Katran karası bir kuşak | Selma Sayar

Aralık 1, 2016

Katran karası bir kuşak | Selma Sayar

tanricocugukor_kkkİlk siyahi kadın yazar olarak 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Toni Morrison,  Afro-Amerikan edebiyatına katkıları nedeniyle ödüller almış bir edebiyatçı ve romancı.

Merhamet, Sevilen, En Mavi Göz,  Cennet, Katran Bebek ve Aşk adlı yapıtları da Türkçeye çevrilen yazarın son kitabı, Tanrı Çocuğu Korusun” Sel Yayınları tarafından basıldı.

Toni Morrison, Tanrı Çocuğu Korusun’da, yaşamı da rengi gibi katran karası olan kuşağın, dramatik ve travmatik öykülerini kendi dilleriyle anlatıyor. Kahramanları, ilgisizlikle, sevgisizlikle, yasaklarla ve korkularla büyümüş, toplumun nefret ettiği ve ötekileştirdiği siyahi kişiliklerdir. Romanda, Amerika’nın asimilasyon ve çok kültürlülük gibi ırkçı ve eritme politikalarıyla Amerikanlılaştırılmış, yeni siyahi kuşağın insan hikayeleri, dört ayrı bölümde anlatılıyor. Her bölümün ortak anlatısında taciz, eziklik, nefret ve sevgisizlik var. Ten renginin ruhlarda açtığı onulmaz yaraların kapanmayan izleri, aynı zamanda kapanmayan bu derin izlerin yaşama tutunmadaki ve özgüveni yüksek başarı hikayelerindeki itici gücü, romanın sürükleyici yanına çok önemli katkılar sunuyor.

Acımasız bir dünya

Yazarın roman kahramanları, atalarının kölelik dönemine ait geçmiş zaman anılarını ve çok bunalımlı geçen çocukluk günlerini, kısaca geçmişin bütün yakıcı ve yıkıcı izlerini üzerinde taşıyarak bu günü anlatıyor. Kuşaklar arası yaşanan mutsuzluk zincirini, sonraki kuşaklara taşıyarak, geçmiş yaşamın hep yarım kalan öykülerini tamamlama çabasını güçlü bir dille anlatılıyor.

‘Tanrı Çocuğu Korusun’ romanının başkahramanı olan ve 90’lı yıllarda doğan genç Bride, daha açık tendeki anne ve babasına oranla “gece yarısı siyahı”, “katran karası” bir bebek olarak dünyaya gelir. Bride’nin bu ten rengini ailesi bir türlü kabullenemez. Babası bu kapkara yüze bakmak istemediği için evi terk eder. Annesi ise Bride’nin ten renginden tiksindiği için kendisine anne denmesini yasaklar ve ismiyle seslenmesini ister. Aslında bu durum, anne ve babanın kendi genetik kökenleriyle, başka bir ifadeyle kendi varoluşlarıyla çatışma halini de ortaya koyar.

Korku, eziklik, nefret ve sevgisizlik

Korku, eziklik, nefret ve sevgisizlik duygularıyla büyüyen Bride, kişisel gelişim konusunda yardım alarak, kendisini yeniden yaratmayı başarır. Özgüveni öyle yüksektir ki, sürekli beyaz giysiler giyerek, teninin koyuluğunu gözler önüne serer! Yirmili yaşlarda güzel ve bir o kadar da göz kamaştıran bu kara tenli kız, iş basamaklarını hızla tırmanarak çok başarılı bir genç iş kadını olur. Bu başarı aslında Bride’nin tüm haksızlıklardan, dünyanın hiç de paylaşımcı olmayan yanından, annesinden ve babasından intikam alma yöntemidir.

Bride, “her gittiğim yerde bakışlar iki misli üzerimdeydi artık. Ama çocukken baktıkları gibi tiksintiyle değil, hayranlık dolu, afallamış ve aç gözlerle” diyerek, siyahi olmanın dayanılmaz zorluğunu yenmiş olarak çıkar okuyucu karşısına. Artık erkeklerle ilişkisinde de ciddi bir değişim olmuştur. “Erkekler beni havada kapıyor, ben de yakalamalarına izin veriyordum. Uzun bir süre böyle devam etti; seks hayatım diyet Cola’ya benzeyene kadar – besin değeri sıfır, tadı yanıltıcı bir şekilde tatlı…” sözleriyle erkelerle oyun oynar. Dalga geçer. Kendisi ile aynı kaderi paylaşan tanımadığı, görmediği milyonlarca siyahi kadının hayattan intikamını alır! Fakat Booker adında bir adamla tanışması ve ona aşık olması, yaşamında çoğu şeyi değiştirir. Onunla sevişirken gerçekten kadınlığını duyumsar. Kadın olduğunu anlar. İlişkilerini hiç sorgulamazlar, ayrıntılı sorulara ihtiyaç duymazlar. Birbirlerini yeterince tanımadan, yargılamadan yalnızca aynı bedende tek olmanın hazzını ve keyfini yaşarlar… Birbirlerine açılmaya, hayatlarını anlatmaya ve anılarını paylaşmaya başlamaları ilişkilerinin de sonunu hazırlar. Bir gün Booker, “sen benim istediğim gibi bir kadın değilsin” diyerek Bride’ı terk eder.  Romandaki olayların akışı bu ayrılıkla başka bir yöne savrulur. Bride’ın çocukluk anıları, yaşadıkları, tacizler, mahkeme tanıklıkları, okuyucunun gözleri önüne ayrıntılarıyla serilir.

Romanın ilk bölümü Morrison’un yarattığı tekil kişiliklerin anlatılarından oluşur. Sweetness, Bride, Bride’ın arkadaşı Brooklyn ve Bride’ın hapse attırdığı Sofia, romandaki rollerini, okuyucuya, sanki bir tiyatro sahnesinden seslendikleri gibi anlatır. İkinci bölüm, biraz mitolojik olayların konuyla bağlantısının kurularak anlatıldığı, biraz da yazarın, yarattığı roman kahramanlarının görmediklerini anlattığı bölümdür. Üçüncü bölüm romanın belki de en sürükleyici bölümüdür. Bu bölümde ağırlıklı olarak Bride’ın aşık olduğu adam olan Booker konuşur ve anlatır. Ağabeyinin çocukken tecavüze uğrayarak öldürüldüğü olay, yüreğinde ve daha da ötesi kişiliğinde sürekli taşıdığı en büyük acıdır. Booker anlattıkça, okuyucu, Bride’a karşı davranışlarının şifrelerini de çözer. Romanın dördüncü ve son bölümü, edebiyat eleştirmenlerince, yazarın sıkıldığı ya da yorulduğu bölüm eleştirisini alır.

Toni Morrison, “Tanrı Çocuğu Korusun” romanını yazarken, belli ki çocukların yaşadığı ayrımcılığa, şiddete, sömürüye ve tacize dikkat çekiyor. Romanın bütün bölümlerinde, tercihen bu konuları çok önemsediğini, yarattığı kahramanlar aracılığı ile okuyucuya sunuyor.

Tanıdık bir hikaye

Morrisson’un romanını okurken, aslında bize, bizim coğrafyamıza çok uzak bir hikaye anlatmadığı duygusuna kapılıyor insan. Öyle ki, roman kahramanlarının yaşadıkları, bize oldukça tanıdık geliyor, töre korkusunun gölgesinde hırpalanmış, aşağılanmış, boyun eğmiş kadınlarımızın, çocuklarımızın yüzlerce hikayesiyle ne çok benzerlikler taşıyor…

Selma Sayar – edebiyathaber.net (1 Aralık 2016)

Yorum yapın