Hüseyin Yurttaş: “Çünkü şiir sözün en yalınıdır!”

Mayıs 3, 2016

Hüseyin Yurttaş: “Çünkü şiir sözün en yalınıdır!”

huseyin-yurttasSöyleşi: Mehmet Özçataloğlu

Hüseyin Yurttaş, okumayı öğrendiğim ilk dönemlerde karşılaştığım, bir anlamda kitaplarıyla okumayı ilerlettiğim yazarlardandır. Aradan geçen yaklaşık 30 yılın ardından bu defa farklı bir sıfatla karşısındaydım. Kendisiyle 21. İzmir Kitap Fuarı’nın onur yazarı olması nedeniyle gerçekleştirmek istediğim söyleşiyi gerek fuar öncesi, gerekse de fuar esnasındaki yoğunluğu nedeniyle bir türlü bir araya gelerek gerçekleştiremedik. Kitap Fuarı’nın hemen ardından yakaladığım bir fırsatta sözü çok uzatmadan sorularımı sordum kendisine. İşte “gecikmiş bir söyleşi” ve Hüseyin Yurttaş.

Yazın dünyası içerisinde 46. yılı geride bıraktınız. Dile kolay, neredeyse bir ömür. Öncelikle daha nice yıllar dileyerek başlayayım söze. Dilerseniz yazıyla tanışıklığınızdan başlayalım. Bu kuşanışlık nasıl oldu?

İlköğrenimimi, beş sınıfın bir arada okuduğu, tek öğretmenli bir köy okulunda gördüm. Okulu seven bir çocuktum. Okul öncesi yaşlarımda ağabeyimin ardından okula giderdim. Onların öğretmeni ta ki beni kucaklayıp havaya fırlatıncaya kadar bu sürdü. Seviyor muydu, korkutmak mı istemişti; tam anlamadım ama delimsirek biri olduğu yolunda büyüklerin sözleri kulağımdaydı. Kaydolmadan önce bir daha okula gitmedim. Birinci sınıfta okuma yazmayı öğrendiğimde okuma kitabındaki öykülere, şiirlere pek bayılmıştım. O günlerden beri okuma sevgim hiç eksilmedi.

Neler okuyordunuz?

Çocukluğum boyunca, köyde ne bulursam onu okumak zorundaydım. Köy okulunda

bir dolapta bazı kitaplar vardı ama bunlar çocuğa seslenen türden değildi. Bir ikisini okuma çabam sonuç vermedi. Halk hikâyeleri filan okuduğumu anımsıyorum. Ders kitaplarındaki metinler iyiydi. Onları okuya okuya adeta ezberliyordum. Bir de, evimizde okumaya, yazmaya teşne bir ailem vardı. Tevfik Fikret’in çocuk şiirlerinin pek çoğu babamın belleğindeydi. Onları bana okurdu. Hatta kimi öyküleri de… Amcam rüştiye mezunuydu. Divan şiirinden epeyce gazel, kaside, naat vardı belleğinde. O da yeri geldikçe Nedim, Şeyhülislam Yahya, Şeyh Galip, Fuzuli filan… o eski bahçelerde gezinirdi. O zamanlar radyolar bile sayılı. Kimi zaman akşam gezmelerine gittiğimizde bazı “molla nine”ler ilahiler okurlardı. Bu ilahilerin çoğunun Yunus Emre’nin şiirleri olduğunu sonradan anlayacaktım. Sonra halk hikâyeleri… Köy kadınlarına iğne, düğme, yumak satmak için atların sırtında sardıkları camlı, çift kanatlı dolaplarla gelirlerdi. Kimileri bazı kitaplar da getirirdi: Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kan Kalesi, Hazreti Ali’nin Cenkleri… Onları okurdum, okurduk. Menemen Ortaokulu’na gidince iş değişti. Çünkü orada kütüphane vardı. Baktım, arkadaşlarım oradan kitap alıp okuyorlar; çok hoşuma gitti. Ben de alabilir miydim? Ya para istiyorlarsa? Soruşturdum, para istenmiyordu. Kütüphaneden yararlanarak kitap okumaya başladım. Edirne Erkek Öğretmen Okulu’na gidince, orada daha zengin bir kütüphane buldum. Bir de, öğrenciler arasında okuyanlar da çoktu. Daha birinci sınıfta Fakir Baykurt’un, Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in romanlarını okumaya başlamıştık. Önceleri vıcık vıcık, yapay, sözüm ona romantik kimi şairlerin şiirleriyle oyalanırken iyi şairlere yöneldik orada. Orhan Veli filan derken Attilâ İlhan’ın kitaplarına ulaşınca adeta büyülendik. Sonra arkası geldi. Okulun kütüphanesinde 1930’lu, 40’lı yılların Varlık dergisi ciltleri vardı. Onlardan birçok öyküyü, şiiri ve yazıyı okuduğumu anımsıyorum. Sonrası da köy öğretmenliklerinde aynı minval üzere sürüp gitti: Gaz lambası ışığında, geceler boyu okumak… Şiir emeklemeleri…

İlk yayımladığınız bir şiir miydi? Nerede yayımlandı?

Edirne Erkek Öğretmen Okulu’ndan bir arkadaşım Değişen Ölü başlıklı bir şiirimi alıp Keşan’daki Önder gazetesine götürdü. Feyzullah Aktan’ın çıkardığı bu gazete, günümüzde de yayımlanıyor. 3.1.1963 tarihinde şiirim bu gazetede bir köşede yayımlandı. Üstte ise Gülten Akın’ın bir şiiri vardı. Pek mutlu oldum. Ama dikkatinizi çekmek isterim: görece 17’sine basmış görünen 16 yaşındaki bir çocuğun Gülten Akın’dan haberli olması az şey midir?

Sonrasında nerelerde yazdınız? Süreç nasıl ilerledi?

On yılım köylerde geçti, öğretmen olarak. Okudum, yazdım. Şiir biricikti, çok öncelikliydi benim için. Öyküler, denemeler de yazmaya çalıştım. Yerel dergi ve gazetelerde yayımlayabiliyordum yazdıklarımı. Sonra, ulusal ölçekli dergilere geldi sıra. Attilâ İlhan’ın, Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın yönetmeniyken yayın yaşamına soktuğu ve bir fidelik görevi yapan “edebiyat ve sanat” sayfası, yazma disiplini açısından iyi bir deneyimdi. Ondan öncekiler de var ama o sayfa başkaydı. Attilâ İhlan titizliği ve dikkati en başta… Bir keresinde 70 ayrı zarfta yazdıklarımızı sakladığını ve gelişmemizi böyle gözlediğini anlatmıştı bana Attilâ İlhan. O dönemde Demokrat İzmir’de güncel/siyasal yazılar da yayımlıyordum. Büyük dergilere aynı dönemde uzanmaya başlamıştım. Attilâ İlhan’ın Ankara’ya, Bilgi Yayınevi’ne gitmesiyle o sayfa günden güne zayıfladı ve kaldırıldı. Gayret dayıya düştü: Biz Dönemeç’i çıkarmaya başladık. Sonrası cesur ve büyük bir yürüyüş demekti.

Edebiyatın hemen her alanında eserler verdiniz. Yazarken en çok keyif aldığınız tür hangisiydi? Böyle bir ayırdım söz konusu mu?

Evet, az önce de belirttiğim gibi, şiir benim ilk göz ağrım. Çünkü şiir sözün en yalınıdır. Müzikten sonra, kulaktan kulağa kıtadan kıtaya bile taşınabilecek tek sanat ürünüdür. Ona ulaşmak zordur ama başarınca da sözün çarpan ışığını bulursunuz onda.

Edebiyatta 46 yıl gerçekten uzun bir süre. Dönemsel değişiklikler yazma bilincinizi yazma türünüzü etkiledi mi?

Elbette etkiledi. Örneğin, bir öğretmen olduğum için, çocuk kitaplarındaki kıtlığı, zorakiliği, yapaylığı daha ilk yıllarımda gördüm ve bir gün yazı alanında başarılı olursam çocuklara iyi şeyler yazmayı düşündüm, kurdum. Biliyorsunuz, bu alanda da verimli bir ad oldum. Toplumsal ve siyasal gündemi iyi izleyen biri olarak çeşitli yazılar yazdım. Sonrasında öyküye, romana, denemeye ve sohbet yazılarına uzandım. Şiir “anlatmaz” çünkü. Anlatılması gerekenler için düzyazının çeşitli dallarında üretimde bulunmak şarttır.

Toplamda kaç kitap oldu? Ve bu kitaplardan gözbebeğim dediğiniz, iyi ki bu kitabı yazdım dediğiniz var mı? Bu soruya ek olarak şunu da sormak isterim, keşke bu kitabı ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?

Ele gelir düzeyde olan, “eser” sayabileceğimiz 84 kitap olmuş. TÜYAP onur konukluğu nedeniyle hazırlanan kitapta yer alması için bir liste hazırladık. Ben de bu sayıda kitaba ulaştığımı o hazırlık sırasında gördüm.

Yirminci Yüzyıl Ağıtları ve Çanakkale İçinde adlı kitaplarım ön araştırmaları yoğun olan ve birikim gerektiren çalışmalardır. Onları çok önemsiyorum.

Sanayi Çarşısı, senaryo tekniğini şiirde denediğim bir kitaptır. Bu teknikle yazılmış çeşitli kitaplarımda bulunan kimi şiirlerim vardır ama bu kitabım baştan sona bu teknikten yararlanılarak kaleme alınmıştır. Bunlar farklı bulduğum çalışmalar.  Tek tek şiirlerde de öyle farklı olanlar var ama burada onlara değinmeye gerek yok.

Elbette imrendiğim, gıpta ettiğim kitaplar olmuştur ama “keşke bunu ben yazsaydım” diye dövünmemiş ya da eksiklenmemişimdir. O anıt eserlerin yaratıcısına saygısızlık olur bu bence. Herkes kendi yolunda yürümeyi ve o yolun hakkını vermeyi bilmeli.

 Tüyap İzmir Kitap Fuarı’nın onur yazarıydınız. Diğer yıllardan farklı bir fuar geçirdiğinizi düşünüyorum. Neler hissettiniz, nasıl bir duygu onur yazarı olmak?

Gerçekten de diğer fuarlardan farklı, gerçekten yoğun bir fuar geçirdim. Çok değişik duygular yaşadım fuar boyunca. TÜYAP yönetiminin beni buna değer görmesi kıvancım oldu. Bir de, dostlarımın, sanatçı arkadaşlarımın ve birçok okurun bana söyledikleri güzel sözler var. Paha biçilmez armağanları asıl onlar oldu 21. TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nın. Özetin özeti: Onurlandım!

Edebiyat dergilerinin tutunamayıp kısa zaman zarfında dergi çöplüğünü boyladığı ülkemizde bir de “Dönemeç” serüveniniz var. 92 sayı yaşattınız Dönemeç’i. Bu süreçten de söz eder misiniz okurlarımıza?

Dönemeç, bundan tam kırk yıl önce (Mart/1976) yayımlanmaya başlayan ve “toplumcu-gerçekçi” anlayışa sahip çıkan bir dergiydi. Yola koyulan dört kişiydik: Ali Rıza Ertan, Mehmet Kadri Sümer, Ahmet Günbaş ve ben.  Çevremizde geniş bir halka, hatta halkalar oluştu. Yardımlaşma ve dayanışma anlayışı egemendi bize. Onun için kesintilerle de olsa 92 sayı yayımlayabildik dergimizi. Dönemeç, bir “okul dergi”ydi. Biz o okulun hem öğrencisi, hem öğretmeniydik. Edebiyata kattığımız birçok isim, bugün önemli adlar arasında. Dönemeç, özellikle İzmir edebiyat tarihinin mihenk taşlarından biri oldu. Bu da bizi mutlu ediyor.

Çevre duyarlılığı yüksek bir yazar/aydınsınız. Aliağa başta olmak üzere Ege Bölgesi’ndeki çevre katliamlarına karşı dik bir duruşunuz var. Bu konuda neler söylersiniz?

Kapitalizmi bir virüs alarak kabul edersek, emperyalizm onun milyonlarca kat büyüyerek canavarlaşmış halidir. Her ikisi de insanı sömürmekten ve her şeyin kendilerinin olmasından yanadırlar. Ülkelerin kapitalistleri, sermayelerini katlayabilmek ve dünyasal soyguna ortak olmak için çırpınırlar. Emperyalizmin eli, kolu ya da maşası veya onların kurdukları zincirin bir halkası olarak onlarla işbirliği ederler. Onlar “komprador” ya da “komprador burjuvazisi” deriz. Emperyalistler ve kompradorlar, soygunlarını küresel ölçekte yürütürken hiçbir sınır ve hak tanımazlar. Hukuku hiçe sayarlar. 27 yıl önce Aliağa’da kurulmak istenen termik santrala karşı başlattığımız mücadele bugün de sürüyor. Bu gidişle, da çoook sürecek. Çünkü girişimlerin ardı arkası kesilmiyor. Yurdun dört bir yanından çevre katliamı haberleri geliyor. Yöresel olarak insanlar büyük mücadeleler veriyorlar. Bu mücadele hiç azalmadan, tam tersine, artarak sürmeli. Çünkü gasp edilen yaşam hakkıdır. Sadece insanların değil, tüm yaratıkların yaşam hakkı. Üstelik, etkisi yüzyıllarca sürecek bir yıkım, kıyımdır bu. Suyun (yeraltı ve yerüstü sularının, denizlerin, yani tümünün…), toprağın, havanın yaşam dengelerini bozacak derecede bozulacağı elle tutulurcasına görülen bir azgın gidiş var. Bu yolda zaman zaman hukuk adamlarının ve bilim adamlarının da sermayenin çıkarlarına yarar biçimde kararlar vermeleri ve onlara yardakçılık etmeleri ise en çok kanıma dokunan şey. Dedim ya, mücadele sürecek!

Son olarak İzmir Kitap Fuarı’nın Kültür Park’tan taşınacağı ve yeni fuar alanında gerçekleştirileceği söyleniyor. Bu konudaki düşünceniz nedir? Belki de, bir anlamda Kültür Park’taki fuarın son onur yazarı oldunuz…

Adı ta başından beri “KÜLTURPARK” olan bir yerde, bırakılsın da, bir tek de olsa, çok önemli, kitlesel bir etkinlik yapılsın. CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden ve sayın başkan Aziz Kocaoğlu’ndan beklentimiz, bu yolda gereksiz bir inatlaşma havasına girmeden, İzmir’de, Kültürpark’taki bu kaynaşmanın, şenlik havasında süren fuar ortamının en yoğun biçimde kitlesel katılımlarla sürüp gitmesini sağlamalarıdır. İzmir, yurdumuzdaki az sayıdaki okuyan kentlerimizden biridir. “İzmirli Gaziemir’e gider; gitmez” yaklaşımının ötesinde -iki soruda- şu değerlendirilmelidir: 1. İzmirlinin kitaba daha zor ulaşmasına neden olunmalı mıdır? 2.Bu olanak, ona daha yakın ve daha kolay ulaşılır biçimde sunulmaya devam mı edilmelidir? Bu sorunun olumlu bir biçimde sonuçlanacağı; Kurtuluş Savaşımızın yangın yerlerinin yeşertilmesiyle oluşturulan gözbebeğimiz Kültürpark’ın, yıllarca İzmir Enternasyonal Fuarı olarak öncelikle Egelilerin kalbine yazılmış adıyla FUAR”ımızın, anısal ve anıtsal değerine ve Mustafa Kemal öncülüğünde Behçet Uz gibi nice değerlerin genç Türkiye Cumhuriyeti için ortaya koydukları bu önemli esere sahip çıkılacağı umudumu koruyorum. Yönetimin İzmirlilere, okurlara, yazarlara ve yayıncılara kulak vermeden karar vermemesi gerektiği inancındayım. Türkiye’yi karanlığa gömenlerin yapmak istediğini yapmaya kalkmak ihanet olur. En başta da, yıllar yılı İzmir’de inançla direnenlere!..

Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim sayın Yurttaş.

Ben de teşekkür ediyorum sayın Çataloğlu.

edebiyathaber.net (3 Mayıs 2016)

Yorum yapın