Kim düşerken tutar bizi? Tanrı mı? | Sibel Gögen

Haziran 29, 2017

Kim düşerken tutar bizi? Tanrı mı? | Sibel Gögen

Kısacık yaşamına koskoca bir dünyayı sığdırmış, barış için tutkuyla çalışmış Wolfgang Borchert, Heinrich Böll ile birlikte, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve savaş travmaları ile şekillenmiş bir edebiyat türü olarak tanımlanan Yıkım Edebiyatı’nın (Trümmerliteratur) önde gelen yazarlarındandır. Böll yıkım edebiyatını şöyle anlatır: “Bizim nesil yazarlarının 1945’ten sonraki çalışmaları ‘Trümmerliteratur’ olarak tanımlandı. Buna bir itirazımız olamazdı, çünkü bu haklı bir tanımlamaydı. Bizim yazdığımız insanlar yıkıntıların içinde yaşıyorlardı. Bu insanlar savaştan çıkmış ve aynı ölçüde zarar görmüş kadınlar, erkekler ve çocuklardı. Bu insanlar keskin gözlüydüler. Görüyorlardı. Hiçbir zaman tam bir barış içinde değillerdi. Çevrelerinde bulundukları yerlerde ve yanlarındaki hiçbir şey iç açıcı değildi. Ve yazar olarak bizler kendimizi onlara yakın hissediyorduk.”

Özellikle savaş, açlık ve esaret konularıyla meşgul olmuş olan Borchert’in hastalıklarla boğuştuğu, ölümünden önceki iki yıllık döneme sığdırdığı öyküleri ve denemeleri Kâmuran Şipal çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından Ama Fareler Uyurlar Geceleyin adlı kitapta toplandı. Kitapta ayrıca Heinrich Böll’ün önsözü ile Bernhard Meyer-Marwitz tarafından Borchert’in ölümünün onuncu yılında kaleme alınan yaşamöyküsü de yer alıyor.

Borchert’in eserleri kadar yaşamöyküsü de insanı hayretlere düşürecek cinsten. Henüz yirmili yaşlarında cepheye gönderilmesi, cephede yaralanması, tutukluluk süreci, yargılanması ve geçirdiği ağır hastalıklar onun edebiyat türünü ve dilini etkilemiştir. Şiirsel bir dili vardır Borchert’in. Zaten daha on beşinde yazmıştır ilk şiirlerini.  Karmaşık bir dil kullanmaktan kaçınmış,  son derece sade, açık ve net ancak oldukça derin izler bırakan, deyim yerindeyse okuyucunun suratına tokat gibi inen çarpıcı bir dil kullanmıştır. Borchert’in bazı cümleleri ya da kelimeleri sık ve yüksek bir sesle tekrarlaması okuyucuda sert bir askeri düzen hissi uyandırırken, dilinin soğuk ve katı oluşu da öykülerindeki gerçekliği okuyucunun yüzüne vurmaktadır.

“Grameri düzgün yazarları gereksinmiyoruz artık. Düzgün bir gramerin istediği sabırdan yoksunuz. Ateşli, hıçkırıklarla, boğulmuş duygularla çalışan yazarlar gerekli bize. Ağaca ağaç ve kadına kadın diyen, evet diyen, hayır diyen: Yüksek sesle, açık seçik ve üç kez ve miş’li zamanlardan uzak, dolaysız.”

Gençliğinin en güzel yılları savaşlarla, esaretle ve onlardan arta kalan hastalıklarla elinden alınmış Borchert’in yirmili yaşlarında yazdığı eserlerinin her biri adeta savaş karşıtı birer manifesto niteliğindedir.

Çıkarın miğferleri başınızdan, çıkarın miğferleri başınızdan: Savaşı kaybettik. (Bu Bizim Manifestomuzdur)

Borchert’in öyküleri kısa öykü türünün en çarpıcı örneklerindendir. Kısa öykü, Alman edebiyatında özellikle II.  Dünya Savaşı sonrasında yoğunluk kazanmıştır. Borchert’in bu türü benimsemesinde kısacık hayatının da etkisi olmuştur kuşkusuz. Hayatının son günlerini Basel’de bir hastanede geçiren Borchert’in ölüm döşeğinde kaleme aldığı yazısı O Zaman Yapacağın Tek Şey Var (Sag Nein! –Hayır De!) şiirsel dille yazılmış ve gelecek nesillere miras bırakılmış bir öğüt ve manifestodur. İnsanın “Hayır” denilmesi gereken zamanlarda gerçekten “Hayır” demesi gerektiğini vurgular. Borchert 20 Kasım 1947 yılında öldüğünde sadece yirmi altı yaşındadır.

Sen Normandiya’daki, sen Ukrayna’daki, sen Frisco’da, sen Londra’da, sen Hoangho’da ve sen Missisipi’deki, sen Napoli’de, sen Hamburg’da, sen Oslo’daki anne, siz yeryüzünün dört bir yanındaki, siz bütün dünyadaki anneler, sizlere yarın askeri hastanelerde hemşirelik yapacak kızlar ve yeni savaşlar için askerler doğurmanızı emrederlerse, yapacağınız tek şey var: HAYIR demek.

Yazarın hayattayken ve ölümünden sonra yayımlanan öykülerinin ve bazı denemelerinin toplandığı Ama Fareler Uyurlar Geceleyin dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm “Karahindiba” 1946 yılında kaleme alınan ve nispeten daha uzun öyküleri içeriyor. Hücreye kapatılmış bir mahkûmun hapishanenin avlusundaki sarı bir çiçeği koparıp hücresine götürmesi ve çiçeği yaşatabilmek için gösterdiği çabayı anlatan Karahindiba adlı tanınmış öyküyü okurken 432 numaralı hücrenin ağır demir kapısı üzerinize kapatılacak ve azılı bir yaratıkla – kendi kendinizle – hapishanede baş başa kalacaksınız. Yalnızlık, esaret ve sevgisizlik öyle acımasız olacak ki, ansızın avluda bulduğunuz basit bir çiçeği sevebilecek, esaretin acısını onunla hafifletebileceksiniz.

İkinci bölüm “Bu Salı”, 1946 sonbaharı ile 1947 yazı arasında kaleme alınmış on dokuz öyküden oluşuyor. Bu bölümdeki öyküler, tıpkı Borchert’in hayatı gibi, giderek kısalıyor. Kitaba adını veren Ama Fareler Uyurlar Geceleyin kuşkusuz en etkileyici öykülerden biri. Savaş sonrasında yıkıntılar arasında fareler gibi yaşayan, açlıkla boğuşan dokuz yaşındaki Jürgen’in dört yaşındaki kardeşinin yıkıntılar altındaki ölüsünü farelere karşı koruma çabasının ve ölüm karşısında yaşama karşı duyulan şiddetli arzunun destansı bir öyküsü bu. Hangimiz Jürgen kadar cesuruz, hangimiz onu teselli etmek için farelerin geceleri uyudukları yalanını söyleyebilecek kadar yufka yürekliyiz?

İnsanoğlunun sevgisi, karakteri, etik değerleri çoğu kez açlıkla yüz yüze kaldığında sınanır.  Ekmek; insani değerlerin sadece savaş cephelerinde tankla, topla, tüfekle değil, cephe gerilerinde de adaletsizlik, yalan, hırsızlık, vicdansızlıkla yitirildiğini gözler önüne seren tipik bir Borchert öyküsü. Tüm hayatlarını birlikte geçirmiş iki yaşlı insanın bile bir dilim fazladan ekmek için nelere başvurabileceklerini kısa, net ve cesur cümlelerle anlatan, suratımızda tokat gibi patlayan öykülerden.

Küçük Mozart’ımız Borchert’in hapishane günlerinin izini taşıyan bir öykü. Kelimelerin, cümlelerin birbiri ardı sıra zincirleme tekrarlarının bolca kullanıldığı, mizahi bir dille kaleme alınmış bu öyküde, özellikle Üstçavuş ve Mozart arasında geçen diyaloglar oldukça ilginç ve çarpıcı. Kaşıkla yemek kaplarına vurarak saatlerce müzik yaptığı için hapishanedeki diğer mahkûmların Mozart adını taktığı bu utangaç görünümlü, ufak tefek, ince yapılı mahkûm aslında hiç de düşündüğümüz gibi biri değildir ki bunu Mozart’ın üstçavuş tarafından hayli ilginç sorgulanması esnasında fark ederiz. Borchert’in özellikle Rus cephesindeki günlerinden kalma soğuk, kar ve açlık temaları da öykülerine sıkça sızmıştır.

Dazlak kafalı adamlar masa başında dikilmiş duruyordu. İki saat kadar önce kırmızı kalemle bir çizgi çekmişti biri. Bir haritaya. Harita üzerinde bir nokta vardı. Nokta köydü. Ve sonra telefon etmişti biri. Ve sonra askerler o lekeyi oturtmuşlardı gecenin koynuna. Üşüyen, feryat eden kedileriyle pembe karda. (Kedi Donmuştu Soğukta)

“Sevimli, Mavi Gri Gece” adlı üçüncü bölüm yazarın ölümünden sonra yayımlanan öykülerini içeriyor. Bu bölümde “flash fiction” diyeceğimiz türde oldukça kısa öyküler de yer alıyor. Tuhaf adlı öykü birer, ikişer cümlelik üç bölümden oluşan cümleleriyle çok kısa öykü türünün en başarılı örneklerinden.

Borchert’in kısa öykü türünde yazmasının en büyük nedeni sabırsızlığı, yakasını bırakmayan hastalıkları ve giderek azalan ömrüdür kuşkusuz. Hastalıkları onun öykülerine de yansımıştır. Fazla vaktinin olmadığının farkındadır Borchert, yaşıtı genç kuşaklara ve ardından gelen nesillere savaşın acımasızlığını adeta haykırmakta, onları uyarmayı görev saymaktadır. Kısa öykü okuyucu üzerinde oldukça etkili bir edebi türdür. Buna ek olarak Borchert sade, gösterişsiz, yapmacıktan uzak bir dille anlatır derdini. Okuyucunun ilgisi öykü boyunca kaybolmaz ve sonuna kadar sabırsızlıkla bekler. Bazı edebiyat eleştirmenlerinin onun kısa ve kesik cümleleri tercih etmesini, iç dünyasındaki düzensizliğe bağladıkları söylenir.

Ben kendi adıma, tıpkı ömrünün son yıllarında pençesine düştüğü amansız sıtma gibi, adeta bir sıtma nöbetine yakalanmış gibi okudum Borchert’in öykülerini. İnişli çıkışlı, aralıklarla bastıran, tir tir titreten yüksek bir ateş. Kimi zaman sayıklar gibi arka arkaya gelen tekrar eden cümleler. Ateşe bağlı bir hallüsinasyon gibi, gerçek ve basit dünyayla arka plandaki korkunç savaş ve yıkım arasında sürekli gidip gelmeler. En sonunda korkunç bir terlemeyle sıtma nöbetini atlatış ve her öykünün sonunda bitkin düşmeler. Ta ki yeni bir öykü, yeni bir nöbet gelene kadar.

Babası bir kez daha doğrulup kalkmaya çalıştı. Şimdi ben kirazları getiririm sana, dedi, şimdi getiririm. Sen hemen yatağına dön! Ateşin var çünkü. Kirazları şimdi ben getiririm, sana. Kirazlar pencere önünde duruyor hala, güzelce soğusunlar diye. Şimdi sana getiririm onları ben. (Kirazlar)

Borchert öykülerinde dini ve Tanrı’yı da sorguluyor sıkça. Çünkü tüm bu olan biten korkunç savaşın sorumlusu olarak Tanrı’yı görüyor ve olana bitene seyirci kalmakla suçluyor. Zaten Karahindiba adlı öykü kitabı “Kim düşerken tutar bizi? Tanrı mı?” diye açılıyor.  Kapının Dışında adlı tanınmış tiyatro eserinde de Borchert Tanrı’yı yaşlı, zavallı ve aciz bir insana benzetiyor.

Bay Fisher kızın yanı başında yürüyor, kız boyuna diyor ki. Ah sevgili Tanrım, çorba ver bana, ah, sevgili Tanrım çorba ver bana. Bir kaşıkçık n’olur. Kızın annesi diyor ki: Sevgili Tanrı sana çorba veremez, sana çorba veremez. Neden veremezmiş? Kaşığı yok da ondan. (Uzun Uzun Yollar Uzunluğunca)

Borchret’in eserleri sadece yaşadığı ya da cephelerine sürüldüğü ülkelerin, 2. Dünya Savaşı’nın açtığı yıkımının değil, insanlığı çepeçevre kuşatan tüm savaşların evrensel bir sözcüsü niteliğindedir.  Wolfgang Borchert gencecik yaşında tüm insanlığı çizmeler altında ve fareler gibi yaşamaya karşı uyarmayı görev saymış, eserleriyle tüm insanlığı uyarmıştır.

5000 yılında başını topraktan çıkaran bir köstebeğin gönül rahatlığıyla saptadığına göre:

Ağaçlar yine ağaçtılar.

Kargalar yine gak gak edip duruyordu.

Ve köpekler işerken yine bir bacaklarını kaldırıyordu.

Balıklar ve yıldızlar,

Yosun ve deniz

Ve sinekler:

Hepsi eskisi gibiydi.

Ve bazen… Bazen bir insana da rastlandığı oluyordu.

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (29 Haziran 2017)

Yorum yapın