-Nazi saldırının çok daha vahşi ve kanlısı geçtiğimiz aylarda o ülkede yaşandı. Telefonlar, mail’ler aldım okurlardan, “bilici misiniz!” diye. Garip rastlantıydı gerçekten. Ama bilici olmaya gerek yok, günümüz dünyasında milliyetçilik en aşırı ve saldırgan biçimleriyle kol geziyor. Sığınacak tek yer buna karşı durmaya çalışan insanların vicdani, insani birliği.

Romanlarınız toplumsal belleksizleş(tir)meye bir karşı koyuş mu?

Evet, yazdıklarımı toplumsal belleksizliğe karşı koyma çabası olarak anlayabiliriz. Özellikle de Çöplüğün Generali romanının ana teması, “üç maymun virüsü” metaforuyla anlatmaya çalıştığım toplumsal bellek yitimidir.

Ülkemizde öykü ve roman dalında aldığınız pek çok ödülden sonra, sanırım, son olarak, İtalya’dan bir ödül geldi size. Önceki yıllarda Amin Maalouf, Tahar Ben Jelloun, Amos Oz ve Marina Nemat’a verilen bir ödül. Bu ödülden söz eder misiniz bize?

Hiçbiryer’e Dönüş İtalya’da Carical edebiyat ödülünü aldı. İtalyanca çevirisiyle tabii. Ödülün geçtiğimiz yıllarda Ben Jallun, Amos Oz, Amin Maaluf, Maria Nemat gibi yazarlara verilmiş olduğunu öğrenince sevindim doğrusu. Ödülün gerekçesinde, yerelden evrenselliğe yükselebilme niteliğine vurgu yapılıyordu. Avrupa ülkelerinden uluslararası bir jürinin bu karara, hem de açıkladıkları gibi oybirliğiyle varması önemliydi benim için.

“Kayıp Söz” Portekizceye çevrildi ve siz Eylül ayında Rio de Janerio Kitap Fuarındaydınız. Orada ilgi nasıldı sizin romanlarınıza ve Türk edebiyatına? Gözlemleriniz neler?

Kayıp Söz’e Brezilyalı edebiyat çevrelerinden ilgi olduğunu yayıncımdan öğrendim. Kitap önemli kitabevlerinin vitrinlerine çıkmış. Onlar bunu önemsiyorlar. Ama ben ne yazık ki geçen eylülde Rio’ya gidemedim. Davetli olduğum haberi çıktı gazetelerde, biliyorum. Son anda bir sağlık sorunu o uzun uçak yolculuğuna elvermedi. Sanırım önümüzdeki yıl gideceğim. Bu arada, Erguvan Kapısı da Brezilya’da yayınlanacak.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Melike Uzun (18 Aralık 2011 – edebiyathaber.net)

Yorum yapın