Çatışma ve dönüşmelerin orta yerinde | Ceren Cevahir Gündoğan

Temmuz 30, 2018

Çatışma ve dönüşmelerin orta yerinde | Ceren Cevahir Gündoğan

Irmak Zileli’nin son romanı Gölgesinde (Everest, 2017)’nin içeriğinin, duygusal ve düşünsel “yük”lerden kaçınan okura göre olmadığını baştan söylemek zorundayım.

Irmak Zileli, Eşik (Remzi, 2011) ve Gözlerini Kaçırma (Remzi, 2014) romanlarında işlediği ana-baba-çocuk, kuşaklar arası ilişkiler ve etkileşimler bahsine bu romanda da devam etmekle birlikte çemberi bir hayli genişletmiş, romanını çemberin dışındaki insanlara ve hayvanlara da açmış bu sefer. Üstelik “aile” içi ve dışı ilişkileri olağanüstü bir derin kazıyla toprağın üstüne çıkararak.

Kahve falına bakan bir falcı gibi konuşayım. Bu romanda ben, bir çember görüyorum. Bakın, şurada, görüyor musunuz? O çemberin içinden düz bir sopa çıkıyor ve sanki sonsuza doğru uzanıyor.

Çember, romanın ilk yarısına, kaybolduğu farzedilen Leylâ’nın kocası psikiyatr Fikret’le polis memurunun arasında geçen diyaloglara ve tuhaf olaylara ilişkin bölüm. Düz çizgi ise Leyla’nın anlatımına dayanan, romanın ikinci bölümü.

Romanda elbette çemberden ya da bir sopadan veya düz çizgiden söz edilmiyor. Bunlar benim tahayyülümden çıkmış semboller. Neden böyle adlandırdım bu iki bölümü? Çünkü bir çembere sıkışmış, onun içinde dönüp duran, zaman zaman bir başkasına dönüşen ama ne kendini aşabilen ne de başkalarına ulaşıp onlarla birlikte dönüşen bir erkek var: Fikret. Leyla’nın kaybolmasıyla içine girdiği bunalım ortamında, dört duvarın içine hapsolduğu evinde, sanrı mı yoksa gerçek mi olduğu belli olmayan bir polis memuruyla cebelleşerek dönenip durmaktadır. Fakat bu bunalımlı çemberin dışına asla çıkamamaktadır, ne fiziki olarak, ne de zihnen ya da ruhen. Adeta bir hücre mahkûmundan farkı yoktur. İkinci bölümde ise, bu çemberi yarmaya çoktan karar vermiş bir kadının, Fikret’in karısı Leyla’nın düz bir çizgide ileriye doğru kararlı yürüyüşünün öyküsünü okuruz. Tehlikelerle dolu bir şehirde bir kadın olarak, nereye gittiğini bilmeden yürüyüp gitmeyi göze almış, cesaret etmiştir. Üstelik bu hem fiziksel anlamda bir yürüyüştür, hem de zihnen ve ruhen. Bu, pozitivist erkek Fikret’in, sezgileri ile hareket eden kadın Leylâ karşısında aldığı ilk mağlubiyettir belki de.

“Kötü Fikret”, “iyi polis”…

Birinci bölümdeki aşılmaz çemberin içinde iki kişi var: İsmi bilinmeyen polis memuru ve psikiyatr Fikret. Polis belli ki tüm sıradanlığıyla ve soğukkanlılığıyla düzeni temsil ediyor. Üstelik oldukça düzgün bir düzen temsilcisi kendisi. Ne bağırması var, ne çağırması. Hatta Fikret’in sinirli çıkışları karşısında son derece anlayışlı, müşfik. Yer yer sevimli bir aile babası görüntüsü bile veriyor. Kısacası görevini yerli yerince yapan, aklı başında bir düzen temsilcisi. Bu bakımdan polise söylenecek bir şey yok. Polisle ilgili bütün değişimler Fikret’in kafasındakilerden ibaret. Gerçekçi ve pozitivist Fikret, iddialarının tersine oldukça bunalımlı bir tip olarak çıkıyor karşımıza. Bu da bir nevi hayatın ironisi. Sen bu kadar gerçekçi, ayakları yere basan, doğal bilimlere inanan, sezgilere ve sanrılara hayatında nebze kadar yer vermeyen biri ol, sonra da kalk okurun karşısında olmayacak ilüzyonlarla, hayali dönüşümlerle, bunalımlarla, aynaları kırarak falan kendini rezil rüsva et. Tabii buna biraz polisin bir yandan safça denebilecek bir yandan da Fikret’in paranoyalarını körükleyecek sorularının sinir bozuculuğunu da eklemek gerekir. Kısacası, Leyla’nın kaybolmasının sıkıntısı yetmiyormuş gibi bir de evin içinde bu sinir bozucu adamın varlığını çek, gerçekten zor bir durum.

İki kişilik tımarhaneden kaçış…

Fikret’le ilgili bölüm ne kadar içinden çıkılmaz bir çemberse Leylâ’nın bölümü de bu çemberden çıkışın öyküsüdür. Bu çıkış Leylâ’nın durmaksızın yürümesiyle sembolize edilir. Leylâ’nın annesi Cemile Hanım da önce yazarak kaçmış, ardından kim bilir belki de kendisini “deli” eden o çemberden fiilen arabayla kaçmaya çalışırken bir ağaca çarparak ölmüştür. Bu bir intihar da olabilir, belki de ölüme kaçtı ama en azından çemberden kaçtı ya da kaçmaya teşebbüs etti.

Leylâ da Cemile Hanım’ın yolunu izliyor. “Aile” ya da “yuva” denilen o iki kişilik (çocuklarla bu sayı artar) çemberden ya da tımarhaneden kaçmak için o da yazmaya yönelmiş, ardından bu eylemini bir yürüyüş-yazı serüveniyle sürdürmüştür.

Romandaki iki kadın da çıkış yolunu bulabilmek için önce bir şeyler yazmayı denemişlerdir. Sezgiselliği dayanan, el yordamıyla yapılan denemelerdir bunlar. Sonunda yazılanlar yazanların eliyle küle dönüşür. Peki kaybolmuş mudur? Onu romanın sonunda anlarız.

Kaçışla birlikte yol arkadaşı “Gezgin” de Leylâ’ya eşlik eder. Zaman zaman gözden kaybolarak zaman zaman ortaya çıkarak. Leylâ yürüyüşünde onu yanında veya oralarda bir yerlerde hisseder ama yine de yalnız bir yürüyüştür bu. Hedefsiz ve yalnız bir yürüyüş.

Kavram çiftleri

Leylâ amaç dışı yürüyüşünde, Gezgin’in (Cihan) dışında tamamen tesadüfi olarak bazı insanlara ve hayvanlara rastlar, onlarla arkadaş olur, bu arada Fikret’in muhafazakâr-pozitivist ve düzenci dünya görüşüne zıt düşünceler geliştirir (belki de Fikret’in anti-tezi olarak sezgisel bir şekilde ne zamandır geliştiriyordur bu düşünceleri). Bazen Gezgin’le, bazen kâğıt toplayıcısı Mahir’le paylaşır bu düşüncelerini. Böylece roman boyunca, farklı farklı insanlarla karşılaştığımız gibi farklı kavram çiftleri de çıkar karşımıza.

İdrak ve keşif gibi örneğin: “Keşfin bir sonu yok. Keşfettim derken bile tamamladığın değil, hâlâ içinde olduğun bir şeyden söz ediyorsun… İdrakte tamamlanmış bir şey var. Erkekçe bir şey,” (s. 288-289)

Ve gezgin ile fatih gibi: “Peki, gezgin ile fatih arasındaki fark üzerine düşündün mü hiç? …gezgin… üzerinde yürüdüğü toprağı ele geçirmeye çalışmaz… Sürekli değişen bu evrende, herhangi bir şeyi ele geçirebileceğimiz fikrine kapılmak ahmaklık değilse nedir?” (s. 322-323)

Ya da tamlık ve eksiklik, mükemmellik ve kusur gibi: “… eksiklik bizi ele avuca sığmaz yapıyor, bizi donukluktan koruyor. Tam olduğumuz anda devinmeyi bırakırız.” (s. 324); “… eksik ve zayıf olduğunu saklamayan bir yazarla karşılaştığımda mutlu oluyordum.” (s. 204)

Ve aidiyet konusunda iki zıt anlayış: “… birine ya da bir yere ait olmak yerine, pek çok şeyin aynı anda parçası olmak mümkün ve yeterli değil mi?”

Ya da Mahir’in şu sözleri bir mülksüzler manifestosu gibi değil mi: “Çünkü ben posalarla ilgiliyim, diyor, çöpe atılanlarla, kimsenin dönüp bakmadıklarıyla, sahibinin bile gözden çıkardıklarıyla, yani aslında tümüyle sahipsiz kalanlarla, kimsenin üzerinde hak iddia edemeyecekleriyle.”

Böylece, kocası Fikret’in bunalımlar içinde başını polisin dizlerine dayayıp ağladığı veya terapiye yattığı anlarda Leyla, Gezgin’in refakatinde ya da kendisini uzaktan izlemesiyle, kasvetli, merhametsiz hayatın içinde dışlanmışların şenlikli, merhametli ışıltılarını, seslerini keşfederek ilerlemeye devam eder: “Biz buradayız çın çın. Seni koruyoruz çın çın. Ne zaman istersen gelebilirsin çın çın. Kapımız sana hep açık çın çın.” (s. 254)

Erkek?

Yukarıdaki kavram çiftlerinden birinin arkasında hep erkek ve erkeklik var gibidir. Öte yandan romanda polisin bir ara kadına dönüşmesi, Mahir’in bir an için kadınsılaşması kadınla erkek arasında öyle katı sınırlar olmadığını ima eder gibidir. Fizik olarak yoktur bu katı sınırlar ama zıtlaşan kavramlarda bir baskı öğesi olarak erkeklik ideolojisi katı bir biçimde kendini gösterir. Bu yüzden Leylâ, Gezgin’in (Cihan’ın) Fikret’in ve babasının sakallarından farklı, “kendinden emin ve yayılmacı” olmayan sakallarına bakıp, “Cihan’ın tam bir erkek olmamasını iyiye yoruyorum” der.

Nitekim, Leyla’nın gece vakti bir süre bir parkta uyumak zorunda kaldığı tehlikeli yolculuğunda ona giysiler vererek, yatacak yer sağlayarak ya da eşlik ederek destek olanlar ya kadınlar ya erkeklikten kadınlığa döndükten sonra erkekleri sevemediği için bu sefer lezbiyenliğe dönen Aslı gibi artık aseksüelliği seçmiş olanlar ya da Tripod gibi daha üç aylıkken insan ya da erkek zulmüne uğrayıp tek bacağını kaybetmiş köpekler ve diğer sokak köpekleri veya Cihan, Mahir gibi, tam erkek olmayan, erkekliğin bilinen kodlarından uzak erkeklerdir. Romanın doruklarından biri Alev-Aslı-Tripod “aile dışı ailesi”nin yaşadığı o küçük evde geçen bir akşam ve sabahsa, diğer bir doruk da kâğıt toplayıcı Mahir’in anlatımıyla Zeliş’in dramatik, göz yaşartan sonudur.

Fakat en büyük doruk, gecenin zifiri karanlıklarında, bir park fundalığında uyuyakalmış, kimsesiz ve korunmasız bir kadını yüreğinin ışıltısıyla ve merhametiyle çekip alan kişiye, toplumda “dönme” ya da “ibne” diye aşağılanan birine, romanda şaşırtıcı seksüel kargaşasıyla temayüz eden Aslı’ya aittir. Romandaki bir diğer esaslı saptama olan, “bir arada olmak için melezleşmeyi göze almak zorundasın” fikrini de doğrular ve kanıtlar gibidir Aslı’nın varlığı.

Hayvan!

Gölgesinde romanı her ne kadar imaj olarak bir erik ağacının gölgesini ima etmekteyse de romanın içinden ve üstünden hayvanların gölgesi eksik olmaz. Tripod, o üç ayağıyla romanın baş hayvan kahramanıdır. Tripod’u izlerken romanda, onun şahsında başta köpekler olmak üzere hayvanların insanlardan çok daha fazla sosyal canlılar olduğunu canlı bir şekilde görüyoruz.

Ve kocasının bile bile ölüme gönderdiği kedisi Mecnun’un ölüsünü apartmanın bahçesine gömmek için apartman yöneticisi ve “yedi düvele” karşı hiç istifini bozmadan mücadele eden, tüm “kuralları” çiğneyen “ev hanımı” Elâ belki sadece oradaki duygusuz yaratıklara değil, romanı okuyan ve okuyacak herkese, hepimize esaslı bir insanlık-hayvanlık dersi verir gibidir.

Ve Zeliş’in trajik öyküsünü anlattıktan sonra Mahir’in, ortalama insanı da, ortalama felsefeyi de şaşırtacak şu sözleri dikkate değer: “Ben insan mıyım acaba? Ben insan ile hayvan arasında bir şey olmalıyım. Keşke tümüyle hayvan olabilseydim. İnsanlığımdan sıyrılmaya çalışıyorum ama ne kadar çabalasam yine de olmuyor.” (s. 310)

Ve ormanın kıyısında, “Uygarlığın doğa karşısındaki, insanın hayvan karşısındaki kibrinin nasıl boş bir kibir olduğunun farkına varmanı sağlar orman” (s. 323) dedikten sonra ormandan gelip Leylâ ile Cihan’ı korumaya alan köpek sürüsünün içinden geçip onlara refakat eden köpeklerden birine dönüşür Cihan (Gezgin): “Artık karşılaştığım hiçbir şey beni şaşırtmıyor. Hemen yanımda boz renkli köpeği göreceğimi biliyorum… Yere çömeliyorum. Sarılıyorum ona… Bir yandan da sarıldığım Cihan. Peki ama Cihan kim? Bu köpek kim? Nilgün, Elâ, Aslı, Nuriye, Osman, onlar kim? Bir romancı için roman kahramanları kim?” (s. 327)

Ve Leylâ’nın “uzun yürüyüşü”, çevresindeki köpeklerle ilerlerken sona erer.

Romanın yapısı üzerine birkaç söz…

Öncelikle belirteyim, roman gerçeklikle fantazyanın ustalıkla iç içe geçtiği bir yapıda. Fikret gibi okuyucu da neyin gerçek neyin hayal olduğundan bir türlü emin olamıyor. Belki de romanda söylendiği gibi, “Gerçeğin de aslında birinin kurgusu olduğunu bir türlü” anlayamıyoruz. (s, 184)

Gerçekle hayalin iç içe geçmesi gibi, olağanla olağanüstü de iç içe geçiyor romanda. Bunlar sürekli birbirine dönüşüyor. Her gün rastladığımız olağan bir şey iki adım ötede müthiş bir olağanüstülük olarak çıkabiliyor karşımıza. O zaman da romanın kendine özgü gerçekliği doğrudan hayatın gerçekliğine, hayatın gerçekliği de romana özgü fantastik bir anlatıma dönüşebiliyor. Bunu da romancının başarı hanesine yazmak gerek sanırım. Örgü ve geçişler de son derece yerinde.

Diğer romanlarından da bildiğimiz gibi, Irmak Zileli’nin, küçük insan davranışlarının, ayrıntıların arkeoloğu olduğunu bu roman için de söyleyebiliriz. Öyle ki, okuruna şöyle bir rahat nefes aldırmayacak kadar disiplinli bir yazar. Birbiri ardına gelen sıkı cümlelerle bir an bile dikkatin dağılmasına izin vermiyor.

Bence son yılların en toplumsal ve en bireysel, bu ikisini ustaca birleştiren romanlarından biri Gölgesinde.

Ceren Cevahir Gündoğan – edebiyathaber.net (30 Temmuz 2018)

Yorum yapın