Márquez’in iki öyküsündeki denizden gelenler | Gamze Haklı Geray

Mayıs 18, 2020

Márquez’in iki öyküsündeki denizden gelenler | Gamze Haklı Geray

Çizer: Alp İz

Gabriel García Márquez 1981’de Paris Review dergisi ile yaptığı söyleşide, gazeteci ve romancının, gerçeği hayal gücüyle dengeleme konusunda farklı sorumluluklarının olup olmadığı sorusu ile karşılaşır. Gazetecilikte yanlış olan tek bir gerçeğin tüm bir çalışmayı etkilediğinden, buna karşılık, kurguda doğru olan gerçeğin tüm çalışmayı geçerli kıldığından bahsederek soruya yanıt verir. Bir romancının insanlar inandığı sürece istediği her şeyi yapabildiğini söyler.

Márquez’in anlatılarındaki gerçeküstü gibi görünen unsurları algıladığımız şekliyle rahatlıkla kabul edebiliriz. Hem “Kocaman Kanatlı Çok Yaşlı Bir Adam” hem de “Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı” öykülerini taçlandıran büyülü gerçekçilikten bolca yararlanır. Her iki öyküde de sahile vuran erkeklerin, onları bulanlar tarafından nasıl algılandıkları betimlenir. Kumsaldaki kanatlı yaşlı adam ve boğulan diğer adam arasındaki ilk benzerlik onların garip görünüşleridir. Gabriel García Márquez iki karaktere destansı özellikleri ustalıkla atfeder, ortak kavramlara gönderme yapar ve onları arketiplere dönüştüren kafkaesk metaforlara başvurur.

Kocaman  Kanatlı Çok Yaşlı Bir Adam

Bu öykü insanın zayıf, bağımlı ve farklı olanlara verdiği tepkileri incelikle dile getirir. Fırtınada kaybolmuş  kıyıya vuran bir denizciye benzeyen yaşlı adamın kanatlarının ne anlama geldiğini kendimize sorabiliriz. Kanatlar, gücü, hızı ve sınırsız hareket edebilme özgürlüğünü anlatır. Melekler genellikle güzel kanatlı figürler olarak temsil edilirken, Márquez bu tür dinsel sembolizmden kaçınır. İronik olarak, “melek” in kanatları kirli ve parçalanmış olsalar da meraklıların ilgisini çekecek kadar büyülüdürler. Çarpıcı bir acımasızlığın sinesine adeta sıkışmış olan şefkat anlarına tanıklık ederiz. Yaşlı adamı tavuklarla birlikte kümese kapatsalar da o, sonunda evin bir parçası olur. Hatta görmeye gelenlerden alınan giriş ücreti ile aileye yeni bir gelir eklenir.  Eziyetin kolektif bir sembole dönüşme metaforuna, Hasan Ali Toptaş’ın Beni Kör Kuyularda romanındaki Güldiyar’ın, gözlerinden dökülen taşlarla değişen kader öyküsünde de rastlayabiliriz.

Yaşlı adam sayesinde evlerine giren gelir Pelayo ve Elisenda’ya yeni bir ev, yeni bir iş ve nasıl harcayacaklarını bilmediklerinden daha fazla para kaynağı getirir.  Öte yandan öyküde yer alan örümcek kadın karakteri, insanların kendi inançlarına yönelik kararsızlıklarını temsil eder.

Meleğin varlığından haberdar olan yüzlerce köylü Pelayo’nun evine akın etse de, yaşlı adamın itibarı aslında sadece küçük “teselli mucizeleri” gerçekleştirebildiğini kanıtladığında azalır.

Seyircilerin dikkati bunun yerine, onun varlığı ve amacının belirsizliğiyle keskin bir karşıtlık oluşturan örümcek kadına yönelir. Bu, kasaba halkının, tanıdık olanı, kendilerini yanında rahat hissettikleri (örümcek) kadını, gizemli ve anlaşılmaz olana (melek) tercih ettiğini göstermektedir. Aile, yaşlı adamın evden uçup gitmesiyle derin bir nefes alır.

Boğulanların İçinde En Yakışıklısı

İkinci öyküdeki boğulmuş adam, izleyicilerin görmek istediği her şeyi şekillendirdiği izlenimini vermektedir. Onu bulan çocuklar önce bir düşman gemisi olduğunu düşünseler de, direkleri olmadığı için gemi olamayacağını anladıklarında, boğulan adamı bir balinaya benzetirler. Boğulmuş bir erkek olduğunu farkettikten sonra bile ona adeta bir oyuncak gibi davranırlar, çünkü olmasını istedikleri ve gözlerinde canlandırdıkları şey budur. Öyküde, acımasızlık ve merhamet duyguları yine bir arada yer alır. İlk başta köyün kadınları, köyün erkeklerine benzemeyen, hayallerindeki iri yarı muazzam erkeğe rastlamanın huşusu içindedirler. Ölü olan o efsanevi yabancı tarafından verilebilecek ulaşılmaz mutluluğu hayal ederler. Zihinlerindeki dönüşüm, koca bedeninin ona yaşamında, hem fiziksel hem de sosyal olarak nasıl korkunç bir sorumluluk ve yük getirmiş olabileceğini düşünmeye başladıklarında gerçekleşir. Adamı savunmasız olarak görüp korumak isterler. Korkularının yerini sevecenlik ve sahiplenme duygusu alır. Bu duygu, köylülerin aktif bir rol üstlenmelerine neden olacak, kendi hayatlarını değiştirebilme gücünü de onlara hissettirecektir. Çiçekler, yaşamlarını düzenlemede olası kendi etki alanlarının sembolü haline gelir.

Vücudu temizlemek, giysiler dikmek, ölü bedeni taşımak ve ayrıntılı bir cenaze töreni düzenlemek eylemleri, mitsel ritüellere de gönderme yapar.

Kasaba halkının boğulan adamı algılama biçimi öykü boyunca değişime uğrar. Márquez, büyük ustalıkla sürekli dönüşen bir hikâye yaratmanın insanlarda merhamet duygusunu uyandırabileceğini vurgular. Bir bakıma, anlatının kendisi, onu okuma eyleminin okurda yarattığı duygulara aracı olur. Bu bağlamda Márquez bize nasıl hikâye anlatacağımızı da dolaylı olarak öğretir.

Öykünün sonunda boğulan adam tüm köy tarafından çok sevilir ve benimsenir. Şefkat ve merhamet duygusunun çiçeklenmesi, kasaba halkına farklı olanakların tomurcuklanmasının da mümkün olabileceğini gösteren bir metafora dönüşür.

Sonuçta her iki öyküde de güzellik kavramının, bakanın gözlerinde olduğunu yeniden farketmez miyiz?

Çocukluğu boyunca Gabriel García Márquez’in büyükannesi onu sayısız efsane, halk hikâyesi, batıl inançlarla ilgili anlatılarla beslemiştir. Gerçeğin ve fantezinin bu şekilde karışması, belki de Márquez’in çalışmalarında gerçekliği farklı boyutlarda kullanmasının bir nedenidir.

Kaynak

The Paris Review Gabriel Garcia Marquez The Art of Fiction No. 69 Winter 1981 Issue 82

Gamze Haklı Geray – edebiyathaber.net (18 Mayıs 2020)

Yorum yapın