İsmail Güzelsoy: “Aşk incelik gerektirir, rüya kadar kırılgandır.”

Kasım 15, 2018

İsmail Güzelsoy: “Aşk incelik gerektirir, rüya kadar kırılgandır.”

Söyleşi: Adalet Çavdar

İsmail Güzelsoy’un KaraKarga Yayınları tarafından M.K. Perker çizimleriyle yayımlanan yeni romanı “Süslü Hatıralar Sahnesi”  bir süre önce raflarda yerini aldı. En başta kardeşliği ve birine canı pahasına sahip çıkmayı anlatıyor Güzelsoy. Yokluğu ve varlığı beraber paylaşmayı ve her halükarda ayakta kalmayı dert ediniyor. Kahramanların başlarına pek çok trajik şey geliyor, kısa bir hayatın hikayesi insanın sırtına ne kadar ağır geliyor diye düşünmeden edemiyorsunuz okurken. İsmail Güzelsoy ile bugünün pek çok acısına, aşka ve metne dair ufak bir söyleşi yaptık. 

Öncelikle sormak istediğim ilk soru yeni romanınız “Süslü Harikalar Sahnesi”nin ne kadar otobiyografik ögeler taşıdığı. Iğdır doğumlusunuz, hayatınızın erken yaşlarında bir göç hikayeniz var, yazarsınız… Bunlar kitabın otobiyografik ögeler taşıdığını düşünmeme neden oldu.

Evet, uzun zamandır aklımda olan otobiyografik unsurlarla çeşnilenmiş bir roman bu. Büyülü gerçekliğe kadar uzanan bir fantastik anlatının içine, gündelik hayat sahneleri katarak bir kontrast oluşturmayı arzuladım. Tabii ki en vakıf olduğum hayatlara yaslanmayı tercih ettim. Bizim İstanbul’a göçme ve bir yer edinme maceramız, büyülü gerçekliğin o buğulu havasına çok uygun motifti. İtiraf etmeliyim ki, yazıya aktarmadan önce, tasarladığım sıralarda bu sahnelerin biraz kolaj etkisi yapacağına inanıyordum ama tuhaf bir şey oldu, kâğıda aktıkça, bizim hayatlarımızın da o büyülü çatı altında eriyip gittiğine tanık oldum.

İnsan çocukluğunda dünyaya daha farklı bakıyor. Hiçbir koşulu olmadan sahipleniyor, seviyor, bağlanıyor. Erdal ve Recep’in birbirine bağlanması, iki ayrı bedenle tek olmaları örneğin. Sizin kardeşleriniz var mı ya da çocuklarınız… Böylesine kardeşlik var mı, kaldı mı, gördünüz mü?

Romanda anlatılan iki çocuğun yaşadığı şeylerin büyükçe bir bölümü gerçekten abimle yaşadıklarımızın biraz romana uyarlanmış halleridir. İstanbul’a göçtükten sonra karşımızda gördüğümüz dünya bizi ürküttü. Biliyor musunuz, bir yere göçtüğünüz zaman bütün algı dünyanız büyük bir dönüşüme uğrar. Rüyalarınız bile değişir. O dünyanın değerleriyle geçmiş hayatınızı yeniden biçimlendirirsiniz. Şefkatli, uyumlu, sarıp sarmalayan bir dünyaysa, öncesinde yaşadığınız sıkıntıların izleri solup gider ama gaddar ve saldırgan bir dünyaya gelmişseniz, eski değerlerinize ya da oradan gelen insanlara sığınırsınız. Bizim geçmişten gelen ve yaşamayı sürdüren yegane değerimiz kardeşliğimizdi. Ona sığındık haliyle. Günümüz dünyasında böyle bir bağın olması mümkün elbette ama duygu iklimi çok kirli, iyi bir şeyler yaşamak için fazladan bedel ödemek zorundasınız. Eski melodramlardaki aşkları izlerken gülümsemiyor musunuz? Ne kadar kolay her şey, insanlar birbirini görüyor ve âşık oluyor. Şimdi, “Burcun ne?” diye soruyorlar önce. Duygusal kirlenme, bir türlü kabuklanmasına fırsat verilmeyen yaralar açıyor insanlarda. Herkes çok temkinli ve dolayısıyla da gergin. Böyle insanların duygusal derinliklere tüpsüz dalması mümkün değil, boğulurlar. O yüzden, şefkat çağı bitti. Medeniyet artık teknolojiye teslim oldu.

Hasta bir anne, giden bir baba, baş başa kalan ve başlarına gelmeyen kalmayan iki kardeşin hikayesini anlatıyorsunuz. Zor bir hayatları var, gerçi bugüne bakılınca kimin hayatı kolay o ayrı bir mesele. Bu kadar zorlukla yaşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında romanda arka plana atılan, sis gerisine saklanan düşünce biraz da bu. İki oğlan çocuğunun yaşadığı dramın arkasında, anneye sahip çıkamayış, onu babanın yasasına kurban vermek zorunda kalış vardır. Romanda öylesine geçilen, önemsiz bir ayrıntı gibi görülen bir “annenin kadınlık vazifelerini yerine getirememe” meselesi var. Bence romanın tamamına yayılan duygu durum buradan besleniyor. Çocukları yaralayan, onların kimlik inşasını zedeleyen ana motif bu. Geri kalan her şeyle baş edilebilir ama bir anneye sahip çıkamayışla kardeşlerin omzuna yıkılan duygusal yük çok fazla.

Sahne, karga, Filiz, o mahalle, o ev, beraber büyümek bütün bu imgeler ve kavramlar Erdal ve Recep’in kardeşliğini perçinliyor. Erdal kendini uzun bir süre boşlukla imtihan ediyor, onun için yolu Filiz ve Recep buluyor. İnsan bazen kendi yolunu bulamıyor ya da bulduğu yol üzerinde kayboluyor. Bir yoldaşlık önemli. Ama gün yani bugünler sanki pek bunun için değil gibi. Sizce insanlar neyi kaybetti ve bu kadar yalnız kaldı?

Şefkat… Sadece alıcısı olmaktan söz etmiyorum, onu verme yeteneği de bir mutluluk vesilesidir. Aslında Filiz, katı, kararlı, dominant bir kişilik gibi görünse de, sevecen bir yapısı var. “Kelebekler Kanattır” bölümünü sırf onu biraz daha iyi tanımlamak için koydum romana. Yalnızlığın iki türevi vardır ve bence burada çok dramatik bir hata yapıyoruz. Yalnız kalmak ve yalnız bırakılmak arasında gözden kaçırdığımız çok büyük farklar var. İnsan yalnız kalmak isteyebilir, kendisiyle dertleşir, yaralarını onarır, gücünü toplar filan ama yalnız bırakılmışlık hali ıstırap kaynağıdır. Bu çağın insanı yalnız değil, yalnız bırakılmış, terk edilmiş durumda. Yedi küsur milyar yalnız can, avunmak için bir şeyler kovalıyor. Dev bir çiftlik burası artık. Şehirlere baksanıza, beton kulelere tıkılmış, soluk alamayan, gökyüzünü göremeyen, bir kuş sesi duyamayan ve sohbet arzusunu sosyal ağlarda, tanımadığı insanlarla gidermeye çabalayan, en pahalı telefonu aldığı zaman daha kaliteli sohbetler yapabileceği gibi, bâtıl bir akıl şaşmasıyla kıvranıp duran “ölü canlar” kalabalığı… Unutulan şey ne biliyor musunuz? Mutluluğun kaynağı sadece sevgi almak değil, vermektir de. Hatta biraz daha ileri gidelim, mutluluk alınan-verilen bir şey bile değil. İnşa edilen, yaratılan, birlikte tasarlanan bir durumdur.

Aşk bir kurtarıcı oluyor Recep’in hayatında ama sonlara doğru hayat iyice acımasız oluyor. Okurken insan biraz neşelenmeye görsün hemen bir darbe alıyor. Aşk bu hayatın neresinde duruyor?

İçinde zerre kadar sevgi olmayan insanların aşık oluşuna ya da öyle inandığına tanık oldum. Sevemeyen insanın yaşadığı aşk patolojik bir düşkünlükten başka ne olabilir k? Yahu sev önce, sev, hoşnut et, hoş tut, kasvetini gider, gönlünü al, aşka gerek bile kalmayabilir. Kapınızın gerisindeki herkese ıstırap çektireceksiniz ama evinizdekilere sevgi, aşk besleyeceksiniz, öyle şey olur mu yahu? O bir iyelik durumundan başka bir şey olamaz. Seviyorsanız, hayatı, canlılık hallerini seversiniz. Bir insanı severken, bir ağacın canı da değer kazanır sizin için. Bunca aşk hikayesi nereye gidiyor? Kime yazılıyor, kim okuyor, kim ciddiye alıyor, ne yaşıyor? Ortada aşk yok ama hikayesi var, onunla idare ediyoruz işte. Senin şehrin bir beton ormanına dönüşüyor, İstanbul’da yaşıyorsun ve denizi göremiyorsun, ne aşkı Allah aşkına? Aşka bir sahne kalmadı ki. Kağıt helva yiyecek olsan, zehirlenirsin. Barbarlığın hayatı ele geçirdiği, insanlık tarihi boyunca yaratılan bütün değerlerin ilkel bir tüketme arzusuyla hoyratça kullanıldığı bir çağa geldik. Aşk incelik gerektirir, rüya kadar kırılgandır. Bu betonarme cehennemde soluk alamaz.Çok mu karamsarım? Bana bakmayın, yaşayabiliyorsanız şansınızı deneyin. Her zaman küçücük bir ada bulursunuz. Yoksa da belki siz kurarsınız adacığınızı. Biz de oturmaya geliriz.

Süslü Hatıralar Sahnesi tabelasını taşıyan lunaparkın da kara bir hikayesi var. Orası Erdal ve Recep’in olsa diye düşünmedim değil romanı okurken. Recep ve Erdal için bir imge, her şeyin güzel olacağına dair. Peki insanın süslü hatıra sahnesinde bu kadar çok keder gerçek midir? Roman kahramanlarının üst üste yaşadığı travmalar okur içinde ağır değil mi?

Fotoğraf: Fethi Karaduman
Fotoğraf: Fethi Karaduman

Birkaç kuşağın yaşadığı drama gönderme yapan bir hikâye o. Başta Deniz Gezmiş ve arkadaşları, sonradan Erdal Eren anılıyor. Bunlar rastgele seçilmiş figürler değil. Her kuşağın önüne bir kurban atılıyor. Mesele yalnızca Erdal Eren’in asılması değildi, onun şahsında bir kuşağı iğdiş ettiler. Bir kuşağın bütün direncini kırabildiler. Her başkaldırı, her reddiye acımasızca cezalandırıldı. Bizim roman kahramanlarının yaşadığı dramın bu kastrasyon haliyle karmaşık bir ilişkisi var. Romanda yine çok öne çıkarmaktan kaçındığım bir ilişki bu. Lunaparkın enkaz halinde oluşu tam da bunu anlatıyor zaten. Lunapark nedir, şöyle bir hayal etsenize. Çocuklar gider, orada oynar, sevinir, mutlu olur filan, değil mi? Bu lunapark bir harabe. Yani iğdiş edilmiş bir çocukluğun hikâyesi. Bu ülkede çocuklar ancak iğdiş edildikleri zaman olgunlaşmış oluyor. Askerliğini yapmayana kız vermiyorlar, neden? Çünkü askere gidip ezileceksin, dayak yiyeceksin, bütün insani sorgulama yetin iğdiş edilecek ve sen adam olacaksın. İşte Ortadoğu toplumlarının “adam olmak”tan anladığı bu. Özgür ve özgül bireyliğin sistematik olarak ortadan kaldırılışı. Askere gittiğimin ikinci günü babamı affettim. İçimizdeki çocuk öldüğü zaman biz doğuyoruz. Kadınlar başka türlü iğdiş ediliyor, yaratıcı enerjisi tüketiliyor, erkekler başka türlü. Kahramanların yaşadığı travmalar aslında okurun yaşadığından daha ağır değil, demek istiyorum. Kimse kendi yaşamadığı acıyı başkasında göremez. Gördüğünü zanneder ama sadece aklıyla anlamayı becerebilir, göremez.

Günümüzde mutlu romanların yazılması zor mu? Ya da sonu mutlu biten hikayelerin romanlık bir değeri yok mu?

Benim mutluluk dolu romanlarım çoktur. Son yazdığım Hatırla romanım çok mutlu bir romandı örneğin, en azından umut doluydu. Tüm acılara rağmen, uzak gelecekte iyi şeyler olacağını hissediyorum ama şu anda yaşadıklarımızdan mutlu hikaye az çıkıyor işte. Bazen iyimser olmak için kendimi zorluyorum ve bu beni daha da kötümser yapıyor. Gözümü açtığım anda sokaklarda kağıt toplayan çocukları görüyorum. Geçen yıl 80 kişi, dünya halklarının tam yarısının kazancına eşdeğer para kazandı, nasıl olacak peki? O 80 alçağın hikayesini mi yazayım, yoksa onlara mı yazayım? Sanatçının muhalif olmasına gerek yok, sanatçı olduğu zaman zaten dünyayı karşısında bulur. Dürüst olsun, yeter. Yaşanan ilişkileri reddetmek siyasi bir tutum değil, insani bir tepkidir. “Bu malzemeden daha iyi yemek çıkar” demek siyasi bir tavır olabilir mi? Hayat çarçur ediliyor. Kentler yağmalanıyor, denizler, hava, doğa, toprak… gezegeni öldürüyorlar. Ayrıca yazdığım en karanlık hikâye bile bir umut kırıntısı taşır, çünkü ben öyleyim. Bir yanım her zaman güneşe dönüktür. Yani her şeye rağmen, birileri şu rezil ilişkilere itiraz edecekse, belki romanda umut ve mutlu son yoktur ama hayatta, onu okuyanda olacaktır. Romanlar hayatı rafta durarak değiştiremez, onları okuyanlar değişir ve onların dünyaya itirazı giderek daha duyulur hale gelir, sonra hayat değişir işte. Yavaş yavaş, mutsuzluğu hak etmediğine inanan insanlar yeni ilişkiler hayal etmeye başlar ve bir bakarsınız ki, bir şeyler hiç umulmadık bir anda değişmeye başlamış. O mutsuz sonlu romanların verdiği güçle, şevkle…

Metniniz çok temiz ve çok özenli. Kelimeleriniz, imlanız, detaylarınız. Bir süredir pek çok yazar ve yayıncıdan görmediğimiz bir özen söz konusu. Perker çizimleri ise okurlar için bir mola oluyor. Kutlukhan Perker ile nasıl bir çalışma yolu izlediniz?

Süslü Hatıralar Sahnesi, KaraKarga için yapılmış tek kitaplık bir projeydi. Kutlukhan gibi hayallere can katan bir çizerle çalışmak müthiş heyecan verici bir şeydi benim için. Rüyalarının içinde gezinmek gibi bir duygu. Çizimler bitince, kitaplaşmış haline baktığım zaman çizimlerin hikayeyle nasıl bütünleştiğini, onu nasıl beslediğini görünce çok etkilendim gerçekten.

Sizin yazarlık kariyeriniz için nasıl bir yerde duruyor “Süslü Hatıralar Sahnesi”?

Bu roman şimdilerde “ara roman” dedikleri gibi bir şey oldu bir bakıma. Bu tanımı hiç sevmiyorum. Sanki baştan savma, “yazdım ama benim için bir önemi yok” dercesine, ara sıcak gibi, ara roman denmesinden hoşlanmıyorum. Ama yaptığım uzun erimli programın bir parçası değildi. Önümüzdeki kış “Can Direği” isimli bir seriye başlayacağım. Çizimlerle canlanacak bir roman fikri gündeme gelince, her şeyi bırakıp buna gömüldüm. “Ruberu” isimli başka bir seri bu. Kurgusal yapısı gerçek olaylarla beslendiği için okuması daha kolay… İleride serinin başka kitapları da olacak. Ben bir dergi yazısına da, yıllarca üzerine kafa yorduğum romana da aynı ciddi özeni gösteriyorum. Çünkü yazı dünyayla temas noktam, dünyaya yazıyla dokunuyorum. O da bana… O yüzden, bir virgül için rahatlıkla bunalıma girebiliyorum. Benim için yazı hayatın ta kendisi yani. Süslü Hatıralar Sahnesi’nin tek ayrıcalığı, içinde bizim kırık çocukluğumuzdan sahneler taşıması. Biraz süslü sahneler…

Adalet Çavdar- edebiyathaber.net (15 Kasım 2018)

Yorum yapın