Kapanmayacak yaralara mühür olanların hikâyesi: Kandan Adam | Funda Dörtkaş

Ekim 17, 2018

Kapanmayacak yaralara mühür olanların hikâyesi: Kandan Adam | Funda Dörtkaş

Hafıza, devamlılığını gündelik hayatın içindeki şüphelerle sağlayan hayatın, nesneler ve mekânlar aracılığıyla karmaşıklaştırdığı; insanı zahmetli bir kaydetme eylemiyle sınayan, yoran ve aynı zamanda anlamı yine onun varlığıyla kurmaya çalıştığı geniş bir alan. Gerekliliğini hatırlama ve unutma aracılığıyla mutlaklaştıran, insan ruhunu ve bedenini sınayarak kendi içindeki küçük bölümleri rastlantısal karşılaşmalardan kurtarmayı amaçlayan kategorik bir güç ve hakikat. Esin kaynağını somutla soyut olanın temasında bulan ve bu denli bilgelikle birleştiren hafıza için insan, başlı başına ayrı bir mekân öte yandan; hem bir biçim hem de varlık olarak.

John Berger’in kısacık anların ve karşılaşmaların içerisinde kayıt tutarak, yaşanmışlıkların ardında bıraktığı hisleri biriktirerek yazdığı yazılardan oluşan Fotokopiler adlı kitabında yer alan Göğsünü Açan Bir Adam yazısı, kalabalık pazar yerinde bileğitaşı aldığı esnada kör bir adamla karşılaşmasını anlatır. Alışverişi sonrasında kendisine verilen para üstünü kör adama uzatır. Parayı alan adam elinde tutar ve göğsünü göstermek için gömleğini açar. Göstermek istediği şey, gömleğinin iç tarafına çengelli iğneyle tutturduğu bir broştur. Bu broştaki madalyonda bulunan çarmıha gerilmiş İsa minyatürünün görünmesi için gömleğinin önünü bir süre açık tutar. Karşısındakini görmese de onun kendisine baktığını ve minyatürü gördüğünü duyar ve sonrasında şöyle der: “Göz bedenin lambasıdır. Gözlerin iyiyse bütün bedenin ışıkla dolar. Ama gözlerin kötüyse, bütün bedenin karanlığa gömülür. Eğer içindeki ışık karanlıksa, kim bilir ne büyük bir karanlıktır o karanlık.”* Kör adamın bu cümleleri doğrudan olmasa da dolaylı bir biçimde hayatın birbirinden keskince ayrılan alanlarına davet eder bizi. Görmekle duymak, bakmakla görmek ve hatırlamakla unutmak arasında değişen duyguları ve düşünceleri yorumlayabilmenin nasıl ve neyle mümkün olduğu hakkında düşündürür. Gözdeki ve içteki ışığın yoğunluğuna odaklanmadığımızdan karanlıkta sesini duyamadıklarımızı anımsatır.

Abdullah Aren Çelik’in Everest Yayınları tarafından basılan yeni romanı Kandan Adam, hafıza mekânı olarak şehrin, nesnelerin ve insanların yaşadıklarını kaydeden, kaydettiklerini, tıpkı o kör adamın gömleğinin içine gizlediği broşu göstermek isterken gömleğinin önünü bir süre açık tutuşundaki amacı ve duyguyu saklayan kısa ânı çevreleyen hikâyesindeki gibi, karşısındakini görmese de duyduğunu belli eden tavrını sayfaları içinde saklayan bir kitap. Cinayet büroda muteber bir komiserken, dosyasını açıklığa kavuşturmaya çalıştığı bir cinayet soruşturması sonrasında omzundaki yıldızları sökülerek arşivde görevlendirilen ve o günden sonra hayatı eskisi gibi olmayan, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nde görevli Ahmet Boz’un yorgun hikâyesini anlatan Kandan Adam, bir insanın yalnızlığını, mutsuzluğunu ve çaresizliğini kadim bir şehrin tarihsel/toplumsal bağlamına ekleyerek detaylandırıyor. Ahmet Boz’un görmediklerini, karanlığa gömülen bedenini ve ruhunu, oğlunu kaybettikten sonra günden güne bozulan evliliğini, her şeyden ve herkesten şüphe duymasına neden olan inançsızlığını, sevmediği hayatından kaçabilmenin tek olanağı saydığı ölümle hesaplaşmasını, şehir ve nesnelerle kurduğu bağı Diyarbakır’ın acılarıyla ve belleğinde sakladıklarıyla birleştiren Kandan Adam, gerek insanın gerek şehrin kendi hafızası içinde nasıl sürgün olduğuna da odaklanıyor.

İki kısımdan oluşan görev yerinde, arşiv odasının tozlu genişliğinde yer alan, anısı, dili ve sesi olan her eşyayla kurduğu ilişki dolayımıyla Ahmet Boz’un yaşadıkları, yeni cinayet dosyasıyla bir başka acının tecrübesinde büyüyor. Arşiv odasında kedisi Gece’yle geçirdiği kasvetli günleri, çalışma arkadaşı Serdar’ın masasına bıraktığı dosyaya iliştirdiği küçük not, uzun bir geçmişi tarihin tekerrürden ibaret günlerine ekliyor. Zira, bulunan ceset ve işlenen cinayet, eski tuhaf zamanların tarihi neticelerinden, o neticeleri kanlı birer başarı öyküsü olarak anlatanların zalimliğinden payını alıyor. Böylelikle bir insanın şehirle olan ilişkisi henüz kökleşmeden toprağından koparılarak arzularına (hayatla kurduğu ilişki bağlamında), beklentilerine ve yaşadıklarıyla yüzleşmesini engelleyen kararsızlığına tesadüf edemeden geçmişinden ve geleceğinden uzaklaştırılmış oluyor. Bu, varoluşsal ıstırabı Ahmet Boz’un içinde büyüyen boşlukla kapatan önemli bir detay aslında.

Abdullah Aren Çelik romanında, şehri ve diğer insanları bu büyük boşluğun çeperinde silinmeyecek birer leke olarak bırakıyor, hep hatırlanmaları için. Tarihin kibirli ve elbet zalim yanını, romanın ana bölümlerine eklenen ve yeni cinayet dosyasının kaderine içkin ara hikâyelerle öğreniyoruz. Bir okun açtığı yaranın, yıllar yıllar sonra atılan kurşunlarla açılan yaraların üstüne kapandığı yerlerden tekrar ve tekrar kanaması insan varlığının en kırılgan yanını da işaretliyor. Kan, sadece taşa toprağa damlamıyor çünkü. Derdini taşıyanın unutmak istediklerini, hafızasının gün yüzü görmeyen karanlığında yine kanla biriktiriyor. Biriken de bir mühre mürekkep bulayıp parşömen kâğıdına harflerle düşüyor. Yıllar boyu toprağın altında kalan o mühürün gizemi Ahmet Boz’a verilen dosyaya kalem oluyor. Dolayısıyla bu hikâyeler aynı zamanda Diyarbakır’ın kadim geçmişini merhametten yoksun lanetli kötülüklere reva görenlere, hak edilmemiş acılara ve ümitsizliğin yegâne kaynağı olan muktedirlere yakından bakmamızı sağlıyor. Çünkü hafızanın şimdiki ânla olan ilişkisi, geçmişin terk edilmiş gibi görülen ya da gösterilmeye çalışılan trajedisine kederiyle eklemli.

Ahmet Boz’un sorgulayışları ve yeni cinayet dosyasını çözümlemek için gösterdiği çaba, şimdiyle geçmişi yüzleştirmek ve arınmak için seçtiği tali bir yol aslında. Evliliğinde eşi Gülhan’la yaşadığı mutsuzluğun ve sevgisizliğin kaynağı olarak gördüğü yeri arkasında iz bırakmayacak şekilde temizleyeceğine olan inancı, cinayet dosyasındaki işaretleri takip etmesi ve kimseye haber vermeden kendi başına çözümleyebileceğine dair güveni, pişmanlıkları, hayatla olan kapanmamış hatta kapanmayacak hesabıyla yüzleşme çabasıyla eş değer. Bu nedenle şüphe ettiği herkes; emniyet teşkilatı, çalışma arkadaşı Cihan, Mesut, Serdar, müze müdürü Zeki Çelik, doktor Elif, Diyarbakır’ın üzerine karanlığıyla çöken Kâmil Bey ve adamları, Siraç Usta, Vecdet Dalan, İhtiyar, onu öldürmek adına takip ettiğini düşündüğü, tanıdığı emniyet mensupları ve eşi Gülhan, Ahmet Boz’a mahkum olduğu hüznü ve çaresizliği hatırlatanlar.

Eşyalar ve nesnelerle kurduğu ilişkilerle yoğrulan, hayatına ait hafıza mekânlarının içinden çıkan ve hatta onların ifadesiyle anlamlı kıldığı her şeyin odağında, Ahmet Boz’un varoluşunu zedeleyen sırlarının ifade alanı olarak yalnızlığı, şehri ötekileştirenlerin eliyle biçim verdiği bir kendini ötekileştirme hali. Ahmet Boz, kendi varlığına yine kendisiyle öteki. Abdullah Aren Çelik roman karakterlerini ve mekânlarını ayrımlaştırmadan, kullandığı metaforlarla derinleştiriyor. Öncelikle roman karakterlerinin çoğunun erkek olması, Ahmet Boz’un da bir erkek olarak iktidarla hesaplaşmasına vurgu yapıyor. Güçlü görünenler ve muktedirliği bilinenler arasında hesap soran ve fakat tüm bu cesarete rağmen güçsüz bırakan bir savaşın galibi oldu mu, var mı, tarihin erilliği o yüce söyleminde neleri ziyan etti sorusuna yanıt arıyor yazar.  Kadın karakter olarak Gülhan ve kedi Gece, Ahmet Boz’un hayatı için benzerlikleri ve uzaklıkları ile önemli birer detay. Gülhan, ismiyle müsemma Gece’de somutlaşan bir karakter. Kedi, metafor olarak romanın diğer bölümlerinde de karşımıza çıkıyor. Lakin “iyi” ve “kötü” arasındaki ayrımı belirginleştiren, romanda anlatı boyunca sürekli hareket eden, kaçan ve saklanan bir varlık olarak kedilerin nereye konumlandırılacağına her okurun romanın içinde takip edeceği izlerle karar vereceğini söylemek sanırım yanlış olmayacak.

Şehrin çehresine ve Ahmet Boz’un ruhuna sinen tozu ve karanlığı arındırmak için durmaksızın yağan; yolda, sokakta, faili meçhul mezarların üzerinde, evlerin çatılarında, arabaların üzerinde biriken kar, hafızanın insandan intikam alan soğuk yanına vurgu yapıyor. Bu vurgu yara izlerinde tekrar karşımıza çıkıyor. Yara izlerini yüzlerinde gördüğümüz karakterlerin yaşananlardan duydukları korkuya şefkat göstermek istercesine dokundukları yaraları; Ahmet Boz’un düşünürken yorulduğunda ve çaresiz hissettiğinde elinin üzerinde kanatmaktan çekinmediği beni, acıyı hatırlama ve elbette bedene hatırlatma uzamları. Aynı evin içinde sevgisizliği ve nefreti paylaştığı eşi Gülhan’a gelen aşk mektubuyla aldatıldığı hissiyle baş etmek zorunda kalan Ahmet Boz, varoluşundan bağımsız ama yaşadıklarından sebep bile isteye ruhuna inşa ettiği duvarların önünde eğiliyor.

Abdullah Aren Çelik, tarihsel zamanı ve uzamı, şimdiki zaman ve uzamla buluştururken, ilişkilerin akışkanlığını ve birbirleriyle olan ilişkilerini göz ardı etmiyor. Bu çabanın roman boyunca devam etmesini, Bahtin’in belirttiği gibi*; zamanın ve uzamın karşılaşmalarıyla algılayabileceğimizi düşünüyorum. Zamansallık öğesindeki duygu ve değerlerin yoğunluğuyla yaşanan karşılaşmaların, daha az yoğunlukla rastlaşıp karşılaşılan toplumsal hakikatlerle kesiştiği patikalar, normal şartlar altında aradaki mesafeyi kapatamayanların hayatlarını toplumsal mesafeyi kısaltarak buluşturabilir. Uzamın içine akan zaman, (romanda Ahmet Boz’un çalışma mekânı olan arşivden başlayarak yaşadığı eve kadar) her şeyin seyrini belirleyen olur. Dolayısıyla Kandan Adam, zaman-uzam arasındaki ilişkinin katmanlarını, değişip dönüşen noktalarını da atlamadan gerçek-kurgu-anlatı bağlamına yerleştiriyor. Böylelikle Ahmet Boz’un masasına konan yeni cinayet dosyasını onunla birlikte açan okur, Diyarbakır’ın her köşesinde, sokağında dolaşarak gördükleriyle duyduklarını karşılaştırıyor ve yine Ahmet Boz’la birlikte cinayeti kimin işlediğini bulmak için çaba harcıyor.

Kitabın sonunda yer alan atıf, romanı yeniden başlatıyor esasen. Ahmet Boz’un geri dönmek veya yeniden başlamak istediği yer neresi bilmiyoruz çünkü Kandan Adam, romanın bitiminde sorunun cevabını okura bırakıyor.

“Sonrasında olanlar acıdan başka bir şey değildi. Olup bitenler kırık dökük ve eksik bir hikâye bıraktı geriye. Kayıp bir hayal, uzak bir masal, terk edilmiş bir şehir, kalpleri teslim alan bir sızı ve arz ile arşın arasında kanayan bir yara bıraktı.”

Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (17 Ekim 2018)

* Berger, John. (2016), “Fotokopiler”, Çev: Cevat Çapan, syf. 93-95, İstanbul, Metis Yayınları.

* Bahtin, Mihail. (2001), “Karnavaldan Romana”, Çev: Cem Soydemir, syf. 315-317, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

Yorum yapın