İncelikler, incelikler! | Selim Atayoğlu

Haziran 19, 2015

İncelikler, incelikler! | Selim Atayoğlu

birazcik-halil-Front-1Almanya’dan Ankara’ya uzanan uzun soluklu bir roman “Birazcık Halil”. Türkiye’nin 80’li yılları, Halil’in penceresinden okurla buluşuyor romanda: Yokluklar, hapisler, sürgünler, Kürtlük, ve aşk, ve aşk… “Birazcık Halil”, sessiz sakin diliyle okurun yüreğine işleyen derin bir anlatı, içli bir roman!

Hasan Sever’in ilk romanı “Birazcık Halil”le okur arasındaki ilişkiyi düşündüm romanın yayımlanmasından bu yana geçen zaman içinde. 80’li yıllarda Ankara’da okumuş bir öğrenci, Almanya’da çalışmış bir göçmen, aile hasretinden yüreği kabuk bağlamış, umarı kalmamış içli bir yürek… Romanda Almanya’da işçi olmak, Almanya’da sürgün olmak-Kürt olmak, hapishanede yetim kalmak, neden gidildiği bilinmeyen memleketin toprak kokusunu duyabilmek, âşık olmak-aşkı aramak, 80’li yıllarda Ankara’da olmak, Ankara’da öğrenci evinde bekâr olmak-genç olmak, bozkırın tozunu yutmak gibi çok katmanlı olay örgüsü başkarakter Halil üzerinde toplanmış bir şekilde romana özenle yerleştirilmiş. Evet, başkarakterimiz Halil. Ama o denli eksik ki Halil’imiz, yazar Halil’in ‘az’ıyla yetinmiş, çoğunu okura bırakmış. Halil’in eksikliği yetimliğinden, azlığından, ‘Neden?’, ‘Nasıl?’, ‘Peki ya şimdi?’ gibi sorulara yanıt veremediğinden, babası ölmeden babasız kalmışlığından:

“Hacı Kantarcı: Kısa boylu, hacı sakallı, küt burunlu. Beni sevdiğini hiç hatırlamıyorum. Bir kez olsun yüzüme sevgiyle baktığını, babalık yaptığını da hatırlamıyorum. (…) Benim babam en başta babaya benzemiyordu. Bana, kardeşlerime bakışı, dünyaya dair herhangi bir şeye bakmak gibiydi.” (s. 43)

Yaşamda gerçekten yetim, öksüz kalmak vardır, bir de ruhen… Halil’imizin yetimliği yüreğe işleyen cinsten:

“Bacım, beni ayıbı gibi görüyordu. Elinden gelse peştamalına sarıp, kimselere göstermeden köyün dışına çıkaracaktı. Yıllar sonra gördüğüm bacımı yine arkamda bırakıvermiştim. Söylemesi zordu ama, benim kimsem yoktu. Neye gelmiştim? Yalnızlığımla yüzleşmeye mi?” (s. 125)

Roman, Halil’in Almanya’da işçilik yaptığı dönemiyle başlar, ondan da önce romanın başında bir “Açıklama” bölümü vardır ki, okuru daha en başında çarpacak nitelikte, ‘açıklama’ olmasına rağmen muammasıyla renklenmiş bir bölümdür. İlk bölümle beraber başlayan 1. Defter’in ilk satırları ise bir yandan dili, anlatımı yönüyle akıcı; bir yandan da okur üzerinde merak-ilgi-empati oluşturmasıyla da (yaratıcılık-özgünlük) daha en baştan takdire şayan bir çizgide gelişir:

“(…) Brigitt çok güzeldi. Kendisine diyemedim, bilmiyordum; yıllar sonra kitap okumaya başlayınca fark ettim: Kitap kapağı özeninde yaratılmıştı. Şimdi ne zaman bir kitap kapağına el sürsem, Brigitt’i okşamış gibi oluyorum. Bazen sırf kapağı için kitap aldım. Hep düşündüm, günahı boynuna, eğer tanrı benim zevkimdeyse, kesinlikle Brigitt’de gözü olmalıydı. Parası çıkışmadı. ‘Olsun,’ dedim, ‘bu da benden olsun.’ Bazen bir kelime yeter; cümlesi israfa girer. Hem sokakta yaşayanların cümleleri kısa olur. İşte o, ‘benden olsun’a tav oldu. Belki iki kelimede beni gördü. (…)” (s. 13-14)

Aşkla başlayan roman, sadece aşkla devam etmiyor hayır. Babası tarafından yok sayılan Halil’in yaşam mücadelesi, sonra yaşı genç olsaydı eğer kim bilir neler yapardı, ne itiraflarda bulunurdu diyebileceğimiz Frau Basler… Apayrı bir kişilik, apayrı bir karakter olarak ayrıca başarılı çizilmiş bir Alman, Basler. Savaş görmüş, yokluk, acı Hasan-Severgörmüş. Halil’le ilişkileri, hasbıhalleri belki buradan geliyor:

“Evet. Hayatımda Brigitt vardı, güzeldi ve âşıktım; ama içime bir kadın ilk kez o akşam, o masada girdi. Kadını ilk orada hissettim. Sonrası da oldu. Kadınlar girip çıktı hayatıma. Hatta biri içime girip hayatımı elimden aldı ama Frau Basler’dan başka içimde yumuşak, sıcak, anlam dolu, bana büyüklük hissi veren, dünyayı anladığımı hissettiren başka bir kadın, başka bir insan olmadı.” (s. 75)

Halil’in Almanya’daki trajesidisinden, 2. Defter’le birlikte Türkiye’ye uzanır roman, önce, Halil’in memleketi Kulu’ya –ana evi diyelim biz, baba bunu hak etmiyor gibi–. Kulu’ya iner inmez gerçekliğin acı cümleleri dökülür Halil’in ağzından:

“Annemle başlayan cümlem olmadı. Olmuşsa bile hatırlamıyorum. Ben beş yaşındayken, arkasında üç çocuk bırakarak ölmüş. İnsanın annesi olmazsa, adresi de olmuyor. Sevdiğim bir evimiz olmadı. Evimiz yoktu… Ama yine de buradaydım işte. Renault Toros, kıçına bağlanmış uçurtma gibi, savurduğu toz bulutuyla geri döndüğünde, köyün herhangi bir yerinde yapayalnız kalmıştım. (…) Niye gelmiştim? Apansız, ne kadar gereksiz bir şey yaptığımı fark etmiş, boşluğa düşmüştüm. Kime ne diyecektim? Ben kimdim? Nerelerdeydim?” (s. 122)

Sonra Ankaralı günler. Akraba, eş dost ziyaretleri. Sağalır gibidir Halil. Fakirlik, yoksunluk, arayış… Her şeye karşın yaşamı ense kökünde hisseder Halil. Ama her insan gibi o da ne sunulduysa onu yaşayacaktır(!). Ankara, Ankaralılık, Ankara’da öğrenci olmak, 80’li yılların karanlıkları içinde ışık arayışları daha çok öğrenci evinde Mulla, Nahit, Fevzi ve yeni ev arkadaşları Halil etrafında sunulur. Ankara yeni bir sayfadır, yeni karakterler. Dostoyevski müptelası bir zanaatkar Halil’in içine kurt gibi düşer, bir defter emanetiyle.

“Birazcık Halil”, çok katmanlı yapısı ve Türkiye’nin 80’li yıllara odaklanan dönem özellikli örgüsüyle okura farklı pencerelerden farklı görüntüler sunuyor. Bunların çoğu da bilinci yormayacak türden. Ara ara tekdüzeliğe düşen diyaloglar –özellikle öğrenci evindeki sohbetlerde buna çokça rastlanıyor– kitabın hızını azaltıyor gibi olsa da, olay örgüsündeki zenginlik, ummadığınız yerde karşılaştığınız bir dost, ahbap… kitabın önemli renkleri oluyor. Fakat dönüp dolaşıp Halil’in merakıyla meraklanıyorsunuz. Son? Halil nereye varacak? Hani diyordu ya ana evine gitmek için memleketine yeni geldiğinde, ‘Ben kimdim? Nerelerdeydim?’ diye; Halil kimdi, nerelerdeydi? Bu soruya romanın sonlarıyla birlikte düşüncenizde yeni bir soru eklenecektir: ‘Nerelere?’ ve ‘Nasıl?’. Durmadan sonbaharı yaşayan Halil’i, yine kendi sözleriyle susturalım:

“Karıncanın telaşı var, benim yok. Ne acelem var, ne adresim. Bakmakla yükümlü olduğum ailem, çocuklarım yok benim. Mevsimsizim; ne yaz, ne kış, ne ilkbahar. Durmadan sonbaharı yaşıyorum.” (s. 130)

Selim Atayoğlu – edebiyathaber.net (19 Haziran 2015)

Yorum yapın