Kısa öykünün uzun soluğu: Jorge Luis Borges | Özlem Narin Yılmaz

Eylül 11, 2017

Kısa öykünün uzun soluğu: Jorge Luis Borges | Özlem Narin Yılmaz

Borges, büyükannesi Guillermo’nun hikâyeleriyle büyümüş. Büyükannesinin hikâye anlatırken başvurduğu kuru İngiliz nüktedanlığının, kendi özlü yazım tarzının temellerini oluşturduğunu söylüyor.

Borges’in öyküleri, okuyucuyu ilk cümleden itibaren samimi bir anlatıcılıkla karşılıyor. Sanki yetmişli yaşlardaki sevimli bir ihtiyar hemen karşınızda oturuyor ve duyduğu ya da duyduğunu sandığı şeyleri anlatıyor. Bir kitabı okuduğunuz duygusuna kapıldığınızda sıkılırsınız, ama dinlediğinizi düşünmek rahatlatıcı bir duygudur. Çocukluktan itibaren onda yer eden ‘anlatım’ geleneği öykülerinde rahat ve akıcı bir dil olarak çıkıyor karşımıza. Onun için önemli olan, kurguladığı şeyi en yalın biçimde okuyucuya aktarmak. Anlatımını allayıp pullamak gereğini duymadı. O bir ‘çağdaş masal anlatıcısı’ydı. Duyduklarını aktarmak en önemli göreviydi ama yine de tüm bunlar onun bir ‘dil büyücüsü’ olmasına engel değildi.

Yazarın tek çocukluk arkadaşı kız kardeşi Norah’tır. Birlikte, kitaplardan türetilmiş bir sürü hayali oyun arkadaşı edinirler. Tek oyun mekânları labirentimsi bir kitaplık ve demir parmaklıklarla çevrili bir bahçedir. Labirentimsi kitaplıklar yazarın yapıtlarında imgesel bir biçimde sık sık çıkar karşımıza.

Borges, bir yazar için şanslı sayılabilecek bir çocukluk geçirmiştir. Büyükannesinin araladığı sandıktan taşan imgeler yer etmiştir zihninde. Bir yazar için bulunamayacak bir hazine… Ayrıca İspanyolca’yı ve İngilizce’yi küçük yaşta aynı anda öğrenmiştir. Bunların iki ayrı dil olduğunu çok sonraları ayırt ettiğini söyler. Ondan, küçük yaştan itibaren yazar olması beklenir. Baba Jorge Guillermo anarşist düşünceye yatkın bir avukattır. Ve evde herkesin en çok zaman geçirdiği yer kütüphanedir. Borges bu beklentiyi boşa çıkarmaz ve altı yaşındayken Cervantes’ten esinlendiği hikâyeler yazmaya başlar. Dokuz yaşında Oscar Wilde’nin Mutlu Prensini İspanyolcaya çevirir. Yazarlık dehasının ilk pırıltılarını daha o zamandan yaymaya başlamıştır. 

Adım adım gelen karanlık 

Borges, babasından yazarlık altyapısını oluşturan zengin bir birikimi devralmaz yalnızca, adım adım gelen körlüğünü de devralır. Bu, bir babanın oğluna bırakabileceği en kötü mirastır.

Baba Borges, göz tedavileri için ailesiyle birlikte sık sık Avrupa’ya gider. O yıllarda çocuk yaştaki Borges de ileri derecede miyoptur ve miyopluğu sürekli artmaktadır. ‘Öteki’ adlı fantastik öyküsünde genç ve yaşlı Borges’leri buluşturur. Bu bir anlamda Borges’in kendi hayatına tuttuğu bir aynadır. Yaşlı Borges ‘öteki’ne şöyle der; “…benim yaşıma geldiğinde gözlerin hemen hemen hiç görmeyecek. Sarı rengi, gölgeleri ve ışıkları seçeceksin, aldırma. Adım adım gelen körlük o kadar acıklı değil. Ağır ağır gelen bir yaz akşamı gibi…”(1)

Borges 1955 yılında, 56 yaşındayken görme yetisini tamamen yitirir. Bunu “gecenin ağır ağır inişi yarım yüzyıldan fazla sürdü” diye tanımlar. Yarım yüzyılın sonunda artık okuyamayacağını ve yazamayacağını anlamıştır. Tam da bu sırada ulusal kitaplık müdürü olarak atanır. Kütüphane dokuz yüz bin kitabın bulunduğu devasa bir yapıdır. Borges bununla ilgili şunları söyler; “…cenneti her zaman bir kitaplık olarak düşlemiştim. Oysa herkes cenneti bir bahçe ya da saray olarak düşler. Dokuz yüz bin kitabın tam ortasındaydım, kitapların kapaklarını ve sırtlarını bile doğru dürüst göremiyordum. Oturdum, ‘Armağanlar’ şiirini yazdım;

Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın

bu lütfundan yüce tanrının,

bana ilahi bir şaka yaptı

 kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı…”(2)

Borges görme yetisini yitirişine pek öyle sanıldığı gibi içerlemez, hatta körlüğün de üstünlükleri olduğunu düşünür.Karanlığa Övgü’ adlı kitabını yazışını körlüğüne borçlu olduğunu söyler.

Yazarı bulan öykü 

Edebiyatın belki de en güzel yanı sınırları olmayışıdır. Hayallerin sihirli kanatları değil midir sınırlı mekânlara sıkışmış insanı mekânların ötesine taşıyan. Okuyucuyu, içinde bulunulan zamanın ve mekânın ötesine taşıyan edebi eserlerin yazılma serüveni ilgi çekicidir. Her yazar için farklılık gösteren bu serüven bir anlamda Edebiyatın var oluş serüvenidir. Dış dünyanın yazarda yarattığı iç titreşimlerin, düş gücünün seçici imbiğinden süzülüp kâğıda dökülmesinin serüveni. Borges bu serüveni şöyle anlatır; “…Bana ilginç gelen bir hikâye dinlediğimde arkadaşlarıma aktarırım. Sonra da her nedense onu yazmam gerektiğine inanırım. Yıllar sonra ama. Bugün bana bir hikâye anlatsanız beş ya da on yıldan önce yayınlanmayacaktır. Ben oturup beklemek ve o an gelip çattığında duyargalarımı sonuna kadar açıp onu değiştirmeden ve bozmadan algılamak zorundayımdır…”(3)

Borges, duyduğu bir olayı beş on yıl beklettikten sonra öyküleştirmektedir. Bu süre içinde zihninin bir köşesinde sabırla bekleyen taslaklar kâğıda döküldüklerinde artık yeterince olgunlaşmışlardır. Bundan sonrası Borges’i ilgilendirmemektedir. “…bir kitabım yayınlandığında, dostlarım bana ondan bahsetmemeyi bilirler. İyi ya da kötü, haklı ya da haksız, eleştirilerden hiç haberim olmaz. Kitabın satışından da. Bu kitapevini ve yayıncıları ilgilendirir. Yazarı asla!…”

Bir öykünün nasıl anlatıldığı kadar neyi anlattığı da önemli. Bu her yazarın ana sorunlarından biri. En büyük yanılsama ise, ‘uzaklarda’ anlatılacak çok fazla şeyin olduğuna inanmak. Borges de uzun yıllar bu yanılgıyı yaşadı. Yaşadığı Buenos Aires’un Palormo’sunu hep yapıtlarından uzak tuttu. Fakat son ürünlerine doğru öz kaynağına döndü. Alef ve Doktor Brodie’nin Raporu adlı yapıtları Palermo’daki deneyimlerine dayanmaktadır. İlk yazılarının çoğunda önemli yer tutan labirentler, aynalar, zamana ve belleğe dair felsefi kurgulardan vazgeçip yaşadığı yere, kabadayıların serserilerin ve sıradan insanların yaşadığı Palermo’ya çevirir bakışlarını.

İyi bir gözlemci oluşu, yalın kurguları sayesinde başyapıtlar oluşturur. Yapıtlarında Arjantin’e özgü tipik gauço –çiftlik ırgatı- kişiliğini çok başarılı bir biçimde işler ‘Düellonun Sonu’ adlı öyküsü bunun en güzel örneklerinden. Gauçolar silaha ve kavgaya düşkün basit insanlardır ve Borges, hiçbir şey eklemeden, hiçbir şey eksiltmeden oldukları gibi anlatır onları. Çünkü gauçolar o halleriyle özgün kişiliklerdir, allayıp pullamaya gerek yoktur. Borges, ‘The Puple Land Üzerine’ adlı denemesinde; “…gaucho az konuşur, gaucho belleğin karmaşık güzellikleri, içe bakış nedir bilmez, bilse de aşağılar. Gaucho’yu yaşamıyla ilgili anlatacak bir öyküsü varmış, coşkulu biriymiş gibi tanıtmak onu biçimsizleştirmek olur…”(4) diyerek, gauchoları oldukları gibi tanımlıyor. Olmaları gerektikleri gibi değil.

Yazar yapıtlarında edebi bir dilden çok yalın, anlatım dilini seçmiştir. “…gerek barok bir biçemin doğasında bulunan şaşırtıcı öğelerden, gerek önceden kestirilemeyen bir sona yönelen şaşırtılardan vazgeçtim ben. Kısacası, bir beklentiyi doyurmayı, vurucu bir sarsıntı yaratmaya yeğledim…”(5) yazar her ne kadar vurucu sarsıntılar yaratmak amacında olmasa da öykülerinde bunu görmek mümkün. Birdenbire ve nereden geldiğini çözemediğiniz şaşırtıcı sonlar değil belki bunlar ama öykünün tamamına yedirilmiş şaşırtıcı öğeler yadsınamaz. Bu da yazarın konularını belirlemedeki ustalığından kaynaklanıyor olsa gerek. ‘Düellonun Sonu’ öyküsündeki Cardoso ve Silviera’nın birbirlerine olan düşmanlıklarının vardığı sonuç dehşet verici. “…Birinden nefret ettiğinizde hep onu düşünürsünüz, bu anlamda onun kölesi olursunuz…”(6) diyerek açıklıyor Borges bu nefreti. Karşısındakini yenmek pahasına, boğazları kesildikten sonra yarışmayı kabul edecek kadar nefret ediyor birbirinden Cordosa ve Silviera. Öykü şöyle bitiyor; “Adamların gırtlaklarından kan fışkırıyordu. Birkaç adım koştuktan sonra yere kapaklandılar. Cordoso düşerken kollarını açtı. Belki asla bilincinde değildi ama o kazanmıştı.” (7)

Yazı ve siyaset

Yazının siyasetle olan ilişkisi hep tartışılan bir konu olmuştur. Yazarı ve yapıtlarını, yazıldığı dönemin sosyal ve siyasal koşullarından ayırıp başka bir tarafa koyamayız elbette. ‘Düello’nun Sonu’ öyküsündeki Cordosa ve Silviera siyasetten uzak basit kişiliklerdi. Öyle ki, katıldıkları savaşın ne için yapıldığından bile habersizlerdi.

Savaş, iktidardaki kızıllarla, muhalif beyazlar arasında yaşanıyordu. Gauço milislerinden oluşan müfrezenin komutanının, kahvedeki köylülere ülkenin onlara gereksinim duyduğunu söylemesi, Cordosa ve Silviera’nın savaşa katılması için yeterli olmuştu. Ne için savaşacaklarını bile bilmeden kendilerini savaşın içinde bulurlar.

Borges onları siyasetten ve sorgulamaktan uzak basit köylüler olarak kurguladı. Aksini düşünelim. Kahramanlar ateşli siyasi taraftarlar olsaydı, Borges Onlara siyasi söylevler çektirseydi, dehşet sona gelindiğinde bu kadar etkileyici olur muydu? Hayır. Çünkü Gauço kişiliğini çok iyi tahlil eden Borges, onların siyasette taraf olmaktan uzak basit köylüler olduğunu çok iyi biliyordu. Ve bu yüzden iki kahramanı siyasetten olabildiğince uzak tuttu.

Borges yazarın çağına karşı görevi konusunda çok netti; “…bir yazarın görevi yazar olmaktır. İyi bir yazarsa görevini yerine getiriyordur. Dahası, ben kendi düşüncelerimi yüzeysel bulurum. Sözgelimi tutucuyum, Koministlerden de Nazilerden de, Yahudi düşmanlarından da nefret ederim. Gelgelelim bu görüşlerimin yazılarıma sızmasına izin vermem. Genellikle düşüncelerimi su geçirmez bölmelerde tutmak isterim. Öykülerime karışmak istemem. Ben kurmaca yazıyorum, mesel değil…”(8) Yazar öykü kahramanlarını her ne kadar dönemin siyasetinden uzak tutmaya çalışsa da, örneğin beyazlarla kızıllar arasındaki savaşı konu almıştır. Çünkü öykü, savaş sırasında geçmektedir. Bu da gösteriyor ki, yazar yaşadığı dönemin siyasi olaylarını tamamıyla edebiyatının dışına atamaz. Kahramanlarını nasıl yaratacağı, sadece edebiyatçının kaleminin ucuyla, düşlerinin buluştuğu zamanın mahremindedir.

“…klasik kitap ille de şu ya da bu değerleri olan kitap değildir; kuşaklar boyunca kişilerin farklı nedenlerle büyük bir aşk ve şevkle ve gizemli bir bağlılıkla okudukları bir kitaptır…”(9) Borges bunları söylerken yapıtlarının klasikleşeceğinin bilincinde miydi bilemiyoruz ama yapıtlarının, okuyucunun belleğinde döllenen taşlar* gibi çoğalan imgeler bırakacak birer klasik olduğu kuşku götürmez bir gerçek.

* Mavi Kaplanlar (10) isimli öyküde geçen, sürekli çoğalan, bir türlü sayılamayan taşlar.

KAYNAKÇA:

  1. Kum Kitabı-J. L. Borges Çeviren:Yıldız Ersoy Canpolat İletişim Yayınları
  2. Yedi Gece-J. L. Borges Çeviren: Celal Üster- Can Yayınları
  3. Borges ve Yazma Üzerine, Derleyenler: N. Thomas Gı Gıovannı-Danıel Halpern-Frank Macshane Çeviren: Tomris Uyar-İletişim Yayınları
  4. Öteki Soruşturmalar-J. L. Borges Çevirenler: Peral Beyaz Charum-Türker Armaner-İletişim Yayınları
  5. Borges ve Yazma Üzerine, Derleyenler: N. Thomas Gı Gıovannı-Danıel Halpern-Frank Macshane Çeviren: Tomris Uyar-İletişim Yayınları
  6. Borges ve Yazma Üzerine, Derleyenler: N. Thomas Gı Gıovannı-Danıel Halpern-Frank Macshane Çeviren: Tomris Uyar-İletişim Yayınları
  7. Brodie Raporu- J. L. Borges , Çeviren: Yıldız Ersoy Canpolat-İletişim Yayınları
  8. Borges ve Yazma Üzerine, Derleyenler: Thomas Gı Gıovannı-Danıel Halpern-Frank Macshane Çeviren: Tomris Uyar-İletişim Yayınları
  9. Öteki Soruşturmalar-J. L. Borges Çevirenler: Peral Beyaz Charum-Türker Armaner-İletişim Yayınları
  10. Dantevari Denemeler & Shakespeare’in Belleği – J. L. Borges Çeviren: Peral Beyaz Charum – İletişim Yayınları

Özlem Narin Yılmazedebiyathaber.net (11 Eylül 2017)

Yorum yapın