Melike Uzun, Rita Felski’nin “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı kitabı üzerine yazdı

Şubat 17, 2008

Melike Uzun, Rita Felski’nin “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı kitabı üzerine yazdı

Edebiyat Ne İşe Yarar sorusu  edebiyatın işe yaramayabileceği ya da en azından bazılarının bu tezi savunuyor olabileceği düşüncesini içinde bulundurmaz mı? Hatta daha da ileri gidersek bu tümcenin, edebiyat bir işe yaramaz, yargısını vurgulamak için kurulduğunu bile söyleyebiliriz. Son zamanlarda kimsenin açıkça söyleyemediği, pek çok kişinin, özellikle doğum tarihi bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasına denk gelenlerin, aklından sıkça geçirdiği gibi…  Ancak söz konusu olan İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü Rita Felski’nin, yazdığı kitaba uygun gördüğü başlıksa ki kitabın özgün adı Uses of Literature, tümcenin düşündürdüğü yargılardan çok daha ötesinden söz edildiğine emin olabiliriz.Edebiyat Ne İşe Yarar edebiyat  gereklidir, deme yolu olarak ortaya çıkmış. Edebiyatın gerekliliğini, anti-tezlere karşı geliştirdiği tezleri, kurmaca yapıtlardan verdiği örneklerle ortaya koyup savunan bir kitap bu. “Ortaya çıkansa, bu anlamda, bir gayri-manifesto: Olumsuzlamanın bir olumsuzlaması, bir hayır deme değil, evet deme edimi; kara çalma değil, müdafaa etme derdinde olan bir düşünce deneyi.” (Sy. 9)

Eleştirmen değilseniz, gazetelerin belirli günlerde verdiği, sayısı giderek artan kitap eklerinden birinde  ayrılmış bir sayfanız yoksa, size not, para, ün, kariyer olarak dönmeyecekse ne işe yarar edebiyat?  Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’de, Diriliş’te, Ann Chamberlin’in Safiye Sultan’da, Nedim Gürsel’in Boğazkesen’de, İskender Pala’nın Şah &Sultan’da, Hıfzı Topuz’un tüm romanlarında ve pek çoğunun yaptığı gibi tarihin bilinen, bilinmeyen yönlerini, değişik kişiliklerini anlatmaya mı? Biri çıkıp size sayfalarca kitabı okumak yerine Vikipedi’ye bakarak  kısa sürede çok daha fazla bilgiye ulaşabileceğini söylerse… Tanzimat’ta  Ahmet Mithat’ın içtenlikle savunduğu gibi halkı eğitmeye mi? Ya insanlar artık eğitim için ellerinde edebiyattan çok daha fazlasının bulunduğunu kanıtlarlarsa…  Şehrazat’ın yaptığı gibi kendisini öldürecek kocasını oyalamaya mı? Kimseler masalla avunmuyor artık, diyenler çıkacaktır mutlaka…  “Yoksa öykü yalnızca şaşkınlık uyandırma aracı mı?”*

Oysaki edebiyatın işlevleri tüm bu düşündüklerimizin çok ötesinde. Her ne kadar “işlev” sözcüğünü kullanmış olmak ideolojik eleştiriye kapı aralamak demekse de “Çoğumuz sanat eserlerinin estetik gücünü ihmal etmeksizin toplumsal anlamlarını hakkıyla ele almaya çabalarken, siyasi işlevselciliğin Skylla’sı ile ‘sanat sanat içindir’in Kharybdisi arasında güç bela yolumuzu bulmaya çalışmıyor muyuz?” (agy. sy.19)  İşte bu yüzden, işlev sözcüğünü kullanmaktan çekinmeden, Rita Felski’nin edebiyatın işlevini dört ana başlık altında topladığını söyleyebiliriz: Tanıma, büyülenme, bilgi ve şok.

 Edebiyatın “tanıma” işlevi, kişiyi kendi kendisine tanıtma, öteki karşısında kendi benliğini kavramaya yardımcı olmadır. Kişinin kendisini tanıması, yaşamın nesnesi haline gelmeye, kuşatan iktidar düzenlerine, verili olanın ötesine geçemeyen, aktarılan her yorumu kendi doğrusu kabul eden kitleye karşı duruşu başlatır. Kişinin kendisini tanıması bu anlamıyla muhalif, dönüştürücüdür. Son kertede, okumak, kurmaca metinleri okumak, edilgin değil; devindiren, harekete geçiren bir eylemdir. Dolayısıyla okuma eylemi toplumun kişiye dayattıklarına, herkesi birörnek yapmaya, moda rüzgarlarına karşı mücadeleyi örgütler. “Geleneksel bağlardan ve katı toplumsal hiyerarşilerden kurtulmuş bireyler, kendi hayatlarını düzenleyip ona bir amaç katmak gibi külfetli bir özgürlüğe davet edilir. Benlik kendi üstüne düşünmeye dayalı bir hal aldıkça edebiyat da kişi olmanın ne anlama geldiğini keşfetmede canalıcı bir rol üstlenmeye başlar. … Kişi aynı şeyi yapan başkalarını örnek alarak kendisi olmayı öğrenir. Genç Werther’in sancılı taşkınlıklarından Mrs. Dalloway’in hüzünlü tefekkürlerine kadar, roman öznellik temasının sonsuz tonlamaları arasında gezinir durur.” (agy.  sy.40)

Kendini, geçmişini, yaşantılarını şaşırtıcı bir biçimde kurgulanmış yapıtta bulmayı “öz-yoğunlaşma” kavramıyla tanımlıyor yazar ve bunu kendi okuma süreçleriyle örneklendiriyor. “Hilary Mantel’in An Experiment in Love (Bir Aşk Deneyi) romanına rastlayıp da aşina olanın yarattığı şokla afallamam büyük tesadüftü. Mantel’in İngiltere’nin kuzeyinde pis bir kasabada yetişip seçkinlerin gittiği bir ilköğretim okulunu kazanan Katolik bir kızı anlattığı romanda ürkütücü bir biçimde benimkine benzeyen bir öyküyle karşılaştım. …” 

Ibsen’in Hedda Gabler’i, Virginia Woolf’un Deniz Fener’i, Sophokles’in Antigone’u  “öz-yoğunlaşma” anının nasıl gerçekleştiğine ilişkin çözümlenen yapıtlardan  yalnızca birkaçı.

Tanıma,  öz-bilinç kazanma deneyimini kapsasa da basitçe kendinin farkına varmaktan çok daha fazlasını ifade eder. Bu eylem, bazen istemediğimiz yüzümüzle karşılaşmamızı, bazen farklılıklarımızın değerli ve arzu edilebilir olduğunu anlamayı, bazen önemliyle önemsizin, öznel ile toplumsalın, bilme ile kabul etmenin alt üst oluşunu sağlayabilir ya da  tüm bunlara yol açabilir. Sağlama ile yol açma arasındaki seçim,  “tanıma”nın bireyin duygu, düşünce dünyasında yarattığı gerilimde mücadele-uzlaşma ikileminden hangisinin ağır basacağına bağlıdır. Sonuçta “Tanıma beraberinde hiçbir garanti getirmez; vahiy dünyasında değil, insan eyleminin dağınık ve sıradan dünyasında vuku bulur.”(agy. sy.67)

Tanıma, ne kadar dönüştürücü bir güce sahipse büyülenme de  o kadar statükoya yatkındır. Büyülenme “yakın okuma”nın zaaflarını taşır. Bu gerçek inkar edilemez. Büyüleme nesnesini durağanlaştırır, dondurur. Okuyanın eleştirme, esere uzaktan bakma, farklı bir gözle değerlendirme olanağını ortadan kaldırır. Roman olmayan romanları okur kitlesi baş tacı ediyorsa, çoksatarların ilk sıralarına yerleştiriyorsa temel sorumludur yakın okuma.  Büyülenen birey iradesini ve analitik düşünce gücünü kaybetmiştir. Bu anlamıyla büyülenme, boyun eğişin, teslimiyetin coşkunlukla birleşmiş ruh halini tasvir eder. Bu ruh hali tuzağa düşürülmüşlüğün, tutsak edilmenin de bir ifadesidir. Ancak “Büyülenme önemlidir, zira insanların sanat eserlerine yönelmesinin bir nedeni de kendilerinin dışına çıkma, farklı bilinç durumu içine girme ihtiyacıdır. …  eleştirel bir yöntem, yahut teorik bir ideal olarak gizeminden arındırmanın sınırlarına gelip çattık mı hayatlarımızın büyüden bütünüyle arınması gerektiği yollu modern dogmadan bir kez vazgeçtik mi estetik deneyimin duygulanımsal ve insanı içine çeken, duyumsal ve somatik nitelikleriyle işte o zaman gerçek anlamda ilgilenmeye başlayabiliriz.”(agy. sy.97-98) Bu noktada büyülenmenin tanımanın başlangıcı ya da sonucu olduğu söylenebilir. Bizi içine almayan, yerimizde çakılıp kalmamızı sağlamayan bir yapıt, tanımayı sağlayabilir mi?

Büyülenme – tanıma ya da tanıma – büyülenme çizgisi  kurmaca okurlarının bilgilenme süreciyle bütünleşir. Büyülenme ve tanımayla gerçekleşen bilgilenme süreci  ansiklopedik ayrıntılardan, tarihsel, antropolojik, sosyolojik bilimsel gerçeklerden arınmıştır. Edebiyatın bilgisi, şeylerin, üstü örtülü sözlerin, iletişimde alıcıyla gönderen arasındaki kolayca anlaşılamayacak, öznenin algısında gizlenmiş iletilerin, sonuç çıkarmaların, benliğin oluşup değişmesinde dünyanın etkisinin, “derin öznelerarasılık”ın bilgisidir. Bu bilgi türüne kurmaca yapıtın kendisinden başka hiçbir yerde ulaşamayız. Ne kütüphaneler dolusu ansiklopedi, ne çekilmiş binlerce belgesel film, ne de internetteki yüzbinlerce sayfa bize “derin öznelerarasılık” bilgisini sunabilir. Bu konuda başvurabileceğimiz tek kaynak kurmaca yapıtların kendisidir.

Şok, sözünü ettiğimiz çizgiden apayrı şekillenen bir deneyimdir. Tanıma- büyülenme-bilme hem iyi işlenmiş bir yapıtın özünde kendiliğinden var olan, olmazsa olmaz bir koşul hem de dolaşıma giren kurmacaların alımlanmasındaki doğal bir sonuç olarak ortaya çıkarken; şok, çoğunlukla istenmeyen, karşı çıkılan, estetik ölçütlerinden dışlanan bir tepkidir. Her ne kadar modern edebiyat toplumun genelgeçerlerine, kültüre saldırının edebiyatı da olsa anlatılanların rahatsız ediciliği, bulantı, tiksinti, korku gibi duygulanımların ifadesi olan “şok” karşısında okuyucu da eleştirmen de kimi zaman yok sayan, kimi zaman aşağılayan bir tutum içindedir. Bu yüzden olsa gerek Rita Felski de yapıtında “şok” kavramına mesafesini korumuş, onun gerekliliğinden çok edebiyat tarihindeki örneklerini ve bu örneklere okuyucuların, eleştirmenlerin verdiği, verebileceği tepkileri anlatmakla yetinmiştir. Ancak, örnekler öylesine çarpıcı eserlerden seçilmiş ve  ayrıntılar öylesine yerli yerinde anlatılmış ki  okuyucu “şok” karşısında hangi tutumu takınacağını rahatlıkla belirleyebilir. Bakkhalar trajedisinden başlayan örneklendirme yelpazesi Heinrich von Kleist’in Penthesilea oyunu, Baudelarie’in Leş şiiri, Gayl Jones’in Eva’s Man romanı ve daha pek çoğuyla sürüyor. Yazar sonuç bölümünde tüm örneklendirmeleri için şu yargıda bulunuyor ve  kitabının pek çok başka kitap gibi eksik olduğunu söyleyerek noktalıyor düşüncelerini. “Bu bir avuç dolusu örnek bile …  geniş kapsamlı göndermelerin hakkıyla ele almadığı bu itkiler, duygulanımlar, stratejiler ve  okuma sahneleri çokluğu barındırmaktadır. … okur tepkisinin koca ipliğini kat eden tek bir lif yoktur.” ( agy. sy.166) Dolayısıyla bu tanıtım yazısı diğerleri gibi eksik. Unutulmamalı ki eksiğin kapatılması yapıtın aslının okunmasına bağlı.

*Florence Dupont, Edebiyatın Yaratılışı, Ayrıntı, İstanbul,2001, sy.249 Çev. Necmettin Sevil 

Melike Uzun – edebiyathaber.net (26 Aralık 2010)

Yorum yapın