Mektup yazmak mı dediniz?! | Feridun Andaç

Kasım 27, 2018

Mektup yazmak mı dediniz?! | Feridun Andaç

Cemal Süreya’nın dert/iş ve gönül mektuplarını biliriz de, onca yazılanlar arasından edebî yolculuğuna dair olanına pek rastlamayız. Neyi nasıl yazdığı, bunlar üzerine ne düşündüğünden çok da söz etmez.

Bunların çoğu ölümünden sonra yayımlananlar. Bir yazarın yaşarken mektuplarının yayımlanması ne kadar doğru değilse, yitiminden sonra rasgele yayımı da hiç hoş değil. Mektup yayımlanmak için yazılmaz. Eğer böyle düşünülürse tümüyle içtenliğinizi yitirirsiniz.

Bir konuşmamızda Tomris Uyar; “Cemal düzyazı yazmayı severdi, mektuplarının çokluğu biraz da bundan; ama ateş üstünde gezinir gibiydi hep, sessiz telaşlı!”

Bense başka türlü düşünürdüm: Yazarak gitmeyi, buluşmayı, dilleşmeyi sevendi Süreya!

Mektuplarının ona ulaşan yanıtlarını pek okuyamadığımıza göre, yazdıklarının çoğunun karşılıksız mektuplar olduğunu düşünmüşümdür.

Bu tür yazışmaların karşılıksız kalması biraz da bize özgü. Öyle bir mektup kültürümüzün geliştiğini söylemekse zor.

Lawrence Durrell-Henry Miller mektuplaşmalarını okuduğumda (“The Durrell-Miller Letters, 1935-1980; Ed.: Ian S. MacNiven, 1988, Faber and Faber, 528 s.) karşıma edebî dostluğun alâsı çıkmıştı. Kendi yaşamsal/yazınsal yolculuklarına dair her şeyi anlatıp konuşabilen kibirsiz bir yazışma yolu… Bu, edebiyatta çok ender rastlanan bir şey üstelik. Sakınımsız her şey orada anlamını/karşılığını buluyordu. Hayatın/yazının bir yerinden başlayıp sürdürülebiliyordu böylesi yazışmalar.

Bu yazışmalar onlara başka kapılar açtığı gibi, hayata ve yazıya bambaşka pencerelerden bakmalarını da sağlamıştı.

Bu tür mektuplar yazmak bir tür özgüvenle içtenlik gerektiren bir şey. Çünkü yazdıkça paylaşma yolunu yordamını da kurabiliyorsunuz. Bir tür yazınsal alışveriş…

Nicedir Salâh Birsel-Necati Cumalı-Samim Kocagöz mektuplaşmalarını yayıma hazırlarken karşıma çıkan ortak yanlarını düşündüm ister istemez. Onları mektupta buluşturan edebiyattı ilk adımda. Ama diğer önemli bir yan ise İzmir’e dayalı gençlik çağları ve dostlukları. Yani tek başına edebî uğraş yeterli değil yazışmaları için. Belki de ortamın dedikodusuna varan anlatmaları biraz da bundan kaynaklanıyordu! Bir yerde kalındığında yalınkat şeyler çıkabiliyor karşınıza.

Erdal Öz mektup yazmayı seven biriydi. Gençlik dönemi mektuplarının bazılarını okumuştum. Bunların bir kısmı da yayımlandı. Tek kaygı duygu paylaşımı, edebî yolculuklarının seyriydi. Ama bir başka yanı da vardı, iş/yazar mektupları. Özellikle yayıncı Oğuz Akkan ile yazışmaları kayda değer nitelikteydi.

Bir de Bilgi Yayınevi’nin kurucusu yayıncı Ahmet Tevfik Küflü’nün mektup arşivinin zengin olduğunu bilirim. Çoğu yazar-yayıncı mektuplarıdır.

Bu soy mektuplaşmalar benim de arşivimi bir hayli zenginleştirmiştir.

Zamanla yaşam/sanat algımız, edebî kaygılarımız  değişince mektup yazmaktan uzaklaştığımız gibi, yazılanlara da ilgimiz azaldı.

Yani bize bir şeyler oldu.

Buna rağmen hâlâ dostlarıma, sevdiklerime mektuplar yazan biriyimdir. Ulaşmanın, karşılaşmanın, paylaşmanın en kolay/yakın yoludur mektup benim gözümde.

Tolstoy da eşi Sofya’ya sekiz yüzü aşan mektup yazmıştır. Üstelik bunları da birer “karşılaşma” olarak nitelendirmiştir.

Evet, her mektubun bir karşılaşma olduğuna ben de inanırım. Yazdıkça bu duygunun insana iyi geldiğini de bilirim. Oturup yazmak için yazmam, her mektubun da bir itimi, duygu tınısı, düşünce aurası yazılma gerekçesi vardır elbette. Bilirim ki ortak paydası paylaşmaktır duyguları, düşünceleri…

En sonuncusunu, daha dün, iskelede yol üzerindeyken, çantamdaki not defterimi açıp bana bir nedenden dolayı küsen dostuma, onun gönlünü almak için yazdım. Hatta birkaç gün sonra gösterimi olacak “Ah Güzel İstanbul” filmini birlikte izmeye davet ettim onu.

Mektup kırgınlıkları ortadan kaldırabildiği gibi, yanlış anlamaları da düzeltebilmenin en iletken yolu.

Ama bazen bunun tersi de olabiliyor. Tanımadığınız birine bir nedenden dolayı yazıyorsunuz içtenlikle, doğrulukla. Sonrasın da olmadık algı yanılgısıyla karşılaşıyorsunuz.

Mektup komplosunun casuslar çağında kullanıldığını bilirdim de, edebî dostluk adımlarında öyle algılanabileceğini hiç  akıl edemezdim.

Gene de bu beni inanıp bildiğim, sevdiğim insanlara mektup yazmaktan alıkoyacak bir şey değil.

Yazarak giden, düşünen, hatta kurgulayan, yaşama algısını zenginleştirenler için mektup yazmak bir gereklilik bence. Onun büyük aynasından ürkmek, ya da ne bileyim kendini orada yazarken görmek yabansı gelmemeli.

Mektup bir uzlaşmadan doğmaz tam tersi bazen aykırılıklar da sizi mektup yazmaya yöneltebilir.

Hatırlayın Goethe’nin, Oscar Wilde’ın mektuplarını… Dostoyevski’nin karabasanlarını taşıyanları, Kafka’nın sızlanış ve sinikliğini içerenleri… Faulkner’ın annesine yazdıklarını… Balzac’ın  Stendhal’e yazdığı o tek ve çok anlamlı mektubu…

Yakın zamanda yayımlanan Walter Benjamin-Gershom S. Scholem “Mektuplaşmalar”ını (1932-1940) okurken  karşıma çıkan birçok gerçekten biri de Benjamin’in dile getirdikleriydi aslında:

“Sevgili Gerhard,

An itibarıyla mektup yazma konusunda hangimizin daha çalışkan olduğu şüphe götürmez derecede açık. Sıkça mektup yazarak meseleyi halledemediğimin farkındayım, çünkü yazına ihtar ve sitemlerle başlayacak olma ihtimalin elimi çabuklaştırıyor…”

Şu bir gerçek ki; çalışkan yazar mektup yazar, üşenmez, hatta kibirlenmez. Üstüne üstlük paylaşmayı sever. Bilir ki, mektup yeni yeni patikalar açar yaşama yolculuğuna.

Derim ki size de; mektup yazın ki, mektupsuz kalmayasınız.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Kasım 2018)

Yorum yapın