Kırık bir aşk hikayesi: Toza Sor | Can Öktemer

Nisan 23, 2018

Kırık bir aşk hikayesi: Toza Sor | Can Öktemer

Charles Bukowski, henüz ünlü bir yazar olmadan önce Los Angeles Halk Kütüphanesi’nde raflar arasında kendisine uygun bir kitap arar. Kütüphanede modern edebiyattan, klasik edebiyata bir sürü farklı türde kitap okur ama hiç birinden memnun olmaz. Okuduğu kitapların hiç biri hayatın kendisini anlatmıyordur. Bukowski, sokağın gerçeklerini, kendi zorlu hayatının gerçeklerini aramaktadır satırlar arasında; sonra bir gün yine kütüphane raflarının arasında dolaşırken adını daha önce hiç duymadığı bir yazarla karşılaşır: John Fante. Kitabının ismi de Toza Sor’dur. Bukowski, kitabı ödünç alır ve okumaya başlar. Toza Sor’dan sonra Bukowski’nin hayatı değişir, aradığı yazarı bulmuştu sonunda. Fante’nin üslubu, mizahı ve hayata bakışı onu çok etkiler. Zaten yazarlık kariyerinde de bu izler sıklıkla görülür.  Bukowski, “Tanrı’sı” olarak gördüğü John Fante’yle tanışmasını bu şekilde özetler.

Toza Sor, John Fante’nin en bilinen romanlarından. Toza Sor’un Türkçesi ise Parantez Yayınları’ndan Avi Pardo’nun incelikli çevirisiyle yayımlanmıştı. Bu romanın 2006 yılında Colin Farell ve Salma Hayek’in başrolünü oynadığı bir sinema uyarlaması olduğunu da hatırlatalım. Parantez Yayınları’nın Fante’nin diğer kitaplarını da yayımladığını belirtelim. Fante, külliyatında benim de en sevdiğim romanların başında Toza Sor gelmekte. Fante, Toza Sor’da yarım kalan aşkları, hayal kırıklıklarını ve her şeye rağmen hayata tutunma arzusunu sade ama etkileyici bir dille aktarıyor. Romanın günümüze kadar süren etkileyiciliğinin şifreleri belki de bu sade ama güçlü dilinden gelmekte.  Bununla beraber Fante, kaybetmeye yeminli duran karakterlerini asla romantizme etmiyor, şerefli mağlubiyet söylevleri çekmiyor okuyucularına. Hüznü de, mizahı da çok başarılı bir şekilde dengeliyor. İnişleri, çıkışları, hayalleri ve hayal kırıklarını oldukça etkileyici bir şekilde resmediyor bizlere.

Hayal Kırıklarının Başkenti

Toza Sor’da Los Angeles’a yazar olma düşlerini gerçekleştirmek için gelmiş Arturo Bandini’nin hikayesini peşine düşüyoruz. Arturo Bandini, 20’li yaşlarının başında, büyük yazar olma hayalleri kuran bir İtalyan göçmenidir. İyi bir geliri yoktur, düzenli bir işi yoktur, kaldığı otelin kirasını bile ödeyememektedir. Beş parası olmadığı için genellikle sadece portakalla beslenebilen, dara düşünce süt çalan durumunda kalan biridir. Hayatta sahip olduğu tek şey daktilosu ve bir dergide yayımlatmayı başardığı ‘Minik Köpek Güldü’ romanının nüshasıdır. Bandini, gün boyu şehir içerisinde aylaklık yapar, uzun yürüyüşler yapar. İç hatlardan kendisiyle konuşur, büyük bir yazar olduğunu düşler. Herkesin ona saygı duyduğu ve ekonomik refaha kavuştuğu günleri hayal eder. Bir taraftan da çok yalnızdır, etrafında kimse yoktur. İzbe otel odalarında kendi iç sesinden başka ses yoktur etrafında. Lakin bu durum onun yazma iştahını ve hayatta tutunma isteğini asla etkilemez. İnatçı bir karakteri vardır.  Onun bu hali Reha Mağden’in şu sözünü hatırlatır: “Yalnızken de gülümser misin ve bu daha mı içten olur, mesela.”  Bununla beraber Bandini, hayat tecrübesi zayıf birisidir. Hiç sevgilisi olmamıştır mesela, kadınlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda bile tedirginlikleri vardır. Bandini, günlerini gün boyu onu şöhrete kavuşturacak kitabını yazmaya çalışır, hayal ve gerçek arasındaki ince çizgide yürür. Bir gün tesadüfen uğradığı bir birahanede çalışan Camilla’yı görür. Bandini, Camilla’ya ilk görüşte aşık olur. Lakin kendisiyle nasıl iletişim kurabileceği konusunda türlü beceriksizlikler yaşar. Bandini’nin onunla ne zaman sohbet etmeye kalksa eline yüzüne bulaştırır. Bandini, onunla konuşabilmek için her gün Camilla’nın çalıştığı yere gider, lakin her seferinde ya başarısız olur ya da onunla kavga eder. Bandini, Camilla’ya ilk görüşte aşık olmuştur. Bandini’nin ona aşkı o kadar derindir ki, geceleri Camilla’nın arabasından çaldığı ponponlu şapkasına sarılarak uyur. Ona aşkını itiraf edebilmek için şiirler yazar, aşk mektupları gönderir ama nafiledir Camilla onu pek ciddiye almaz. Zaman içerisinde Camilla da bu ilgiden hoşlanır ve Bandini ile vakit geçirmeye başlar. Camilla ve Bandini, ayın göyküzünde görkemli bir şekilde dikildiği gecelerde okyanusta denize girerler, arabayla uzun seyahatler yaparlar. Lakin her sıkı edebiyat okurunun bildiği gibi, bazı hikayelerin kaderi yarım kalmak üzerinedir. Bu yarım kalan hikayeler, bir tarafta insana acı verir diğer taraftan insanı olgunlaştırır, büyütür bir anlamda; geriye olur olmaz zamanlarda akıllara düşen hatıralar kalır. Tıpkı İlhami Algör‘ün dediği gibi: “Yarım dediğimi şey, bizatihi kendisi olarak anılabilecek bir bütün. Yani eksik ve tamamlanması gereken bir şey değil bence. Geçmişteki bir “yarım” ileride tamamlanmak mecburiyetinde değil. O “yarım” dediğimiz’in bize kattıkları vardır. O katkılar bizimle yola devam ederler. Biz bir çok yarımın katkıları ile yola devam ederiz. Görünürde bir bütünlük arz ederiz.Oysa görüntüdür sadece. Bütünlük şart da değildir. Zaten bir gün geliyor ve bir çukurda bütün oluyorsun. Al sana bütün.” Bandini ve Camilla’nın aşkı da çölün, tozun ve kum fırtınalarının arasına karışmıştır. Kum fırtınasından geriye de yarım kalan hikayeler, düşler ve hayaller kalmıştır. 

“Her şeye rağmen hayat”

John Fante, Toza Sor’da sadece Bandini’nin Camilla’ya duyduğu karşılıksız aşkı anlatmıyor. Edebiyat ve yazarlık meselesi de romanın önemli noktalarından biri. Bir tür ‘yazar tıkanması’ sorunsalı yaşayan Bandini, Camilla’ya olan aşkı sayesinde romanını yazabiliyor mesela. Fante, roman boyunca Bandini’nin yazarlık serüvenini içtenlikle ele alıyor. Yazma tutkusunu, öykülerinin konusunu belirlerken hayatın içinden nasıl beslendiğini de gösteriyor.

Arturo Bandini, John Fante’nin bir tür alter egosu. Çocuk yaşta ekonomik sıkıntıları aşabilmek için ailesiyle birlikte  ABD’ye göç etmek durumunda kalan Fante, tıpkı Bandini gibi burada tutunabilmek ve yazar olabilmek için çok çaba sarf etmiş; türlü zorlukların üstesinden gelmiştir. Toza Sor’da bu anlamda Fante’nin hayatından esintiler taşımaktadır. Bununla beraber John Fante, dönemin sosyal ve ekonomik panoramasını da son derece gerçekçi bir şekilde resmetmektedir. Bandini Amerikan rüyasını gerçekleştirebilmek için geldiği Los Angeles’ta sefalet, büyük

ekonomik sıkıntılar ve ırkçılıkla karşılaşacaktır. Bandini İtalyan göçmeni olarak orada tutunabilmesi için ‘gerçek’ bir Amerikalı gibi davranmak zorunda olduğunun farkındadır mesela. Camilla da aynı hissiyat içerisindedir, o da ABD’de hayatına devam edebilmek için bir Amerikalı gibi davranmak zorundadır. Lakin ikisi de ne yaparsa yapsın ayrımcılığa maruz kalıyorlar. John Fante, romanda bu noktaları ve dönemin Amerikan toplumundaki ayrımcılığı ve ırkçılığı çarpıcı bir şekilde aktarıyor. Daha da önemlisi Amerikan rüyası olarak sunulan durumun ne kadar kof bir şey olduğunu gösteriyor. İzbe otel odaları, sefalet içerisindeki yaşamlar, kapısı, penceresi kırık evler…

John Fante, bütün bu durumları olduğu gibi tüm gerçekliğiyle okuyucusuna sunuyor. Bununla beraber Fante, bütün bu sefaletin içerisinden yeni bir yaşam çıkabileceğinin de umudunu taşıyor roman boyunca. Arturo Bandini, edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden biri. Hayatın içinden, inişleri çıkışları, zaafları, aşkları, vicdanı ve ince mizah anlayışıyla asla eskimeyecek bir karakter. Fante’nin tüm yalnızların, kalbi kırıkların ve hayata küskünlerin yanı başına bıraktığı, onlara el uzatan, hayata devam etme şevkini sunan  bıraktığı sıkı dost.

Toza Sor, yaşamın tüm zorluklarına rağmen hayata tutunma ve tutkuyla bağlı olanların, ‘bir tek aşk’ var diyenlerin romanı.

edebiyathaber.net (23 Nisan 2018)

Yorum yapın