Kondor’un gölgesinde… | Esra Ertan

Ağustos 2, 2013

Kondor’un gölgesinde… | Esra Ertan

İnsan kendini ararken yoluna çıkan,,, yaban,,, yolunu tıkayan,,, korkudan…”

Kış’ı, yaşama ve onun yalnızlaştırıcı korkularına karşı tutunup kaldığım kelimeleri ile sarsılarak, kendi kuytularıma uğrayarak ve anlamak diye bir şeyin olabileceğine inanarak geçirdim. Ardından suskun baharın veda ettiği dimdik Haziran’ı. Leylâ Erbil ile yaşamak… Onunla daha önce “şiirli kent”in hiçbir sokağında ya da denize inen yokuşunda karşılaşmamış olsam da aynı güneşin altında bir pencereden aynı şeye bakıyor olabileceğimizi düşündüm hep. Dahası uzanabileceğim kadar yakın bir mesafede…

Onu anlayabilmenin ve içinde Leylâ Erbil olan bir şeyin kapağını aralamanın gayretiyle, koşup koşup sayfalarına sarıldığım Karanlığın Günü adlı romanına gömülüp koydum masaya.

Bir koltukta ön düşünceleriyle, balkon kapısı kapanmasın diye sağ ayağını ayar yapan ses, biz okuyucuya o balkon’dan görebildiklerimize nasıl bakacağımızı “cam” metaforu ile müjdeler:

Cam ne kadar da kirli! Yılların isi-pası katmanlaşmış üzerinde,,, cam değil, toprak ayna,,, temizleyemiyorum onu: eklem yerleri annemin kımıldamıyor,,, silemiyorum. Zamanla kalınlaştı cam,,, üzerine düşeni zapt etti,,, sakladı,,, biriktirdi,,, bir gün ola ki dışarıyı almaz olacak,,, yok edecek her şeyi,,, silecek geçmişini, şimdiyi, geleceği;sinsi bir tarihçi gibi,,, başkalaştıracak kendini, belleksizleştirip asılsızlaştıracak.” (s. 9)

Neslihan, metnin tamamında iç sesiyle sırlarını ve itiraflarını köşe başlarına dikecek olan kadın kahraman –bir anne, bir eş, bir sevgili, bir evlat ve bir yazardır- izleğini bugüne, geçmişe ve geleceğe yayarak “cam”laşan belleğinin uğradığı dönüşümlerin ağırlığıyla yorulan ve başkalaşan sözgelimi bir güvercin olan varoluşuna atıfta bulunur.

Toplumsal demans’ın ilmek ilmek örüldüğü 80’li yılların, içine korku ekilmiş karanlık topraklarında metnin anlatıcısı durumunda olan Neslihan, biz okuyucuyu iki kapalı mekânın baskınlığıyla kuşatarak o yılların kolektif ruhta yarattığı kapanmaz boşluğu sarsıcı üslûpla anlatır. Bir gece arkadaşları Celil ve Yıldız çiftinin evinde gerçekleştirilen yemekli toplantıdayken, kendimizi Neslihan’ın demans’a yakalanmış annesini yatırdıkları bakımevinin altı yataklı odasında buluruz. Bu öyle bir dönemdir ki aynı zamanda hırs ve ihtirasların yağmalandığı, bunun müstehcen bir biçimde teşvik edildiği egemen düzenin yapısı da söz konusudur.

Neslihan –kocası Sadrettin bu toplantılara katılmaz- Celil, Yıldız, İkbal, Asiye, Melih, Azade, Faruk, Necdet, Emin, Turhan, Vedat birbirine dayanamayan ancak bir arada olmaktan da vazgeçmeyen devrimci aydınlar topluluğudur. Dostlukları çeşitli badirelerle sınanmış, gönül birliğiyle itina edilecek ideallerinin peşinden koşmuş ancak biraz şaşkın biraz çocuk kalmış nihayetinde içi çekilmiş söylemlere tutsak bir unutkanlık hastalığından muzdarip aydınlardır. Neslihan koca paslı bir iğneyi bu güruha batırmaktan çekinmez: “Biz gazetelerde dergilerde yazmamıza, Allahın günü sergiler açıp oturumlar düzenlememize, sosyal yaşantımızda önemli roller aldığımızı sanmamıza karşın- bu sanı pek öyle yanlış da sayılmazdı- geleceğe ait hiçbir belirleyici katkımız olmadığını, olamayacağını da bilmemize karşın bize verilmiş bir görevi- bu görevi bize kimin verdiğini bilmeden, adının tarihi sorumluluk olduğunu sandığımız bu görevi- oynamaya böylece başlardık.” (s. 41)

80’li yılları çomağıyla içini karıp eşelemekten çekinmeyen Leylâ Erbil, Türk aydın’ı üzerinden ortalama ilericiliği ile erkeğin de sert esintideki “duruş” unu temize çeker. Neslihan bir dönem birlikte olduğu Yıldız’ın kocası Celil’den bahsederken onun suretinde Sadrettin’i, Emin’i, Necdet’i, Turhan’ı ve diğerlerini de şeffaflaştırır. Celil ile olan beraberliklerinde onun görselliğinden dem vurur. İlişkileri sırasında durmadan aynadaki yansımasını izlemesi ve erilliğini performatif bir gösteriye dönüştürmesi ötekine karşı –Sadrettin ya da başka bir erkek- ölçülebilir bir iktidar alanı yaratırken Celil’in Neslihan’ı da –ilişkinin sınırları ne olursa olsun- araçlaştırdığına tanık oluruz. Oysaki Neslihan bu beraberlikte –ve diğerlerinde- iktidarın kendisi ile ilgilenmez. O sebep Celil’i bu haliyle bir karikatüre dönüştürür. Öte yandan bir yazar olarak kadının görünürlüğü meselesi metnin damarlarına sızmış ve genişleyerek kendini göstermiştir Erbil’in kaleminde. “Kadın yazar” tanımlamasını, sanki böyle bir etiket gerçekte var olmuş gibi kabullendiğinden değil ancak bu tartışmalar durmadan kadınlık rollerini yeniden ürettiğinden Neslihan’ın bu sıkıntısını sesleştirir ve okuyucuya gösterir.  Bir otelde geceyi ayrı odalarda geçirdikleri Necdet ile telefonda kimin oda ücretlerini ödeyeceğine karar verirken aralarında şu konuşma geçer. “Ayıp ettin be kızım, biz feodaliteyi temsil ediyoruz! Para ne ki! Param çok hem, yayınevi yılda bir milyona yakın para veriyor bana!”

“Sahi mi diyorsun! Vay canına, ben daha on yılda bu kadar alamadım be!”

“Eee ne yapalım toplum bizi tutuyor…”

“Biliyorum, biliyorum üzülme sen benim için! Ben kendim için değil bu toplum için üzülüyorum ; hâlâ senin gibileri tutuyor adamlar!”

“Senin buna sevinmek gerek! Demek ki sıra sana da gelecek; bizden okumayı öğrenecekler sonra seni okuyacaklar, anlıyor musun, yani önce ortaokul bitecek, sonra liseye, üniversiteye sıra gelecek” (s.117)

Neslihan içten olmayan bir tevazu ile Necdet’in, gönlünü almaya çalıştığının farkındadır. Yine de alış verişini yapıp, çocukları okula gönderip, annesini ziyarete gidip, eylem ve yürüyüşlere katılıp romanını bitirmek ister. Kocası Sadrettin, romanını bir türlü tamamlayamamasından dert yanıp, genel müdürü Abdullah Bey’in de onu izlediğini ve “hanımın çok yetenekli, yeni kitabı yok mu?” deyip merak ettiğini söylediğinde, Neslihan’ın kendi olarak var olma gayesine uzaklardan Zenime’nin* de sesi karışır: “Abdullah bey’den, onun yargılarından bana ne? Satmasından bana ne? Ben, beni yedi kişi anlasın istiyorum, yedi kişi yeter bana!.. Neden çok satmalıymışm yani?”

Karanlığın Günü’nde yazan tek kadın Neslihan değildir. Türlü zorluklardan gelmiş İkbal ve Asiye de şairdirler. Leylâ Erbil özellikle Asiye’nin geçmiş yaşamını şiirsel bir anlatıya, bir masal’a dönüştürür. O, metinde durmadan ön safta olan, geride kalan kolektif bilinçdışının bedenselleşmiş ve “proje”lendirilmiş dışavurumudur. Gerek İkbal gerekse Asiye yaşamları boyunca taşıdıkları acı tecrübeleri ve incinmişlikleri ile mağduriyetlerini ikincil bir kazanca çevirmesini bilmişler bunu yaparken de geri gelmeyecek çocukluğun masumiyetini de yitirmişlerdir. Sözü araçlaştırıp, onun üzerinde tahakküm kuran İkbal ve Asiye giderek eril söylemin içine hapsolarak mevcudiyetlerine onun üzerinden bir değer biçmişlerdir. Bu nokta da şunu söyleyebiliriz. Leylâ Erbil tam da İkbal ve Asiye karakterleri ile ikiyüzlülüğe, çıkarcılığa ve yalana karşı durarak, kalemini sözde yıldızların parlaklığına saplayıp açığa çıkarır…

Karanlığın günü doludizgin yaşanırken batıya saplanıp doğu’dan, doğu’ya saplanıp batıdan çıkan fikri karışık nesil, tatmin edici derinliğe erişemeden bir de etkilenme kaygısı ile metin boyunca geçmiş tarih ile gelecek arasında arızalı bağlantılar kurarak bu endişelerini dillendirirler. Bir zamanlar kaybettikleri baba figürünün yarattığı eksikliği “levi strauss” pantolona, fabrikalara, eve atılan genç kadınlara ikame ettirirler…

Leylâ Erbil bahsettiğimiz bu fikri karışık nesle karşı –belki de- bir öneri olarak Zehra hala’yı sunar. O tasavvufun çileci yollarında nefsini eğitmekle meşgul iken Neslihan’a da iman ve sosyalizm arasında uzanabilecek köprünün işaretlerini gösterir. İsâr’dan söz açar. “Komşunu kendinde olanla imrendirmeyeceksin” “başkalarının menfaatini kendininkilerden üstün tutacaksın.” (s.52) Yine Zehra halası Hazreti Peygamberin bir cihatta elde edilen ganimeti, kendilerinin ihtiyacı olduğu halde o sırada oraya göçen muhacirlere nasıl bölüştürdüğünü anlatır…

Öte yandan dünya’yı kuşatmış olan acımasızlığa, haksızlığa, yalan ve ikiyüzlülüğe karşı önce kendini, kendi ile beraber dünya’yı dönüştürebilmeyi, günah ve suçluluklarını taşımayı öğrenirken gerçeğin, sadece gerçeğin peşinden gidileceğine inanır Neslihan. Bu ideal ile kızı Bilge’yi yetiştirir. Ancak Bilge annesinin ideali ile özdeşleşirken kendi kalabilmeyi başaramaz. Bir başınalığa yaktığı ağıtı yaşar. Annesine şöyle der: “Ah sen! Beni hiç kendime bırakmadın, hep korudun, bir gerçeği kendi kendime keşfetmemi bile engelledin, yaşama hep senin gözlerinle bakmamı istedin, neden hep korudun beni?…” (s.278) Bunun üzerine Neslihan asıl olanın gerçek olduğunu söyler. Bilge buna karşı çıkar:

“Karıştırma! hayır! gerçekleri falan karıştırma, arkadaşlarım olsun istiyorum; onlar gibi dönek, alçak olmak istiyorum; yalnız kalmak istemiyorum, yalnız başına dolaşan dürüst bir budala olmak istemiyorum, gerçeğin verdiği güçle donanmış akıllı bir kızı ben ne yapayım! Kimse istemiyor o kızı! Sen bana güçlü olan gerçektir, sensin diyorsun, püf! ben yapayalnızım, bu yaşta yapayalnızım ve ağlıyorum, neye yarar benim doğruluğum, böyle bir dünyada ha, anne?..” (s. 278-279)

Leylâ Erbil, metnin en buruk, en kederli anlatımını Neslihan’ın artık amnezi’ye uğramış annesini ziyaret ettiği bakımevinde gerçekleştirir. Bu yer Süslü İzzet Paşa adlı birinin hibe ettiği eski bir konaktır. Neslihan ve annesi arasında geçen konuşmalar bereketini kaybeder, altı numaralı oda giderek daralır, kelimelerin de yitimiyle boğucu bir çalkalanmayla sızıya dönüşür. İsimler, anılar, eşyalar zihnin anaforlarında kırılarak etrafa saçılır. Her şey giderek azalır.

Dışarıda da bir toplumun hafızasının kanatları kırılmaktadır…

Leylâ Erbil, Kondor’un gölgesinde onun sahte serinliğine aldanmamanın, dışımızda kalan dünya’nın ortak söylemlerine kulaklarımızı tıkayarak mümkün olacağını, “kendi”miz olma ayrıcalığıyla “sözü bulacağımızı, sözü değiştireceğimizi, tüm insanlığın soluğu” olabileceğimizi müjdeliyor.

Ve Şiirli Kentin aydınlığına, karanlığına, boşluğuna uçan güvercinler…

* Zenime, Leylâ Erbil’in “Cüce” adlı kitabının kadın kahramanı.

Esra Ertan – edebiyathaber.net (2 Ağustos 2013)

Tüm Yazıları>>>

Yorum yapın