Karanlığın gölgesindeki insanın arayışı: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde | Gizem Olcay

Şubat 11, 2020

Karanlığın gölgesindeki insanın arayışı: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde | Gizem Olcay

Riyakarlık ve unutkanlık insanı hayatta tutar. Dünya’da olmanın dayanılmaz acısını çekilir kılar. Bu yüzden insan yalana sarılır, kötülüğü yaratır ve bazen de ona erdem maskesi takar. Zaten ketumluk yalanın sırdaşı değil midir? Ve insan, onun çelişkilerle dolu doğası… Etrafındaki her şey üzerinde hakimiyet kurma hakkını kendine bahşedilmiş ilahi bir güç olarak kabul eden insan… Öldüren, yargılayan, yok eden, çürüyen… Kendini anlamaktan, hayatı anlamlandırmaktan, ötekine anlayış duymaktan uzak insan… Tıpkı romanın kahramanı Janina Duszejko’nun dediği gibi: ‘’Bütün, karmaşık insan ruhu İnsanı gerçekten ne gördüğünü anlamasına izin vermeyecek şekilde gelişmiştir.’’

Man Booker ve Nike ödüllerinin ardından geçtiğimiz sene Nobel’i kucaklayan feminist yazar Olga Tokarzcuk’un Türkçe’ye kazandırılan ikinci romanı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde Timaş Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Dünyada meydana gelen güncel olaylardan çokça beslenen sol tandanslı, ekolojist ve vejetaryen yazar muhafazakâr sistem karşıtı görüşlerini eserlerinde yer vermekten hiç çekinmiyor. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’de gerçek ve gerçekdışı arasında devinim halinde olan bir atmosfer yaratarak insan olmanın doğasına, onun tükenmek bilmeyen acısına, ötekine karşı olan acımasızlığına, sınırlara, varoluşa dair bir anlatı oluşturuyor ve adaleti intikamdan, masumiyeti suçtan ayıran o ince çizgiyi sorgulayarak insanın nerede durduğunu saptamaya, iyinin ve kötünün ne olduğunu tanımlamaya çalışıyor.

Eğer hayvanlar, kendilerini avlayan insanlardan intikam alsaydı ne olurdu? Tokarzcuk, karanlık ve feminist anlatısı boyunca bu soruya sorumlu bir aydın bilinciyle romanın protagonisti hayvansever bir İngilizce öğretmeni olan Janina Duszejko’nun dünyası üzerinden yanıt bulmaya çalışıyor ve vejetaryenliğin politiği üzerine egzistansiyalist bir eser ortaya koyuyor. Roman, Duszejko’nun komşusu Koca Ayak’ın ölümüyle başlamasının ardından köyde meydana gelen diğer gizemli cinayetlerle ve baş kahramanın kendisini bu karmaşanın ortasında bulmasıyla devam ediyor. Hikâye, Çek Cumhuriyeti ve Polonya arasındaki sınır bölgesinde konumlanıyor. Devletlerce çizilmiş hudutların insan hayatına olan etkisi karakterler arasındaki basit diyaloglarda dahi fark ediliyor ve sınır meselesi romanın ele aldığı problemlerden biri olarak okurun karşısına çıkıyor.

Tokarzcuk, Janina’yı hem toplumsal hem de sosyal anlamda dışlanmış bir karakter olarak resmediyor: Kendi mesleğinden emekli olduktan sonra köşeye çekilmenin aksine tutkunu olduğu şeyin peşinden gidiyor: İngilizce öğretmenliği yapmaya başlıyor ve William Blake çevirileri ile uğraşıyor. Aynı zamanda kendini astrolojiye adıyor. Doğum haritalarına bakarak insanları yorumluyor. Gezegenlerin konumuna göre olacakları öngörüyor hatta kendi ölüm tarihini dahi bildiğini iddia ediyor. Dini reddederek kozmik yasalara inanmayı tercih ediyor ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu savunuyor. Çeviri ve astroloji, Janina’nın insanlığın kaosundan kaçarak hayatı anlamlandırmaya çalışmasının bir yöntemi haline geliyor. Toplum, Janina’yı duyarlı anarşizmiyle, durduğu yerle, savunduğu fikirlerle, öfkesiyle ve tutkularıyla ‘’öteki’’ olarak görüyor ve soruyor: Janina kâhin mi, cadı mı yoksa deli mi?

Janina’nın doğaya ve hayvanlara karşı beslediği koşulsuz sevgi onun dünyayı ve insanı algılayış biçimini de özel kılıyor. Yıkılmakta olan düzen, yozlaşan dünyayla birlikte acımasızlaşan insanlık karşısında utanç, öfke ve üzüntü duyuyor. İnsanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi ve kendinden başka olan üzerinde kurduğu sınırsız tahakküm Janina’nın insanlıktan ümidini kaybetmesine sebep olurken doğayı ve hayvanı yücelterek onların adeta koruyucusu haline gelmesine yol açıyor.

Yazar, ‘’Öyle bir yaşta, üstelik öyle bir durumdayım ki, olur da Gece bir ambulans beni almaya gelir diye yatmadan önce ayaklarımı düzenli olarak yıkamam gerekiyor.’’ cümlesi ile daha ilk sayfadan anlatının ve ana kahramanın temel çatışmalarından biri olan ölüm-yaşam çelişkisini okura sunuyor ve roman boyunca metafiziksel öğeleri de katarak insanın ölümle, yaşamla ilişkisi üzerine bir yorum getiriyor. Bitimsiz bir devinim içerisinde olan dünyasında Tokarzcuk, rasyonel olanla akla aykırı olanı birbirine katıyor. İnsan doğasının uyumunu ve insan ruhunun aykırılığını sorguluyor. ‘’Her şeyi anormal, korkunç ve tehditkâr yorumluyorum, sadece felaket görüyorum. Ama Düşüş başlarken daha da aşağıya düşebilir miyiz?’’ diyerek çelişkilerin ve acımasızlığın kalbinde yer alan Janina’nın taşıdığı karanlık melankoliyi ve dünyaya dair kaybolan ümidini tüm çıplaklığıyla göstermeyi de göz ardı etmiyor.

Tokarzcuk’un, yarattığı imgelerle romantik dönemin en özel şairlerinden biri olan William Blake’i seçmesi tesadüf olmasa gerek. Blake dizelerinin hem metin dışı, ancak tamamlayıcı bir öğe olarak bölüm başlarında yer alması hem de ana kahramanın Blake şiirleri çevirisi yapması ve bu bağlamda tercih edilen dizeler metne iki boyutlu bir anlam katıyor. Semboller ve canlı imgeler aracılığıyla insan ruhundaki zıtlıklara, onun doğasına, iyi-kötü ilişkisine ve masumiyete yer verilen Blake dizeleri metne üslup anlamında şiirsel bir boyut kazandırırken aynı zamanda yozlaşan insana ve çürüyen dünyaya dair dizeler de metnin düşünsel boyutunu zenginleştiriyor.

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, ilk sayfasından bir polisiye roman izlenimi uyandırsa da ilerledikçe anlatı bambaşka bir yolculuğa evriliyor; ritmi durmaksızın artarken beklenmedik finaliyle okuru şaşırtıyor. Tokarzcuk acımasız; ancak çevreci, poetik ve politik anlatısında okurun başını döndürürken insan ruhunu adeta ameliyat masasına yatırarak, onu arayışa ve anlayışa davet ediyor.

Gizem Olcay- edebiyathaber.net (11 Şubat 2020)

Yorum yapın