Katherine Mansfield: Çiçeklerin ve Rüzgarın Kırılgan Anlatıcısı | Özlem Narin Yılmaz

Ekim 12, 2017

Katherine Mansfield: Çiçeklerin ve Rüzgarın Kırılgan Anlatıcısı | Özlem Narin Yılmaz

Katherine Mansfield ismi bana hep çiçekleri ve rüzgarı hatırlatır.

Belki Ah Bu Rüzgar  öyküsünden dolayıdır.  Krizantem toplamaya giden Marıe Sawainson’un rüzgarda uçuşan etekleri capcanlı bir görüntü olarak durur zihnimde. Sanki o rüzgar, metinden bana doğru esip saçlarımı havalandırır.

Mansfıeld öykülerinde çiçekler hiç eksik olmaz. Zambaklar, çuhaçiçekleri, menekşeler, güller, krizantemler. Aslında bir bütün olarak öyküleri, okuyucunun zihninde sessizce açan birer çiçek tazeliğinde ve güzelliğindedir. Neredeyse bir asır önce yazılmış öyküler insanın en içten kırgınlıklarını, sevinçlerini, çelişkilerini, mutsuzluklarını işler. Bin seküz yüz seksen sekiz ile bin dokuz yüz yirmi üç arasındaki otuz beş yıllık kısacık ömrüne bunca başarılı öyküler sığdırabilmesi ise şaşırtıcı.

“Çok güzel bir şey yazmak isterdim, güzel, ama çağdaş, aynı zamanda bir öğrencinin yazacağı gibi, yaz gibi ışıl ışıl..” diyerek bize yazacağı öykülerin müjdesini verir adeta.

Mansfıeld, oradan oraya savrulan bir yurtsuzdur. Özellikle ömrünün son yıllarını, veremin de etkisiyle yoğun ruhsal bunalımlarla, inişli çıkışlı bir ruh haliyle geçirir. Aşkı da nefreti de umutsuzluğu da en uç noktalarda yaşar. Ani kararlar alır, canı neyi istiyorsa öyle yapar. Bu yüzdendir ki öyküleri de kaygılardan uzaktır. Alabildiğine bir ruh ve beden özgürlüğünü çağrıştırırlar. Bazı öykülerine çöken kasvet, belki de hastalığının onu sürüklediği çıkmazların bir sonucudur. Sonuçta Mansfıeld, kısa öykünün bir edebiyat türü olarak yerleşmesine azımsanamayacak bir katkı sunmuştur.

Aynı çağda iki kadın yazar: Vırgınıa Woolf ve Katherine Mansfıeld

Varoluşu, kendi görüşüyle uzlaştırma çabası değildir sanat; Bu dünyanın içinde kendi dünyasını yaratma çabasıdır.” diyerek edebiyattaki duruşunu da net olarak ifade eder yazar. Ve öykülerinde kendi dünyasını yaratır,  o dünyanın içinde varolmaya çalışır. Ancak bu çaba yazar için pek de kolay olmaz, kısacık ömrünün yıllarını hastalıkla, yoksullukla geçirir. Çağdaşı olduğu Vırgınıa Woolf’un, Mansfıeld’ın öykülerini kıskandığı söylenir. Oysa Mansfıeld, Woolf kadar şanslı sayılmazdı.

“Bir evim olsaydı, perdeleri çekebilseydim, kapıyı kilitleyebilseydim-hoş kokulu çabucak tutuşan bir şey yakıp kendi odamın içinde ses çıkarmaksızın yürüyebilseydim, ışıklarla gölgeleri seyredebilseydim-katlanılabilirdi- ama benim gibi bir pansiyonda yaşamak çok güç!” diyen Mansfıeld ömrünün son yıllarını veremle ve yoksullukla başetmeye çalışarak geçirir. 

Adeta, Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını doğrular gibidir bu satırlar.

Woolf ve Mansfıeld’da dikkatimi çeken en belirgin ortak nokta ise yazma hırsları. Mansfıeld, günlüklerinde sıkça iyi bir yazar olmaktan, sürekli yazması gerektiğinden bahseder ve sağlık durumu kötüleştikçe onu üzen asıl şey yazamamak olur.

“İyi bir yazar olmalıyım. Tutkum, düşüncelerim var. Ama bütün bunları sonuna dek götürecek gücüm var mı?” der. Başka bir zaman ise şu satırları yazar günlüğüne;

“Yazmak zorunda olduğum düşüncesi bir an bile bırakmıyor beni.” hatta daha da boyutlandırarak günlüğüne şu notu düşer;

“Bir gün daha iyi bir yazar olma isteğimi dile getirebilecek miyim? Duyduğum tutkuyu. Dinin yerini alıyor bu tutku-benim dinim bu- Yaşamın kendisi bu, çalışma düşüncesinin önünde diz çökmek, tapınmak, yere kapanmak…” 

Mansfıel’ın kahramanları oldukları gibidirler. O, kahramanlarını kendi karekterine benzer düzleme çekmeye çalışmaz, her birini olduğu yerde ve olduğu gibi görür. Kırılgan, kaba, zarif, utangaç, heyecanlı, konuşkan, sorgulayan, boyun eğen, özgürlüğüne düşkün, kasvetli… Bize sadece gösterir ve der ki; Bakın, bu insan böyle bir insandır, onu görün ve tanıyın. Ben size onu olduğu gibi gösteriyorum, kendi istediğim gibi değil…

Mansfıeld öykülerinde sınıf ve cinsiyet ayrımcılığının sorgulanması: 

Mansfıeld, öykülerinde asla bir düşünceyi dikte etmeye çalışmaz. Bir çelişkiyi kabaca aktarmaz. Çünkü bu onun sanat anlayışına terstir. Karşıtlıkları metne öylesine beceriyle yedirir ve anlatımın tatlığında öylesine gizler ki, okuyucu, içinde olup biten depremi ancak öykü bittiğinde çok güçlü biçimde hisseder.

Bahçe Partisi ve Bebek Evi öyküleri bunun en iyi örneklerindendir. Bazen onlarca teorik kitabın yaratamadığı etkiyi, birkaç sayfa öykü çok güçlü bir biçimde yaratabilir. Sanatın büyüsü de burada gizli değil mi zaten.

Ve işte her şey bir yana, hava tam olması gerektiği gibiydi.” cümlesiyle başlayan öyküde bahçede düzenlenecek parti için hazırlanan, villada yaşayan, burjuva bir aileyi yavaş yavaş tanırız. Yazarın onları tek tek ele alıp tanıtmak gibi bir derdi yoktur. Bir bakıştan, bir cümleden, bir duruştan ve bir iç sesten, hikayenin akışı içinde tanırız her birini, hem de en ince detaylarıyla.

Dans ettiği, Pazar geceleri yemeğe gelen salak oğlanlar yerine niçin işçilerle arkadaşlık edemiyordu? Bunlar gibi adamlarla çok daha iyi anlaşabilirdi” diyor Laura’nın iç sesi, bilinçakışıyla. Laura hikayede bizi peşine takıp sürükleyen, bize klavuzluk eden kahraman. Yavaş yavaş uyanan bilinciyle ailedeki en duyarlı üye.

Aynı zamanda “Ön kapımızın hemen dibinde bir adam ölmüşken bahçede eğlence düzenlememiz mümkün değil” diyebilen tek kişi.  Diğerleri bu haberi dehşetle karşılarlar. Ölen altı üstü bir at arabası sürücüsüdür ve bu yüzden partinin iptal edilmesi sözkonusu bile olamaz. Davetlilere haber verilmiştir, işçiler çağrılıp bahçeye bir tente kurulmuştur, aşçılar türlü yiyecekler hazırlamışlardır. Davet için zambaklar bile hazırdır hem de olması gerektiğinden çok fazla zambak. Bunun iyi bir fikir olmadığına ikna edilmeye çalışılır Laura, ve nihayetinde o da mensubu olduğu aileye uymak zorunda kalır ve parti gerçekleşir.

Biz iki sınıfı yani burjuva ve işçi sınıfını bahçelerinden ve bacalarından çıkan dumanlarından ayırt ederiz. Burjuva bahçesi biçilmiş çimlerle kaplı, taş döşeli düzenli yolları ve çiçek ekili alanlarıyla kusursuzdur, bacalarından çıkan duman güçlü ve kalındır.. İşçilerin bahçesi ise şöyle anlatılır:

“Önlerindeki bahçemsi yerlerde lahana saplarından, hasta tavuklardan, domates kutularından başka şey yoktu. Bacalarından tüten dumana bile yoksulluk sinmişti.”

Hikaye, partinin bitip artan yiyeceklerin Laura’yla cenaze evine gönderilmesiyle biter, aslında yeni başlar diyebiliriz. Çünkü çelişkilerden doğan gerilim hat safhaya çıkar, Laura’nın kadın olmaktan duyduğu tarif edemediği ‘utanç’a bir de burjuva olmaktan duyduğu çelişkiler eklenir. Villadan çıkıp hemen alt sokaktaki gecekondulara gitmek aslında bir dünyadan çıkıp başka bir dünyaya gitmek gibidir. Oradaki yoksulluğu, ezilmişliği gördükçe, kıyafetinden ve gösterişli şapkasından utanır. Ve şapka bir simgeye dönüşüp Laura’nın mensup olduğu sınıfı temsil etmektedir.  Bu sert yüzleşme genç ve deneyimsiz bir kadın için oldukça katlanılmazdır. Hem kabuğundan rahatsızdır, hem de kabuğunu kırmaya korkar.

Belki de ölüyle yüz yüze geldiği andır aydınlanma anı. Ve diyecek hiçbir şeyi yoktur sapkası için özür dilemekten başka! Tüm bu yaşadıklarını bir kafa karışıklığı olarak yorumlamak da belki sınıfına özgü bir alışkanlıktır. “Hayat şey değil mi?” diyerek tüm gördüklerini ve olanları bilinmez ve kör bir noktaya doğru süpürür.

Bebek Evi öyküsünde ise Mansfıeld, çocukların dünyası üzeinden sınıf ve cinsiyet ayrımını çok başarılı bir biçimde işler. Mrs. Hay, Burnell’lerin kızları için kocaman ve pahalı bir bebek evi gönderir. Kasabada yaşayan ve okula giden kızlar için bu eşsiz bir hediyedir ve diğer çocuklar arasında üstünlük sağlamalarına yol açar. Bebek evinin ilk hangi arkadaşlarına gösterileceğine karar verilir ve sonraki zamanlarda eve gelecek kızlar sıraya konur.

Çocuk dünyası saf olduğu kadar acımasızdır da. Büyüklerini kolaylıkla taklit ederek onların küçülmüş halleri olarak benzer ilişkileri kendi dünyalarına taşırlar. Anneleri bayan Kelvey’i dışlarken, kızlar da Else ve Lil’i dışlamakta bir sakınca görmezler, hatta böyle yapmaları konusunda yönlendirilirler.

“Dürtüşerek, kıkırdaşarak kızlar birbirine sokuldu. Bu çemberin dışında kalan iki kız, hep dışarıda kalan iki kızdı, küçük Kelvey’lerdi.”

Hatta, ayrımcılık uygulamakta öğretmen de üzerine düşen rolü oynamaktan çekinmez,

“Hatta Lil Kelvey elinde bir demet korkunç sıradan görünen çiçekle masasına yaklaştığında, öğretmenin bile onlar için özel bir sesi, öteki çocuklara özel bir gülümsemesi vardı.” 

Bayan Kelvey çok yoksul bir çamaşırcıdır ve kocasının hapiste olduğu söylenmektedir ama hayatta olup olmadığı konusunda bile dedikodular dolaşmaktadır. İki kızın babalarının kim olduğu konusunda da şaibeler vardır. Tüm bunlar, bayan Kelvey ve kızlarının dışalanması için yeter de artar bile kasaba halkı için. Küçük Kelvey’ler aşağılanmayı göze alarak Bebek evini görebilirler nihayetinde. Öykü’nün, Else’nin “küçük lambayı gördüm” sözleriyle bitmesi, hikayeyi daha da  derinleştiren bir detay olarak durur.

Bir militarizm eleştirisi olarak Ölü Albayın Kızları: 

Mansfıeld’ın kahramanları her duyguyu katıksız yaşarlar, katıksız mutluluk, katıksız korku, katıksız üzüntü… Belki de bu yüzdendir ki okuyucuya geçen duygu sahici ve kalıcıdır.

Yazar günlüklerinde Ölü Albayın Kızları öyküsüyle ilgili şunları yazar;

“Zaman, ardıma düşmüş kovalıyor beni, kendimi bol vaktim varmış gibi duyumsadığım, yalnızca Ölü Albayın Kızları’nı yazdığım sıradaydı. Ama öylesine mutsuzdum ki, öyküyü göndermeden önce ölürüm korkusundan olabildiğince hızlı yazdım.”

Ölü Albay’ın Kızları’nda  Josephine ve Constantia , babaları öldükten sonra da adeta onun hayalinden korkup o hayattaymış  gibi yaşamaya devam ederler. Babaları hayattayken ondan nasıl korkuyorlarsa, öldükten sonra da aynı derecede korkmaya devam ederler.

“Mezarlıkta tabut indirilirken bir an, Constantia’yla birlikte, ondan izin almadan yaptıklarını düşünerek tam katıksız bir dehşete kapılmıştı Josephıne. Baba bunu bulup ortaya çıkardığı zaman ne diyecekti? Çünkü her zaman er ya da geç her şeyi bulup ortaya çıkarırdı. Hep çıkarmıştı.” 

Babanın emekli bir albay olması tesadüf değildi,  asla taviz vermeyen katı disiplini, mantık kurallarını aşan şekilciliği, duygudan yoksun korumacılığı mesleğin birer sonucuydu. Kızlar, yıllar içinde bunu benimsemişler ve boyun eğmişlerdi. Babalarının ölümüyle birlikte yeni ve özgür bir hayatın kapısında durup o kapıyı açmaya cesaret edemiyorlardı.

Çünkü ölümüş olsa da babalarından hala korkuyorlardı. O korku damarlarına sızmış, ruhlarına işlemişti, kurtulamıyorlardı. Ve en önemlisi, o kadar değersizleştirilmişlerdi ki, özgürlüğü ve mutlu olmayı kendilerine layık görmüyorlardı. Kadın olmanın dayanılmaz çaresizliği içinde dört duvar arasında yaşamaya devam ediyorlardı. Davranışlarında mantık aramayan itaatkar birer asker gibiydiler.

Kağıt kesiği 

Mansfıeld’ın güçlü bir gözlem yeteneği vardır. Ve bu da metinlerine canlılık ve gerçeklik katar. Anlatımın detaylarla güçlendirilmiş sadeliği, okuyucunun belleğinde ipeksi bir his bırakır. Bunun yanı sıra, derinlerde gizlediği anlamları ve çelişkileri vermedeki başarısı, kağıt kesiği etkisi yaratır. Birdenbire, keskin ve acılıdır. Tıpkı bir kağıt kesiği gibi kanamasa da acıtan yaralar açar okuyanın belleğinde.

Kaynakça:

(1)Katıksız Mutluluk-Bütün Öyküleri- Çeviren:Oya Dalgıç-İş Bankası Kültür Yayınları

(2)Ölü Albayın Kızları-Çeviren:Mehmet Fuat-Adam Yayınları

(3)Ah Bu Rüzgar-Çeviren:Şadan Karadeniz-Can yayınları

(4)Bir Hüzün Güncesi(Günce 1904-1922)-Çeviren:Şadan Karadeniz-Can Yayınları

Özlem Narin Yılmaz – edebiyathaber.net (12 Ekim 2017)

Yorum yapın