İrem Uzunhasanoğlu: “Amacım, kendini var etmek için hep başkalarının hikâyeleri peşinde koşturan ama en nihayetinde kendi hikâyesini bulan genç bir yazarı anlatmaktı.”

Kasım 2, 2018

İrem Uzunhasanoğlu: “Amacım, kendini var etmek için hep başkalarının hikâyeleri peşinde koşturan ama en nihayetinde kendi hikâyesini bulan genç bir yazarı anlatmaktı.”

Söyleşi: Neslihan Ünsal 

Geçtiğimiz aylarda Ufkun Öte Yanı adlı romanı yayımlanan yazar ve Mevzuedebiyat.com’un kurucularından İrem Uzunhasanoğlu’yla okurluğundan, yazarlığına Ufkun Öte Yanı’nın titiz yazım sürecine  dair bir söyleşi gerçekleştirdik. İrem Uzunhasanoğlu, kurmaca ile gerçeklik arasındaki uyumu nasıl yakaladığını, okuru romanla buluşturmanın kendi için ne ifade ettiğini ve daha fazlasını yanıtladı.

Son romanınız olan Ufkun Öte Yanı adlı kitabınız okurla buluştu. Bu romanı yazma süreciniz nasıl başladı?

Ansızın başladı. O zamanlar öğretmenlik yapıyordum. Kahvemi tazelemiş, ofisimde oturuyordum, iki üç saat ders aralığım vardı. Normalde öğrencilerin sınavlarını kontrol etmen ve ders planı hazırlaman gerekir. Önüme boş bir dosya açtım. Dosyaya “Aren” ya da “Afrin” yazdım. Altına “her şeyin zamanı şimdi” yazdım. Karakterim gözlerini uçakta uzun bir yolculuk esnasında açacaktı. Çünkü kişisel olarak geliştiği uzun bir yolculuktan dönüyor olacaktı. “Hayır,” dedim “böyle değil, acı bir şey sonucu kendi başının çaresine bakmalı”. Aklımda bir sürü şey uçuşmaya başladı, rahip, su, dünya savaşları, bu coğrafyada yaşayan ve ötekileştirilen halklar… Boş bir defter açıp kafamdaki taslağı yazmaya başladım. Öğrencilerle de hep kurgu, olay örgüsü çalıştığımız için sistematik bir şekilde alt alta kafamdaki kurguyu yazdım. Kafamda ısrarla hayata direnen Aren konuşuyordu. “Ölmedim, ölmedim,” diyordu. Ders saatim yaklaşmıştı ve ben kulağımda kulaklıkla, konsantre olmuş bir halde deli gibi yazıyordum. Birden aklıma romanın ilk cümlesi geldi, “Gözlerini hayatının geri kalanına araladı, ölmemişti.” Bazen bir romanın ilk cümlesi en başında, bazen de ortalarında gelir insanın aklına. Benimki en başında gelmişti. Dersime üç-dört dakika geç kalmıştım, ki bu çalıştığım okul için büyük bir sorundu. Zafer kazanmış edasıyla dersime girdim. O gün anneme mesaj attığımı hatırlıyorum “Bu sefer oluyor galiba”. O senelerde bir blog tutuyordum, orada hayatımla ve okuduklarımla ilgili yazılar kaleme alıyordum, binlerce tıklanıyordu. Robert Kolej ise öğretmenliğimin yanı sıra bunu yapıyor olmamı takdir ediyor ve destekliyordu. Artık roman yazmam gerektiğini söylüyorlardı. Onların da verdiği destekle o zaman ismi o olmayan “Ufkun Öte Yanı”nı yazmaya başladım. Yaklaşık yirmi-otuz sayfa yazmıştım. O aralar Yaşar Kemal’in Mübadeleyi anlattığı Ada dörtlemesini okuyordum. Kendisi de edebiyat mezunu olan anneannemle okuduğum romanı paylaştım. “Neden bizim hikâyemizi de yazmıyorsun? Biz de mübadiliz,” dedi. O an anneanneme ödemem gereken bir borç olduğunu hissettim ve bu romanımı çekmeceye kaldırdım. Daha önemli bir işim vardı, o da anneannemin Serez’den ve Midilli’den Edremit’e gelen, oradan doğuya giden hikâyesini anlatmak… Uzun süren bir yayımlama macerası sonrasında ilk romanım Gitme, Gül Yanakların Solar basıldı. Basılır basılmaz ise çekmecemde derin bir uykuda olan Aren’i ve Refika Hanım’ı geri çağırdım, sohbetimizi yeniden geliştirdik. İsminin anlamı “çöldeki en parlak kum tanesi’ olan karakterimi ismi gibi parlayacağı bir maceraya çıkarmak istiyordum. Amacım, kendini var etmek için hep başkalarının hikâyeleri peşinde koşturan ama en nihayetinde kendi hikâyesini bulan genç bir yazarı anlatmaktı. Bunun yanı sıra yaşı ilerlemiş bir yazarın son yıllarını yazmak istiyordum. Leyla Erbil’in ölmeden önce “Benim okurum mu varmış?” dediği cümle içime işlemişti. Bunu da romanın bir yerine yazmak istedim. O dönem hidroeletrik santrallere karşı direnen halk gündemdeydi, suyuna sahip çıkmak isteyen insanlar ellerine pankartlar alıp sokağa çıkıyordu. Bu meseleyi de ele almak boynumun borcuydu. Kitabımın 1955/56 yıllarında yazılmış bir kısmı var. Orada da 6-7 Eylül olaylarına değindim, ki bu da benim canımı acıtan hadiselerden biridir. Kısacası bu romanda yazdığım ne varsa, hepsi, tamamı… Hikâyelerimiz suya yazılı kalmasın diyeydi…

İngiliz Filolojisi lisans eğitiminizden sonra aynı alanda doktora eğitiminize devam ettiniz ve Cambridge Üniversitesi’nde Uluslarararası Öğretmenlik eğitimi aldınız. Eğitiminiz yazarlığınızı nasıl etkiledi, ne kattı, ne götürdü?

Alice Munro, Nobel Edebiyat Ödülünü alırken yaptığı konuşmada “Edebiyatın eğitimini alsaydım ve teknik bilgilere hâkim olsaydım bu kadar verimli yazamazdım,” diyordu. Benim için de Amerikan ve İngiliz Edebiyatı okumanın avantajı çok fazla roman okuyup dünya edebiyatına, tekniklere, akımlara, çığır açan yazarlara çok fazla hâkim olmamdı, dezavantajı ise Joyce’un, Hemingway’in, Steinbeck’in varlığından haberdar olduktan sonra bu yazın geleneğinin üzerine yazmaya çalışmaktı. Belki de o yüzden hep geciktirdim, erteledim yazmayı. Yazarlığın büyük bir kısmının da içgüdüsel olduğunun kanısındayım. Murakami bir röportajında ilk romanını aniden mutfak masasında yazmaya başladığını ve ilk romanı bitirdikten sonra karısına gidip “biliyor musun ben yazar oldum” dediğini anlatıyordu. Yazmak için bunun eğitimini alacaksın diye bir kaide yok. Oğuz Atay yaratıcı yazarlık atölyesine gitmedi, Yaşar Kemal edebiyat doktorası yapmadı. Cervantes bundan dört yüz yıl önce şövalye hikâyeleriyle dalga geçmek için bir kurmaca yarattığında yüz yıllar sonra post-modern/ alt-üst kurmaca gibi türlere dahile dileceğini bilmiyordu. Shakespeare Hamlet’i yazarken psikanaliz eğitimi almamıştı. Anais Nin sadece günlük tutarak başladı, günlüklerinin ileride edebiyat sayılacağını bilmiyordu. Thomas More Ütopya’yı yazarken yeni bir tür başlatacağını değil sadece kendi tahayyülünden bir gelecek masalı öngörüyordu, bunu idam edilerek ödediğinde sadece düşüncelere sahipti. Kısacası; yazı yazmak için gerekenler çok okumak, çok yazmak, çok düşünmek, çok hayal kurmak ve biraz da hissikablelvuku.

Diğer mesleğime bakınca orada bambaşka bir dünyam vardı, içinde yine edebiyat vardı ama edebiyatın yaratım değil aktarım aşamasındaydım. Pedagojik formasyonlar, farklılaştırılmış eğitim teknikleri, teknolojik gelişmeler, tablet eğitimleri… Apple’ın bile eğitmenliğini yaptım bir süre, öğretmenlere derslerde ipad’i nasıl etkili kullanabileceğimizi anlattığım günübirlik eğitimlere gidiyordum. Derslerimde Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek romanını, George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanını, Dickens’ın Oliver Twist’ini, Steinbeck’in İnci’sini okutuyordum… Bunları okuturken tek kaygım öğrencilerime edebiyatı nasıl sevdiririm ve romanın ana temalarını en iyi nasıl aktarırım gibi düşüncelerdi.

Şimdi her iki mesleğimi de önüme koyup düşündüğümde, hiçbiri diğerinin ayağına basmadı ama biri diğerini yok etti sanırım. Artık öğretmenliğe geri dönmeyi düşünmüyorum. Öğretmenlikte, hâlâ görüşüp konuştuğum, binlerce değerli öğrencim oldu, yazarlıkta ise bir sürü değerli okurum… Kendimi çok şanslı hissediyorum.

Öykülerin ve yaptığınız çevirilerin yanı sıra Gitme Gül Yanakların Solar (2015)  romanınız, ardından yazar adaylarına kılavuz niteliğinde Her Güne Bir Yazı (2016) adlı kitabınız var. Çok üretken ve çalışkansınız. Yazının içinde bu kadar yoğrulurken kendinizde gözlemlediğiniz ya da okurlarınızın ilettiği yazınsal değişiklikler nelerdir?

Yazınsal değişiklik var mı buna okur karar verecek, ki şimdiden iki roman arasında önemli bir gelişme olduğunu söyleyen çok fazla okur yorumu aldım. İyi bir metin için çok çalışmak gerekiyor. Bunun karşılığını ise en iyi okurlardan gelen yorumlar veriyor.

Düşünsel gelişim ise an be an değişen bir şey. İyi bir roman okuduğumda zihnime yerleşen ufak bir tema, bir metafor bile beni düşünsel olarak geliştirip, değiştirebilir. Okuduğum her iyi metinle birlikte kendi kendime şunu söylüyorum “Keşke yazdıklarımın tümünü şu elimdeki romanı okuduktan sonra yazmış olsaydım.” Bu düşünce bazen hastalıklı bir hâl bile alabiliyor çünkü okumalarımız hiç bitmeyecek, biliyorum. Okuma serüvenimi gürül gürül akan bir dereye benzetiyorum, ne ben aynı kalıyorum ne de yazdıklarım.

Son zamanlarda, özellikle doktorayla birlikte çok fazla kuram okumaya başladım. Kuram okumak insanı düşüncel açıdan epey geliştiren bir şey. Bir teori okurken ona katılabilir ya da katılmayabilirsiniz, işte oradaki eleştirel düşüncenin çok faydasını görüyorum.

Geçtiğimiz sene üniversitede eko-feminist bir yazarın bir romanı üzerine Freudiyen  inceleme yaptım diye makalem kabul görmedi. Oysa çok saçma bir görüştü bu. İstediğim kitaba istediğim okumayı yapabilme özgürlüğüne kitap okumaya başladığım yaştan beri sahibim. Tanpınar’ın Huzur romanına kimisi aşk romanı der. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde için de keza aynı yorum yapılır. Bu eserler bir sürü farklı yaklaşımla okunabilir. İstersem felsefi, istersem sosyolojik, istersem dini okuma yaparım. Buna bariyer çeken insanlar, edebiyat polisliği yapanları sevmiyorum. Sevmeyeceğim de… Ben sadece okuma serüvenime devam ediyorum. Yorumları da okurlarıma bırakıyorum.

Ufkun Öte Yanı titiz bir çalışmanın ürünü, bunu okur okumaz anlıyoruz. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz? Romana hazırlanma, yazma, yeniden yazma süreçleriniz nasıldı ve ne kadar sürdü?

Ufkun Öte Yanı’nı yazmak üç senemi aldı, tabii bir de az önce anlattığım, yazmaya başlayıp sonra çekmeceye kaldırdığım zamanlar var. Bu roman defalarca yazıldı, bazen bilgisayarda bazen elde… Bazen sayfalarını darmadağın edip, duvarlara yapıştırdım, yazdıktan sonra silip attığım çok fazla bölüm oldu. Hem diliyle hem de kurgusuyla çok fazla oynadım. İşin en zevkli kısmı da buydu sanırım. Her seferinde “Yine mükemmele yaklaşamadım,” diyerek bozup yeniden inşa etmek yorucu ama aynı zamanda müthiş bir haz veriyor. Dosyayı yayınevine teslim ettikten sonra da haftalarca üzerinde çalıştık, özellikle 1956’da yazılmış Refika Hanım’ın günlüklerinin üzerinde titizlendik çünkü inandırıcı olmamız için dili ve imlayı o günün kurallarına yaslamak zorundaydık. Eski tarihli kılavuzlarla çalıştık. Romanımı yayınevine teslim etmeme ramak kaldığı günlerden birinde, konsantre sorunu yaşıyordum. Normalde sokak kafelerinde çalışabiliyorum, kapanıp saatlerce yazabiliyorum. Yorgundum, ne evde ne sokakta çalışamayınca kendimi kütüphaneye kapattım. Evimin çok yakınında Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesi var, ben de oraya üyeyim. Normalde sadece elde taşınan küçük termoslarla çay ya da kahve sokabiliyorsunuz, yiyecek sokmak da yasak. Öğlen vakti girdim, bir masaya kuruldum ve çalışmaya başladım. Kafamı kaldırdığımda saat 22.45’ti. Hiçbir şey yememiştim, suyum ve kahvem bitmişti. Evde oğlumun uyku saatini bile kaçırmıştım. Ama Ufkun Öte Yanı tamamlanmıştı.

Ufkun Öte Yanı şimdiden okurlar tarafından çok ilgi gördü bu ilgi sizi nasıl motive etti?

Emeğinin karşılığını alma, ektiğini biçme, ağacın meyvelerini toplamak… Nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum çünkü ben de henüz bu beğenilerin tatlı sarhoşluğundayım. Bir yazar dostum “Kitabı bitirdikten sonra üç gün Refika’yla konuştum,” dedi. Bu benim için öyle kıymetli bir yorumdu ki… Ben de Anna Karenina’yla, Estella’yla, Ophelia’yla konuşurum. Roman bittiğinde hüzünlenirim hatta bazen yazarına sarılıp ağlama ihtiyacı hissederim.

Evinize önemli bir misafir gelecektir, yemeklere çok özenirsiniz, en güzel yemeği yapmak, en güzel şekilde sunmak istersiniz hani… Misafirlerin ağzına götürdüğü her bir çatalda acaba olmuş mu, acaba gerçekten beğendi mi yoksa üzülmeyeyim diye mi böyle diyor tedirginliği vardır. Bu romanda da bunu yaşadım. Acaba gerçekten lezzetli bulundu mu… Ama öyle değerli insanlardan öyle olumlu ve teşvik edici yorumlar aldım ki… İşte sonunda bu meşakkatli yazma sürecim bitmiş, tedirgin bekleyişim tamamlanmıştı ve artık ufuk belirsiz bir çizgi olmaktan çıktı.

Romanınız kurmaca bir metin olmakla birlikte okuru gerçekliğine de ikna edebilen bir roman. Kurmaca ve gerçeklik arasındaki bu uyumu nasıl yakaladınız?

Kurmaca ve gerçeklik arasındaki dengenin iyi kurulması gerektiğini düşünüyorum. Bazen gerçek hayatta yaşadığınız bir olayı olduğu gibi anlatırsınız ama okur bunun buram buram kurmaca koktuğunu düşünür, bazen de kurmacayı öyle bir anlatırsınız ki herkes gerçekten bunu yaşadığınıza inanır. Burada anahtar kelime, samimiyet duygusu. Kurmacadaki tüm hikâyeleri gerçek hayattan toplarız aslında, dinlediğimiz hikâyelerden, gündelik hayatın koşturmasından, komşunuzla kapı önünde yaptığınız bir konuşmadan, restoranda yan masada duyduğunuz bir sohbetten, üstü kapalı geçilmiş bir gazete haberinden onlarca öykü çalarız ama önemli olan bunun ne kadarının gerçekte bırakıp ne kadarını kurmacaya dahil ettiğimizdir. Ufkun Öte Yanı’nda kullandığım mekânlar gerçek ama karakterlerim kurmacaydı.

Romanınızda yazar Refika Hanım’ın Aren’e yazarlıkla ilgili verdiği tavsiyeleri usta-çırak ilişkisi olarak da okuyabiliriz. Eskiden edebiyatçılar arasında usta-çırak ilişkisi çok vardı. Bugünün edebiyat ortamında hâlâ kaldı mı böyle ilişkiler? Günümüz edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eskiden her alanda usta-çırak ilişkisi vardı. Bu el alma ilişkisi hayalini kurduğum bir şey olduğu için belki de romanımda yerini aldı. Ne yazık ki bencilliğin arttığı bir çağda yaşıyoruz. Egolar saklanacak yer bulamıyor. Herkesin “ben” dediği bir çağda “biz” demek büyük meziyet oldu. Birine yaptığımız en ufak bir yardım bile insanların gözünde büyüyor çünkü yardımlaşmayı unuttuk. Oysa bilgiyi kendimize sakladıkça değil dağıttıkça büyüyor ve gelişiyoruz.  El vermek, el almak, yardımlaşmak, desteklemek benim için hâlâ yok olmadı. Günümüz edebiyat ortamında ise değişen pek bir şey olduğunu düşünmüyorum, önceki jenerasyonların yazar mektuplaşmalarında neler okuduysak aynıları tekerrür ediyor. Belki tek fark sosyal medya, artık insanlar yazarlığını ispatlamak için bir eleştirmenin iki dudağının arasına bakmıyor çünkü okura direkt ulaşıp iletişim kurabiliyorsunuz. Hız ve teknoloji çağının faydası -her ne kadar bireycilik de doğru orantıyla artsa da-  insanlara imkânlar sağlaması.

Refika Hanım, komplekslere sahip olmayan, kendine güvenen bir kadın, o yüzden Aren’i yetiştirmekte ve ona bildiklerini aktarmakta bir beis görmüyor. Hatta bunu açık açık eleştiriyor, çok satan romanlar hakkında konuşuyorlar, çalakalem yazan, edebiyata saygı duymayan ve meselesi olmayan yazarları eleştiriyor. Refika Hanım’ın ardından düzenlenen sempozyuma onu en iyi tanıyan dostu olan akademisyen Serfinaz Hanım konuşmacı olarak davet edilmiyor. “Çünkü onlardan değil.” Günümüzde de bu işler böyle dönüyor. Herkes bildiğini kendine saklarsa bu bencillikle nereye varacağız bilmiyorum. Çağdaşlarımı yermek değil desteklemek isterim, ileride Refika Hanım’ın yaşına geldiğimde de köşeme çekilmeden gençleri yetiştirmek isterim.

Ben yazmaya başladığımda bu camiada tanıdığım tek bir kimse yoktu. Yazarken çok yalnızdım ve ne yapmam gerektiğine dair hiçbir şey bilmiyordum. İçimdeki bir içgüdü bana dosyamı yayınevlerine yollamam gerektiğini söylüyordu. Bir atölyeye gittim, orada benim gibi yazmak isteyen arkadaşlarımla tanıştım, el yordamıyla ve birbirimize destek olarak yola çıktık. Birinin yanında yetişmedim, elimden tutan şair, yazar ablam abim olmadı ama bunu romanımda işlemek istedim.

Refika Hanım’ın kedisi Milena’yı Aren’in alması, yazın mirasının ustadan çırağa yani Aren’e geçmesini temsil eden alegori olarak görebilir miyiz?

Kedi Milena elden ele geçen bir miras gibi yorumlanabilir ama benim için biraz daha fazlası. Daha spiritüel bir şeyler var o kedide. Mesela, Aren’e artık kitabı göstermesi gerektiğini ima eden Milena’ydı. Aren’in iki saniye önce ayaklarına sürünürken, bir anda koltukta uyuyor olması da kedinin sıradan bir kedi olamadığını  gösteriyor. Kedi romanın mistik tarafını destekliyor zaten kedilerin tür olarak da bu mistisizme gayet uygun olduğunu düşünüyorum. Murakami’nin devamlı ortadan kaybolan kedileri varsa bizim de Milena’mız var. Kediyi sadece romanda bir metafor olarak görmedik ve kapağa da taşıdık çünkü editörüm de, yayınevinde kapağı tasarlayan arkadaşımız da, herkes Milena’yı çok sevdi.

Romanda adı geçen mekânların tasvirini okuduğumuzda bu mekânların titizlikle incelendiğini fark ediyoruz.  Seyahat etmek yazınınızı nasıl etkiliyor?

Seyahat etmek bir nevi ufkun öte yanını keşfetmek. Başka ülkelerde, başka kıtalarda insanlar neler yapar, nelere inanır, neler konuşur. Her şehrin karakteristik özellikleri vardır, kimi şehir telaşlı kimi şehir bebek uykusunda olduğu gibi sessiz ve huzurludur. Bunları keşfetmeyi çok seviyorum. En çok da Avrupa ülkelerinin Noel pazarlarını, yerel yemeklerini ve büyük şehirlerin devasa müzelerini… Bu romanım İstanbul’un ücra bir köşesinde başlayıp Boğaz’ın semtlerine geliyor, ardından Kıbrıs Dipkarpaz’a, Kalambaka’ya, Halkidiki’ye, Edirne’deki Şifahane’ye uğruyor. Buralar benim gidip gördüğüm ve hikâyelerini cebime attığım mekânlar. Bir gün kullanırım diye çok fazla mekân biriktiriyorum belleğimin bir köşesinde, yıkık dökük bir kilise duvarı, yıllara meydan okuyan nostaljik bir kitapçı, batık bir şehir, çıplak ayakla bastığımda buz gibi soğuğunu hissettiğim mermer plaj, Portekiz’de ayağımı değdirdiğim okyanus, New York’ta bir gökdelenin ellinci katı… Her biri bir gün romanıma misafir olabilir. Ama lütfen çok gezen mi bilir çok okuyan mı sorusuna girmeyelim.

Yazarlığınızın yanı sıra annesiniz aynı zamanda sosyal bir kişiliğiniz de var çok fazla ilgi ve emek isteyen bu yaşantının altından nasıl kalkıyorsunuz?

Romanımın çıkmasına haftalar kalmıştı, sıkı bir editöryal süreçte gece gündüz çılgınlar gibi çalışıyordum. Bir oturuşta saatlerce masa başından kalkmıyor ya da bir kafeye, kütüphaneye kapanıyordum. Bir gün yine yorgun argın masadan kalktım, çok çalışmıştım, gözlerim buğulu görüyor, belim ağrıyordu. Beş buçuk yaşındaki oğlum çalışma odama girdi, karşımda dikildi ve “Anne kitap yazman bittiğinde benimle daha çok oynayacak mısın?” dedi. Onun sorusu içime oturmuştu. Hepsi bir arada gidiyordu gitmesine ama başka birilerinin zamanından çalarak, terazinin bir kefesinden eksilterek, bir şeylerden feragat ederek… Bunun pişmanlığını yaşamamak için de hep dengede kalmaya çalışarak… Denge hayatımdaki temel unsur. Bir gün edebiyat etkinliğindeysem ertesi gün mutlaka oğlumun yanında oluyorum. Çok yoruluyorum, yan gelip yatıp dinlendiğim tek bir an bile hatırlamıyorum. Yaz tatilinde plajdayken bile telefonumdan sitemiz Mevzuedebiyat.com’un işlerini yürütüyordum. Benim için çalışmak 7/24 yapılması gereken bir şey, şimdilik bu tempoyla idare diyorum, alıştım diyelim. Tabii destekçilerime teşekkür etmeden olmaz, anneme, babama, eşime, İthaki Yayınevi’ndeki editörüm Ayla’ya,  Kalem Ajans’tan Nermin Hanım’a, her bunaldığımda beni alıp suyun kenarına kahve içmeye götüren çok yakın dostlarıma… Bir de annesinin kitap yazmasına izin veren Sarp’a …

edebiyathaber.net (2 Kasım 2018)

Yorum yapın